Kemik | Michele Serra | Birazoku


Zayıf, sıska; patilerinin üzerinde zar zor ayakta duran bir köpek… Işıklar, gölgeler ve birtakım gizli şeylerle dolu ormanda yapayalnız yaşayan yaşlı bir adam… Yaşlı adam sürekli bu çelimsiz köpeğe yaklaşmak ister ama köpek her defasında korkuyla ağaçların arasında kaybolur. Yaşlı adam onunla yakınlaşmaya ona isim vererek devam eder. Köpeğe ismini yaşlı adamın torunu Lucilla hediye eder: Kemik! Çünkü o çok zayıftır, vücudundaki kemikleri görünüyordur. Kemik, yaşlı adamın ısrarla bıraktığı yemeği yer ama sonra bir hayalet gibi ortadan kaybolur. Ve sonra rüyalar devreye girer, binlerce yıl geriye götüren ve insanla kurdun ilk karşılaşmasına izin veren rüyalar…

İnsanla hayvan ve insanla doğa arasındaki olağanüstü ilişkinin tarihsel geçmişine götüren Kemik, sizi esrarengiz bir ormanın içinde rüya gibi bir dostluğa çağırıyor.

Bu hikâye otuz bin yıl önce başladı. Hikâyenin başında genç bir kadın ve genç bir adam, karların ortasında birbirlerinin karşısında durarak insanlar ve hayvanlar arasındaki yani insanoğlu ve doğa ana arasındaki ilişkiyi sonsuza dek değiştirecek çok önemli bir karar aldı. Genç kadının adı Vaşakpostu, genç adamın adı ise Bufalopostu’ydu. Onların adını hiç kimse hatırlamıyor artık. Kardaki izleri ise çoktan yok oldu. Yine de ben onların bir zamanlar gerçekten var olduklarından eminim. İsimlerini ben hayal ettim. Ya da yazdım. Hayal etmekle yazmak arasında pek fark yoktur zaten.

Var olan bütün hikâyeler, biz onları anlatmadan çok önce başlar. Her kitabın ilk sayfasından önce milyonlarca sayfa yazılmıştır ve her kitabın son sayfası henüz yazılmamış milyonlarca sayfadan önce yazılmıştır. Eylemlerimiz, düşüncelerimiz ve sözcüklerimiz geçmişten gelen ve gelecekte yok olacak upuzun bir yolun küçücük bir parçasıdır sadece. Hiçbirimiz bu yolun başını göremeyiz ve sonunun nerede olduğunu hayal edemeyiz.

Yolun bu parçasının uzun bir zaman içinde bu kadar kısa olması korkutucudur. Yine de yürüdüğümüz yol ne kadar küçük olursa olsun, adımlarımız geçmişi ve geleceği kapsayan bütün zamanı içinde barındırır çünkü bizim bütün eylemlerimiz, düşüncelerimiz ve sözcüklerimiz, bizden önce gelenlerin eylemlerinin, düşüncelerinin ve sözcüklerinin meyvesidir. Bütün bunlar, aynı zamanda, dünyanın geleceğidir. Hayatınızda mutlaka bir köpeğin başını okşayacaksınız. Sizden önce de insanlar ellerini sayısız kez bir köpeğin başına uzattı. Belki bu size çok sıradan bir hareket gibi gelebilir. Ama aslında öyle değil. Bu hikâyeyi okuyacak kadar sabırlı olabilirseniz size nedenini anlatmaya çalışacağım.

YASLI
ADAM VE
ORMAN

Mayıs ayında pırıl pırıl bir bahar günüydü. Yaşlı bir adam, güneşli ve rüzgârlı bir öğle vaktinde, büyük bir şehrin kıyısında yer alan evinin önündeki çimenlerde bir şezlonga uzanmış dinleniyordu. Yaşlı adamın evinin arkasında bir yığın bina, yol ve araba vardı. Önünde ise doğa uzanıyordu. Yaşlı adam düzenli ve ışıltılı şehir ile dağınık ve karanlık ormanın arasında yaşıyordu. İnsanlara ait olan ve insanlara uygun olarak inşa edilmiş bir dünya ile diğer bütün yaşam formlarına uygun olarak şekillenmiş vahşi yaşamın tam ortasındaydı. Ormanda inanamayacağınız kadar çok canlı çeşidi bulunur. İnsanlar, gözlerden uzak yaşamayı tercih eden bu canlıların çok azını tanır ve onların çok azını evcilleştirebilmiştir. İşte bu yüzden orman gizemlidir.

Canlıdır ama kendi hâlinde yaşayıp gider. Yaşlı adamın gözleri kapalıydı ama gözlerini açacak olsa ormandaki ağaçların rüzgârda sallandığını görebilirdi. O gün rüzgârın sesi, normalde bir dalga gibi evine kadar gelen trafiğin uğultusunu bastırıyor, insanlarla dolu şehrin sesini alıp götürüyordu. O öğle vaktinde dünyada sadece ağaçlar ve rüzgâr vardı sanki. Yaşlı adam, dünyada ağaçlarla ve rüzgârla tek başına kaldığını hissediyordu ve kendini bu ıssız doğanın kucağına bırakmak hoşuna gidiyordu. Yaşlı adam, uzun süren bir hastalıktan sonra sağlığına yeni yeni kavuşuyordu. Aynı hastalık başka birçok insanı yatağa düşürmüş, onları kuru otlar gibi yere savurmuştu. O kadar çok insanın ölümüne neden olmuştu ki, televizyonda ve internette bu hastalıktan başka bir şeyden bahsedilmiyordu artık.

Aslında bu dönemde ölüm düşüncesi pek gündemde değildi. İnsanlar o kadar meşguldü ki durup ölümü düşünecek zamanları olmuyordu. Zaten yaşlı adam da hasta olunca çok şaşırmıştı. Sağlıklı olmaya o kadar alışmıştı ki neredeyse hasta olduğuna inanmayacaktı. Biraz da korkmuştu ama korkmaktan çok afalladığını, kafasının karıştığını hissediyordu. Bu hastalık yüzünden kaybolmuştu da yolunu bulamıyordu sanki. Aslında yaşlı adam o kadar da yaşlı değildi ama gelecekte yaşayacağı yıllardan çok daha fazlasını yaşamıştı. İçinde hem mutluluklar hem de üzüntüler taşıyordu.

Hayatında sadece yaşlıların bilebileceği belli bir noktaya gelmişti; yapılacak her şeyi yaptığına, görülecek her şeyi gördüğüne, duyulacak her şeyi duyduğuna inanıyordu. Gelecekten hiçbir şey beklemiyordu artık. Ama yoo, aslında beklediği, çok istediği bir şey vardı. Torunu Lucilla’nın onu ziyarete gelmesini çok istiyordu. Torununu daha önce hiç kimseyi sevmediği gibi seviyordu. Belki birkaç yıldır yanında olmayan karısından, hatta uzaklarda oturan ve pek sık görmediği çocuklarından bile çok seviyordu onu.

Yaşlı adam o öğle vakti gözleri kapalıyken de gülümseyerek Lucilla’yı düşünüyordu. Onun siyah, kıvırcık saçlarını, canlı sesini, enerjisini, heyecanla koşup oynarken birdenbire ciddileşiverdiği anları düşünüyordu. Lucilla bazen hiç kıpırdamadan gece gibi koyu renkli ama yıldızlar gibi ışıltılı gözlerini birine ya da boşluktaki bir noktaya çevirirdi. Böyle zamanlarda yaşlı adam, yedi yaşındaki küçük bir kızın büyüklerin bile pek sahip olmadığı böyle bir yeteneğe (yani sessizce dalıp düşünme becerisine) sahip olabilmesine şaşırırdı.

Hepimiz sessizce dalıp düşünebilseydik dünya çok daha iyi bir yer olurdu. Lucilla birkaç gün sonra geldiğinde dedesi onun kırlarda hiç durmadan koştuğunu, çimenlere oturduğunu görecekti. Küçük kız bir papatyaya, bir dala, bir çekirgeye ya da çocukların büyüklerden çok daha kolay fark ettiği önemsiz gibi gözüken muhteşem bir şeye dalıp gidecekti. Belki de çocuklar yere çok daha yakın oldukları için toprağı daha iyi görebiliyorlardır. Yaşlı adam, gözleri kapalıyken izlediği görüntülerde Lucilla’nın kıvırcık saçlarının rüzgârda dans ettiğini görüyordu.

Yaşlı adam, tam uykuya dalmak üzereyken dışarıda yalnız olmadığını hissetti. Aslında duyduğu bir ses ya da bir kıpırtı yüzünden kapılmamıştı bu hisse. İçinden gelen küçük bir uyarıydı bu. İnsanoğlunun konuştuğu dillerde bu hissi tam olarak ifade edebilecek bir sözcük yok. Hayvanların uyurken etrafta birileri olduğunu hissettiklerinde birdenbire sıçramalarına neden olan küçük, gizemli bir his bu. Biz insanlar da eskiden –ama çok çok eskiden– bu tür ani sıçrayışları çok iyi biliyorduk. Etrafta yırtıcı bir hayvan olduğunda içimizde beliren bu uyarı sayesinde kaçabiliyorduk ya da avlamak istediğimiz hayvanın peşine düşebiliyorduk. Oysa artık bunu nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Başka birçok şey öğrendik ama artık biri bizi uyurken izleyecek olsa bunu fark edemiyor, mışıl mışıl uyumaya devam ediyoruz. Artık bu kadar tetikte, tedirgin olmamız gerekmiyor. Artık hayvan değil, insanız. Artık evlerimizde, sıcacık ve tertemiz yataklarımızda güvenle uyuyoruz.

Yine de yaşlı adam, o gün, birinin onu izlediğini hissetmişti. Yaşlı adam, üzerindeki uyuşukluğu attı ve güneş ışığıyla kamaşan gözleriyle etrafı yokladı.

Benzer İçerikler

Ulus | Terry Pratchett | Birazoku

yakutlu

Kayıp Yakut Taşı | Semra Atasoy

yakutlu

Bir Sorum Var – Nasıl? | Mehmet Yaşar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy