Dehşet Gecesi | Kerime Nadir


(…) Ruzihayâl olduğuna yüz bin şahit isteyen en çirkin ve en iğrenç bir cadı ayağa kalkmış, ortadaki taş basamağa kadar gelmişti. Boyu ve gölgesi bir dev heybeti taşıyordu. Orada dikili durdu. Ağzı taze kana bulanmıştı. Saçları darmadağındı. Dişleriyse, bir kurdunki gibi sivri ve keskin bir biçimde parlıyordu. Nihayet gözleri… Tanrım! Bu gözler, beni aşk ve arzuyla kendimden geçiren o şahane gözler miydi? Evet, bu cadının, yahut Ruzihayâl hortlağının gözleri şimdi birer melanet kuyusu, tüyler ürperten birer hareketli yuvarlaktan ibaretti.

Türk korku edebiyatının ilklerinden biri olan, usta romancı Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi; Karanlığa hapsolmuş, tüyler ürperten lanetli bir gerçekliğin pençesindeki kahramanlarının hikayesini anlatıyor. Bu karanlık romantizm ruhunuzu derinden sarsacak.

Oğlak yayınları, Maceraperest Kitaplar’ın yeni dizisi Klasik Maceraperestler’in ilk kitabı Dehşet Gecesi’ni yayımlamaktan gurur duyar.

GİRİŞ
Meçhule Doğru

1953 yılı temmuz ayında trenle Hakkâri’ye gidiyordum. Cilo Dağı’nda yeni yapılmış büyük bir turistik otelin açılış töreninde hazır bulunacaktım. Memleketin ilim, sanat, ticaret ve siyaset alanındaki birçok ünlü kişileri de benim gibi bu törene davet edilmişlerdi. Aynı trende yolculuk ettiğimiz bu davetlilerden birisi bana, “Siz gazeteci olduğunuz için, bilirsiniz!” dedi. “Böyle mükemmel bir otelin öyle kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başında inşa edilmesindeki hikmet nedir?..” “Vallahi” dedim, “bu hususta sizlerden fazla bilgim yok. Bunu otelin sahibinden sormak yerinde olur.” “Otelin sahibi kimdir?” “Onunla tanışıklığım da davetiyedeki ‘Müdüriyet’ damgasından öteye geçmiş değil!..” “Desenize bu hepimiz için bir macera olacak!..” Doğrusu ben de bu fikirdeydim. Fakat Cilo Dağı’ndaki bu muhteşem ve cazip törene davet, diğerlerini bilmem ama -mesleğim bakımından- beni çok ilgilendirmişti. Biraz çetin de olsa, en çok bir hafta sürecek bir yolculuğu göze almakta sakınca görmemiştim. Gazetem için özgün konular derlemek imkânını bana veren daha nice maceraya atılmış bir adamdım. Tren yolculuğu bazan sıkıcıdır ya; hele böyle boğucu bir temmuz sıcağında, Güneydoğu Anadolu’nun bitip tükenmez bozkırları ve çıplak dağları arasında günler ve gecelerce gitmeyi bir düşününüz!..

Yolda okumak için yanıma birkaç mecmua ve kitap almıştım. Yataklı vagonda yalnızdım. File üzerinde iki ufak valizi duran kompartıman arkadaşımla tanışmak kısmet olmamıştı. Adamcağız ya treni kaçırmıştı yahut da henüz varmamış olduğumuz bir istasyondan binmek üzere yerini İstanbul’dan ayırtmış bulunuyordu. Kondüktör bu hususta bana tatmin edici bir cevap veremedi. Valizler Haydarpaşa’dan trene konmuştu. Ve işin asıl tuhafı, yolcunun bileti de, üzerlerinde (P. R.) markaları bulunan bu valizlerden birinin sapından sarkan ince bir kordonun ucunda bağlıydı. “Bu bir muamma!..” diye gülümsedim. Memur da gülümseyerek omuzlarını kaldırdı ve uzaklaştı.

Yolculuğumun ilk iki günü olaysız geçmişti. Kompartımanda yalnız olduğum için, rahatıma diyecek yoktu. Ama gittikçe artan sıcak, boğucu ve dayanılmaz bir hâl alıyordu. İkinci gün akşama doğru hava anormal bir biçimde ağırlaştı. Güneşi perdeleyen bulutlar gitgide artarak, doğudan batıya doğru büyük bir kara ordu gibi gökyüzünü kaplamaya başladı. Vagon restoranda, adı geçen otel hakkında bizim yol arkadaşlarıyla bir alay fikir daha yürüttükten sonra, kompartımanıma çekildim. Yatağımı yapmaya gelen müstahdem, “Bayım” dedi. “Müsaadenizle camı kapatacağım. Barometre korkunç bir hızla düşüyor. Belki bir bora patlayacak!..” Terden sırtıma yapışmış frenk gömleğimi çıkarırken, “Sıcaktan boğulmaktansa, boranın beni uçurmasını tercih ederim!” dedim. Az sonra üst ranzadaki yatağıma pestil gibi serilmiş bulunuyordum. Uyku hemen bastırdı. Dalmışım… Bir ara, treni garip bir biçimde sarsan şiddetli uğultular ve ıslıklarla uyandım.

Gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, vagonun üzerine sanki dünyanın taşı toprağı yağıyordu. Anladım, müstahdemin haber vermiş olduğu bora patlamıştı! Camları kırbaçlayan sağnağın sesi, sürekli mitralyöz tarakalarını andırıyordu. Bununla beraber trenin ağır ağır yoluna devam ettiğini görerek tekrar gözlerimi kapamak istedim. Fakat tuhaf bir sezgi beni tedirgin etti. Ve birden kompartımanda birinin bulunduğunu hissederek hızla doğruldum. Evet, biri vardı. Beyaz eldivenli bir el, file üzerindeki ufak valizlere doğru uzanıyordu. “Bizim kompartıman arkadaşı mı, nihayet…” diyecek oldum. Fakat… Hayretten gözlerim alabildiğine açıldı… Çünkü valizlere uzanan elin sahibi genç bir kadındı.

Genç ve nefesi kesecek kadar güzel bir kadın!.. “Af… Affedersiniz hanımefendi!..” diye kekeledim. “Bir yanlışlık olacak… Burası…” Genç kadın bana doğru döndü. İri siyah gözleri emsalsiz bir çift cazibe uçurumuydu. “Bir yanlışlık olduğunu sanmıyorum efendim!” dedi. “İşte biletim… Burası benim yerim…” “Evet, ama… Demek istiyorum ki… Ben… ve siz… şey… Aynı kompartımanda nasıl olur?..” Genç kadın hafifçe gülümsedi. “Doğru, biletlerimizi veren memur bir hata yapmış!..” “Şu hâlde, müsaade ediniz derhal kondüktörü bulayım.” Yerimden fırlarken, kadın, “Telaşa lüzum yok efendim” dedi. “Rahatınıza bakın!.. Ben şimdi, Misis istasyonunda ineceğim… Sadece valizlerimi almaya geldim…” Hayretim kat kat olmuştu. “Fakat siz… Siz trene nereden bindiniz?..” Kadın tekrar gülümsedi.

“Ben hep trendeydim!..” Zihnim perişan, ona bakakalmıştım. Boğazımda düğümlenen sorular beni boğuyordu. Kadın, “Siz Cilo Dağı geçidinde inşa edilen turistik otelin davetlilerindensiniz değil mi?..” diye sordu. “Evet!” dedim. “Oraya hangi vasıtayla gideceksiniz?..” “Trende bulunan bütün davetlileri otelin özel arabaları Hakkâri’den alıp otele götürecekmiş!..” “Orada tekrar görüşeceğiz demek!..” “Siz de mi bu törene davetlisiniz?..” Kadın esrarlı bir edayla beni şöyle bir süzdü. Başındaki ateş rengi fevkalade şık şapkanın kısmen hapsettiği saçları, bakır kızılı pırıltılarla yanan nefis bir kumraldı.

Sualime o emsalsiz tebessümüyle cevap verdi. “Davetli değil, davetiyeleri bizzat gönderenim!..” “Ay! Otelin sahibi siz misiniz?..” “Otelin sahibi yakın akrabamdır. Iraklı ünlü petrol kralı El-Hüdaî’yi tanımıyor musunuz?” “Bu adı ilk defa sizden duyuyorum…” “Kendisi bir süreden beri Türk tabiiyetine geçmiş bulunuyor. Bu otel onun en büyük zaferidir.” “Fakat öyle bir dağın tepesinde otel yaptırmasındaki sebebi anlamak güç doğrusu!..” “Orada eski ve çok kıymetli bir hatırası vardır da…” Kadının kim olduğunu etraflıca anlamak için büyük bir merakla tutuşuyordum ama başka bir şey soramadım. Fakat o beni tanıyordu. “Siz, Altınışık gazetesinin sahibi Mümtaz Evren değil misiniz?.. Gazetenizin devamlı okuyucularındanım… Başarınızı tebrik ederim.” Gayet temiz ve ahenkli bir İstanbul şivesiyle konuşuyordu. Kompartımandan çıkmak telaşında olduğunu görerek valizleri fileden indirmesine yardım ettim.

Bana tekrar gülümseyerek, “Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim” dedi. “Otelde tekrar görüşmek üzere, izninizle…” Merakımı yenemeyerek, “Fakat siz hangi yoldan ve hangi vasıtayla gidiyorsunuz?” diye atıldım. “Kendi arabamla Beytüşşebap yoluyla… Allahaısmarladık!..” Kapıdan çıktı…

O sırada küçük masa üzerinde duran kitaplarımdan biri yere düşmüştü. Eğilip aldım. Bu, henüz sayfalarını açmamış olduğum Kızıl Puhu adındaki eserdi. Kapağında, kanlı hatlarla çizilmiş bir baykuş resmi vardı. Fakat bu baykuş son derece sanatkârane bir şekilde, güzel bir genç kadının portresiyle kaynaştırılmıştı. Kadının eşsiz bir çekiciliği olan iri siyah gözleri, insanın ruhunu uğursuz bir güçle büyülüyordu. Birden küçük dilimi yutmama ramak kaldı. Çünkü bu resimle, az önce kompartımandan çıkan kadın arasındaki benzerlik, iki su damlasından farksızdı. Altüst bir hâlde olduğum yerde kaldım. Kendimi toparlayıncaya kadar da, tren duraklamış olduğu Misis İstasyonu’ndan kalkmıştı.

Kitap elimde, kanapeye çöktüm. Artık ne borayı ne de şimşekleri görüyordum. Bütün o afet, kafamı saran binbir sual yıldırımı yanında sönük kalmıştı. Şahane güzelliğiyle beni bir anda cin gibi çarpmış olan o esrarengiz kadın ile elimdeki şu kitap arasında ne gibi bir ilişki vardı? Önce kitabın küçük macerasını hatırlamaya çalıştım. Bu kitap, Cengiz adındaki meçhul yazarı tarafından birkaç gün evvel bana kısa bir mektupla birlikte gönderilmişti. Hâlâ kitabın içinde duran mektubu çekip bir kere daha okudum:

Benzer İçerikler

Kimyager | Murat Özkan | Birazoku

yakutlu

Köprü

yakutlu

Dönüş | Cengiz Dağcı | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy