“Bir şapırtı duydu ve nefesini tuttu. Sonra, göz ucuyla bakınca, iskelenin kenarına bir çift elin tutunduğunu gördü. Ellerden birinin parmağında altın bir yüzük vardı. Tırnakları yeşilimtırak maviydi. İskeleden kalkmak ve var gücüyle kaçmak istedi ama oracıkta donakalmıştı.
Sonra bir ses onu Latince selamladı.
Bir oğlan sesiydi.
Bakmaya mecburdu.
Ellere doğru yaklaştı ve kenardan eğilip baktı.
Gördüğü şey karşısında tümüyle hazırlıksızdı, ağzı bir karış açık kaldı.
Hayatında gördüğü en güzel oğlandı. Yalnız belli ki tam bir oğlan değildi. En azından bir insanoğlu değildi. Onunla yaşıt, belki de biraz büyüktü. Sırım gibi yapılıydı, sadece ellerini kullanarak bedenini yarısına kadar sudan çıkarmıştı. Onun iskeleye niçin tümüyle tırmanmadığını tam merak ediyordu ki, pulla kaplı uzun kuyruğunu fark etti.
O bir deryaoğlanıydı.”
Büyükada’da yıkık bir yetimhaneye ustaca gizlenmiş kadim Mecusi İmparatorluk Akademisi… Marmara’nın, zehirlenerek soyları hızla tükenmekte olan deryagilleri… Kapadokya’nın yeraltı mağaralarında saklanmış efsunlu bir ayna…. İki ayrı dünyadan ebedi bir efsunla birbirlerine bağlanmış Eflatun’la Anteaeus… Sırdeniz… Bir kurtuluş, bir ayrılık…
“Gerçek” İstanbul’da “büyülü” bir maceraya hazır mısınız?
MARMARA DENİZİNDEKİ ADA
Tok düdüğünü öttürmesiyle birlikte vapur Kadıköy iskelesinden kalktı ve Marmara denizine doğru açıldı. Effie önünden akıp geçecek İstanbul’u seyretmek üzere ayaklarını tırabzana dayayarak yerine kuruldu. Babasıyla birlikte dışarıda oturmuşlardı, vapurun bordası boyunca uzanan dar sıranın sonuna. Vapurun bu tarafı, tarihî yarımadayı geçerlerken Ayasofya’yla Sultanahmet Camii’nin minarelerinin ve Topkapı Sarayı’nın istihkâmlarının göründüğü manzarayı gözler önüne serecekti. Galata’daki Bakanlık’ta sabah koşturmacalarının ardından, hele ki yanlarında bilgisayar donanımıyla Kadıköy’ü arşınlamalarından sonra denize açılmak iç açıcıydı.
Borda sırasındaki diğer insanlar çay içiyorlardı. Bazılarının elinde susamlı simit vardı; lokmalar koparıp vapurun yanı sıra süzülen martılara atıyorlardı. Vapur tam da sarayın ve camilerin bulunduğu yarımadadan geçmekteydi. Effie’nin babası, Marcus, manzarayı ıskalamasın diye onu dürttü. Hık demiş birbirlerinin burnundan düşmüşlerdi; sarışın, narin ve ecnebi kılıklıydılar. Kız on dördündeydi ve üzerinde bir tişörtle şort vardı, ayağında da espadriller. Adamın kılığı ise, gümüş çerçeveli gözlüğü, frak gömleği ve hâkî pantolonuyla âlimliğine yaraşır gibiydi.
Şehirden uzaklaşıp da Marmara Denizi’nin açık sularına çıktıklarında vapura yunuslar katıldı, bir dalıp bir çıkarak yanı sıra yüzdüler. Vapur tam güçle ilerlese de eşlik etmekte hiç zorluk çekmiyorlardı. Kız beş tanesini saydı. Bindikleri vapurun uğrayacağı dört adadan ilkinin yolunu yarıladıklarında, vapur önündeki yabancı bandıralı, uzun, siyah ve kırmızı dev tankerle yan yana gelip sallandı. Tanker, Hazar Denizi’nden taşıdığı petrol yüküyle suya gömülmüş, yavaş ilerliyordu. Aynı hizaya geldiklerinde tanker düdüğünü acı acı öttürdü. Elleriyle kulaklarını örten Effie bunu dostane bir karşılamaya yordu, ta ki vapur, tankeri geride bırakana dek, işte o zaman düdüğün nedenini anladı; bir gezi teknesi tankerin rotası üzerinde kalakalmıştı.
Teknenin kaptanı motoru çalıştırmaya uğraşıyor ama motor yanıt vermiyordu. Tanker tekrar düdüğünü çaldı. Rotayı değiştirmek için çok geçti. Vapurda sıraya oturmuş herkes ayağa fırladı ve kollarını sallayarak bağırmaya başladı. Effie elinden hiçbir şey gelmeyeceğinin ayırdındaydı, bu yüzden durumu sakince ölçen babasına baktı. “Beni perdele” dedi babası, diğer yolcuları başıyla işaret ederek. Effie yanlamasına döndü ve babasının yaptığını hiç kimsenin göremeyeceğini sağlama aldı. Babası çantasından her yeri gümüş kakmalı bir değnek çıkardı, kimseciklerin bakmadığından emin olmak için bir göz attı ve değneği yata doğrulttu.
Kız onun zihnen odaklanışını izledi. Saniyeler içinde motor hayata dönüverdi. Babası değneği tekrar çantaya sokmadan önce tekneyi çabucak kımıldatarak tankerden epey uzaklaştırdı, ardından da hiçbir şey olmamışçasına yerine oturdu. Effie de oturdu. “Şu tankerler tehlikeye davetiye çıkarıyor” dedi babası. Gözlüğünü çıkarıp alnını ovuşturdu. “Yukarı çıkıp çay içsek mi?” Kız başıyla onaylayınca alışveriş torbalarını topladılar, sıra boyunca oturan diğer insanların önünden zar zor geçerek vapurun üst katına çıktılar. Üst taraçalar doluydu, bu yüzden içeride bir pencere kenarına oturdular. Bir garson elinde çay bardakları dolu bir tepsiyle vapuru arşınlıyor, arada durup isteyene uzatıyor, boştaki eliyle de para üstü veriyordu. Marcus iki tane istedi. Çay ince belli küçük cam bardaklarda ikram edilirdi, her birinin kırmızı beyaz çizgili alt tabakları, altlıkların kenarında da iki tane küp şeker olurdu. Marcus çayına şekeri atıp bardağı kaşığıyla karıştırdı.
Effie çayını kıtlama içmeyi seviyordu, şekerden küçük bir ısırık alıp çayı yudumlaya yudumlaya içerdi. Marcus sırt çantasından bir kurabiye paketi çıkarıp ona uzattı. Kız ikinci kurabiyeyi alırken, “Vapura binmeyi seviyorum” dedi. “Ben de.” Çok küçük yaştan beri babasındaki tuhaflığın farkındaydı. Tanıdıkları arasında şehri mutat insanların usulüyle dolaşmayı seven tek mecus, babasıydı. İnsanların âdetlerine merak duyuyor, kızının da aşina olması için onu teşvik ediyordu.
Annesi yanlarında olsaydı, eve her zamanki yöntemle giderlerdi, yani Kız Kulesi’nden astral geçit yordamıyla. Babası astral geçidin İstanbul’da, hele ki mutat yöntemle seyahatin işkenceye dönüştüğü yerlerde çok faydalı olduğunu kabul etse de, adaya vapurla gitmek hoştu. Vapur Büyükada’ya yaklaştıkça adalarda durmaya başlamıştı artık. Yolcuların bir kısmı inerken az da olsa yenileri biniyordu. Effie uzaklara baktı, “Annemin vapurdan niye hoşlanmadığını anlamıyorum” dedi. “Yeni âdetlerden hoşlanmaz o” dedi adam. “Anne tarafın, Konstantinopolis, İstanbul olmadan çok önce buradaydı, hatta Konstantinopolis’den bile önce. Eskiden buralar…” Lafının tam burasında pencereden vapurun sol tarafını, dışarıda beton yığınına dönüşmüş sahil şeridini gösterdi, “… hep ormandı. Adamızda yaşayan kimsecikler yoktu.”
“Hayal etmesi zor” dedi kız. Aslında gözünde canlandırabiliyordu, çünkü babası adanın yakın geçmişte mecusilere ait olduğunu defalarca açıklamıştı. Kadim çağlarda bir mutat manastıra ve balıkçı köyüne izinleri vardı, bunun dışında on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek kendi geleneklerini özgürce uygulamışlar ve uluorta bir yaşam sürmüşlerdi. Sonraları buharlı gemi icat olmuş, mutat insanlar gelip adanın ormanlık kıyılarına revaçtaki evlerden ve koca koca otellerden dikmişlerdi. Şimdilerde yaklaşık on beş milyonluk nüfusa sahip İstanbul’un sakinleri için ada, gözde bir haftasonu ve yaz tatili mekânına dönüşmüştü. Çaylarını bitirdiklerinde, babası sabah satın aldığı kitaplardan birini çıkardı.
Effie, bilgisayar kitabı olduğunu biliyordu ama yine de sordu, “Ne kitabı o?” Babası başını kaldırmadan yanıtladı, “Bilgisayar programcılığı.” Bilgisayarları takıntı hâline getirmişti ve tüm yaz mevsimini çalışma odasına bir iletişim ağı kurarak geçirmeyi planlıyordu. “Kulağa sıkıcı geliyor.” Adam ona gözlüğünün üzerinden bakarak, “Eh, aslına bakarsan çok ilginçtir. Malum, hâlâ mutat insanlardan üstün olduğumuzu düşünürüz, oysa kanaatimce bizi gölgede bırakmaya başlıyorlar” dedi. “Öff, baba.” Bu babasının sakız ettiği bir konuydu: Mutat halk icatlarının nasıl olup da mecusilerin, yani dünyanın dört bir yanına dağılmış şamanların, efsuncuların, cadıların ve sihirbazların oluşturduğu bir toplumun asırlık gelenekleriyle aşık atacak düzeye geldiği. Bir diğer gözde konusu ise mecusi tarihiydi, ama Effie’nin ona itirazı olmazdı.
Babası Mecusi Güzel Sanatları ve Bilimleri İmparatorluk Akademisi’nde tarih okutmanı, aynı zamanda okul kütüphanesinin baş arşivcisiydi. Daima okurdu. Arada sırada bir şeye rastlayıp feryat koparır, sonra da yüksek sesle kızına ve karısına okurdu. Neredeyse bilmediği şey yoktu, bilmediği şey çıkarsa da ne yapar eder, hemen öğrenirdi. Karısı ona takılmayı severdi, ayaklı ansiklopedi adını takmıştı. “Ciddiyim” diye sürdürdü babası, kitabı yanındaki koltuğa bırakarak. “Örneğin elektriği ele alalım. Eskiden bir mecus odaya girip de ışık yarattığında akan sular dururdu.
Oysa şimdi bir düğmeye basmak yetiyor. Ya telefonlar? Biz kullanmıyoruz, o yüzden de eski iletişim yöntemlerine bel bağlamak zorundayız… astral geçitle seyahat eden kuryelere ya da güvercinlere. Geçmişte bunlar hızlıydı, gel gör ki telgraf zamanında bile mutat insanlar bizden öndeydiler.” Mecusiler öyle aygıtları kullanamıyorlardı, çünkü bünyelerindeki güç, elektrikli aletlerde kısa devreye yol açabiliyordu. İfşa olma riskine girmektense, çoğu, modern zamazingolardan mümkün olduğunca kaçınmaktaydı; bu da bir tür inanç sistemine dönüşmüştü. Buna rağmen Marcus, kütüphanesine bilgisayar yerleştirmenin bir yolunu bulmaya kararlıydı. Nihayet vapur Büyükada’nın neo-Osmanlı tarzındaki şatafatlı iskelesine yanaşıyordu. Rıhtımın öbür ucunda, demir parmaklıkların ardında, şehre geri dönmek üzere vapura binmeyi bekleyen bir kalabalık vardı; kalabalığın gerisinde ise restoranların uzandığı bir meydan. Mekânlar öyle doluydu ki, sahipleri dışarıya masa sandalye atmışlardı. Onların da ilerisinde, çınar ağaçlarının gölgesinde, atlı faytonlar müşteri bekliyordu. Fayton durağının bitişiğinde, Effie’nin sevdiği dondurmalardan satan, kırmızı güneş şemsiyeli küçük bir dükkân vardı. Alışveriş torbaları ellerinde meydanı yürürlerken, Effie,“Şu dondurmalı kocaman kâğıt helvalardan bir tane alabilir miyim?” diye sordu. Babası gülümsedi, “Ben de istiyorum.” İçleri dondurma dolu, yemek tabağı kadar büyük ve yusyuvarlak kâğıt helvalarını satın alınca fayton durağına yakın bir gölgeliğe sığındılar ve atları hayranlıkla izleyerek yediler.
Faytoncular onları selamladı ve eve kadar atalım mı, ister misiniz diye sordular, oysa ki evlerinin uzakta olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Adada çok az araba vardı. Akademi’den yayılan yoğun füsun, özel olarak elden geçirilmiş olanlar dışında tüm motorların çalışmasını imkânsız hâle getiriyordu. Dolayısıyla adada araba kullananlar yalnızca “yetmedi”lerdi. “Yetmedi”lerin adı yetersizliklerinden türemişti. Bir mecus ailesinde doğmalarına rağmen çok az gücü olan ya da hiç olmayan kişileri kibarca tanımlayan bir ifadeydi.
Yetmedilerin çoğu mecusi evreninde kalmışlardı ve kuryelik, tekne kaptanlığı ya da aşçılık gibi füsun gerektirmeyen işlere bakıyorlardı. Mecusi evrenini terk etmeyi seçenlerin efsunlanarak kökenlerini unutmaları sağlanmıştı. Adadaki yetmediler ise iki evren arasında yaşamaktaydılar. Mutat teknolojilere aşinaydılar ve Akademi’nin aksamadan işleyişine yardımcı oluyorlardı. Effie kâğıt helvasının kenarından eriyerek akan dondurmayı yakalamaya çabalıyordu. Babası onun bu hâline tam gülmeye yeltenmişti ki, kendi dondurmasının yere düşmesini engelleme derdine düştü. Effie dondurmasını nihayet zaptedince, “Annemi özlüyorum, ama o burada olmayınca daha eğlenceli” dedi. Annesi Asuman Büyüzade’ydi; yele gibi uzun siyah saçlı, uzun boylu, ciddi bir kadındı. Yalnızca siyah giyerdi ve daima kırmızı bir ruj sürerdi. Akademi’nin sahibi ve baş amiriydi. Sevecen bir anneydi, ancak emirler yağdırıp hepsine harfiyen uyulmasını talep etme eğilimindeydi. Irsi olarak bir tarafı, yörenin kadim efsuncularına, bir tarafı da Orta Asya’nın şamanlarına çekmiş ve her iki tarafın terbiyesini almıştı. Ailesi binlerce yıldır varlıklıydı ve Akademi’yi ta Roma İmparatorluğu zamanındaki Konstantin döneminde kurmuşlardı. Effie’nin babası İngiliz’di, keza o da köklü, varlıklı bir mecusi ailesinden gelmeydi.
On bir yaşından on sekizine dek İsviçre’deki Spitzenhausen Üstün Yetenekliler Akademisi’nde okumuştu. Spitzenhausen, genç mecusilere klasik Avrupa eğitimi veren özel bir okuldu. En yüksek dereceyle mezun olduktan sonra, dünyanın en geniş kapsamlı arşivine sahip Akademi kütüphanesinde araştırmalarını sürdürmek üzere İstanbul’a gelmiş, çok geçmeden tarih bölümünün başına okutman olarak geçmişti. Karısının, yerinde duramayan hareketli mizacına karşılık, o, araştırmayı ve yazmayı seviyordu. Effie onların nasıl olup da birbirlerine âşık olduklarını hep merak ederdi. “Annen harikulade bir kadındır.” Babası bunu bilir, bunu söylerdi. Yazlık evlerine çıkan yokuşu tırmanırlarken manava uğrayıp meyve aldılar. O yaz özellikle kiraz ve şeftali iyi mahsul vermişti. Marcus manavla birlikte birkaç tane küçük karpuzu şaplattıktan sonra en iyisi seçilip pazar poşetine konuldu.
O doğduğundan beri her yaz Marcus, yaz tatillerini mutat insanlar gibi geçirsinler diye, Effie’yi saray yavrusu Akademi tesisinden çıkarır, müstakil küçük bir koyu olan, deniz manzaralı aynı ahşap evi kiralardı. Annesi orada yaşamaya yanaşmıyor ve diğer mecusilerle beraber Akademi’de kalıyordu. Kocasının bu tercihini tuhaf bulsa da acayiplikle itham etse de, evin okula uzaklığı yalnızca yirmi dakika yürüme mesafesinde olduğundan onun bu kararını kabullenmişti. Görkemli yazlık evlerin bulunduğu ağaçlık geniş yol boyunca eve yürümeyi sürdürdüler. Evleri on dokuzuncu yüzyılda inşa edilmiş iki katlı ahşap, pencereleri ve saçakları yeşil bezemeli beyaz bir binaydı. Marcus ön kapıyı anahtarıyla açıp elindeki alışveriş poşetlerini içeri bıraktı ve mutlulukla içini çekti. Sıklıkla yaptığı gibi ışıkları düğmeden yakıp söndürdü ve elektriğin akışına hayran kaldı. Effie kedisi Minoş’u bulmaya gitti. Denize nazır oturma odasındaki pencerenin önünde, her zamanki geniş turuncu yastığın üzerinde yatıyordu. Bir gözü mavi, bir gözü de yeşil, beyaz bir kediydi.
Patileri havada, sırtüstü döndü, kız yanına oturunca da yalnızca yeşil gözünü açıp bakmak dışında hiç oralı olmadı. “Saat daha iki, akşam yemeğine kadar ne yapacaksın?” diye sordu babası. Kız ise onun ne yapacağını biliyordu: Alışveriş torbalarını açıp bilgisayar parçalarını birleştirmeye koyulacaktı.
Bu yaz, annesinden habersiz, evdeki çalışma odasına bir bilgisayar sistemi kurmuştu. Rahatsız edilmek istemeyeceğinden emindi. “Dışarı çıkıp Jülide’ye bakarım herhalde.” Jülide, ağaçlıklı sokağın birkaç kapı aşağısında yaşayan yazlık arkadaşıydı. Mutatlardan biriydi. Jülide’nin bildiği, Effie’nin ebeveynlerinin şehirdeki üniversitelerin birinde öğretmenlik yaptıkları ve yazlıkçı olarak da yıllardır adaya geldikleriydi. Dostlukları bu hikâye üzerine kuruluydu. Neredeyse burunlarının dibinde eski ve prestijli bir mecusi okulunun bulunduğunu, sıradan bir insanın bilmesine imkân yoktu. Okul, yüzlerce yıl önce yıkılıp harabeye dönmüş bir yetimhanenin döküntü ahşap cephesinin ardına ustalıkla gizlenmişti.
Aynı arazide, Roma çağı öncesinde, bir Yunan tapınağı varmış, içinde bir kâhin yaşarmış, ardından bir Zeus tapınağı yapılmış, sonra da ahşap bir Bizans manastırı. Manastır bir yaz günü kül olunca on dokuzuncu yüzyıl ortasına dek, uzun süre virane kalmış. Aynı dönem adaya gelen bir Fransız mecusi, devlet yetkililerine otel olacağını söyleyerek oraya devasa ahşap bir bina dikmiş. İnşaat izni almayı ihmal ettiğinden ötürü bina boş kalmış, ta ki 1800’lerin sonunda Balkan savaşlarında ebeveynlerini kaybeden çocuklara, sonra da yetimlere yuva olana dek. Şimdi de boş ve çürümeye terk edilmiş hâlde duruyordu; tek işlevi, -arazinin 1500 yıldır aralıksız yaptığı üzere- Akademi’ye paravan sağlamaktı.
…