Bir Kadın Bir Ses / Türkiye’de Bir Kadının Varolma Savaşı | Doğan Cüceloğlu


Doğan Cüceloğlu’un elinden sıradışı bir yaşamöyküsü.. Bu kitap, bir kadının, üstelik Toroslar’ın bir köyünde doğan bir kadının, hayatının her evresinde karşılaştığı zorluklar, engeller, acılar, kısaca hayat karşısındaki direnişini anlatmaktadır. Okuyabilmek için on üç çocuklu babayı ikna etmek gerekiyordu; üstelik o bir kız çocuğuydu ve o yörede kız çocukları okutulmazdı. Çözüm erkek gibi olmaktı; saçlar kısacık, altında pantolon, ayakta postallar, adımlar rap rap… Bu sefer de komünist diye askeri mahkemede yargılanmalar.. Kendisine bir kez bile adıyla hitap etmeyen bir kocaya karşı verilen otuz yıllık bir varolma savaşı.. Bu inanılmaz etkileyici yaşamöyküsü çok konuşulacak..

Türkiyeli Kadın

Ve ben Türkiye’de
Türkiyeli kadınım
Bahtı karalıyım
Bana bir çember çizdiler
Yetmedi. “Yetmez!” dediler
Zincirlere vurdular
Bir adım değil
Bir ayak boyu bile
Çıkamam dışarı
Konuşamam, düşünemem gönlümce
Başkaları düşünür
Konuşur başkaları
Karar da verirler yerime
Ben neyim ki
Neyim ki ben
Eşya kadar da yoktur kıymetim
Mutfakta aşçıyım
Yatuktu kadınım
Doğururum, anayım
Tarlada ırgatım
Yine de ben neyim ki
Neyim ki ben
Karşı koyamam
Olmaz diyemem
Namus uğruna
Bir Sokma, bîr hırka
Bir de dört duvarlı dam olursa
Aldırmam dayağa, küfre
Ahimihimahyım
Ayşe’yim, Fatma’yım, Elifim
Sultanım ben
Kadri kıymeti olmayan
Sultan’ım ben, Sultan…
Alır da giderim başımı
Arkama bakmadan
Çoluk çocuk kalırmış
Kalırmış boynu bükük
Kocaymış dinlemezmiş
Hep dediği olurmuş
İsterse döver, kovarmış
Bir başkasını  alırmış
Köle miyim ben
Alır da giderim başımı
Giderim bu diyarlardan

1
O Şiirin Öyküsü

İmza gününde bana armağan ettiğiniz “Türkiyeli Kadın” şiirinin bir öyküsü vardır herhalde, onu anlatır mısınız?

Evet Doğan Bey, size verdiğim o şiirde bütün duygularım var. Onlar, yaşadıklarımın ve gözlemlerimin ifadesi, öyküsü ise şöyle: 1999’un bir ilkbahar akşamıydı. Eşim ve çocuklarım evdeydi. Bir odaya çekildim. Duygularım karmakarışıktı. Yapayalnız hissediyordum kendimi. Tutsaktım. Yaşamımı kendim inşa edemiyordum, hayal edilmiştim tepeden tırnağa, talan etmişlerdi beni. Tarifsiz bir acı içindeydim, dayanamıyordum artık. Ruhum, yüreğim kan ağlıyordu! Ancak, biraz geç de olsa bir karar aldım; artık ruhumu, yüreğimi, bilincimi kimse tutsak edemeyecekti.
Eşim aşka, barınakla, parayla ruhumu satın aldığını düşünüyordu. Ben onun sahip olduğu bir eşyaydım, insan eşyasını istediği gibi kullanır, hakkında istediği kararları da verirdi. Eşyaya mı soracaktı, hoşnut musun, değil misin diye? Oysa ben bir insandım; ruhum özgürdü, kutsaldı… Artık hiçbir servetin gücü ruhumu satın alamaz hiçbir şiddet ona boyun eğdiremezdi.
Aslında yalnız da değildim. Binlerce kadın vardı hiçleştirilmiş; onları da düşündüm, onlar için de sızladı yüreğim. Nasıl olur da insanın bilinci, yüreği, ruhu sökülüp ayrılırdı bedeninden?… Ve zorbaca el konulurdu içi boşaltılmış kovan gibi. Sadece gölge gibi yaşar mı insan? Sadece nefes alıp vermek yaşamak mıdır? Kadın için ıstıraptan, çileden başka bir şey yok mudur bu hayatta? Bu duygular içinde “Türkiyeli Kadın” çıktı ortaya! Tabii o gün yaşadıklarımdı beni bu duygu seline kaptıran.

Ne olmuştu o gün?

Evlendiğimden itibaren ailemi çok az görüyordum. Ne istediğim zaman gidebiliyordum, ne de onlar gelebiliyorlardı. Eşim sınır, hatta yasak koymuştu. Hasrettim, özlem duyuyordum aileme. O günlerde Münevver Ablam’ın kızı Sultan ağır hastaydı.
Hatay, Erzin’de oturuyordu. Durumu ağırlaşınca Adana’ya sevk etmiş doktorlar. Hastaneye yatırmışlar.
Meryem Ablam da Mersin’den Adana’ya, Sultan’ı ziyarete gelmiş, telefonla aradı beni, “Ben Sultan’ı ziyarete gidiyorum, sen de gel birlikte gidelim,” dedi. Ben de, “Ablacığım bize gel, birlikte gidelim,” dedim. “Eniştem tatsızlık yaratır, gelmeyeyim,” dediyse de ablamı zorla bize gelmeye ikna ettim, eşim bizi hastaneye bırakabileceğini söyledi. Biz gideriz dedikse de dinlemedi, bizi hastaneye bıraktı. Ablam da ben de teşekkür ettik.
Sultan’ın eşiyle hastanenin bahçesinde karşılaştık. O kendi âleminde. Hasta yatan eşine ölmüş gözüyle bakıyor. Hatta birini ayarlamış bile evlenmek için. Bir söz vardır, “Komşun seni var sever, kocan seni sağ sever,” diye. Sultan’ın sağlığı bozulunca adam da kaldırıp atmış onu sanki.
Ablamla Sultan’ın yanına çıktık. Bizi görünce çok sevindi. Sarıldık, Öptük. Üçümüz de hüngür hüngür ağladık; bir yandan da iyileşeceksin, her şey güzel olacak, yalnız değilsin arkanda biz varız gibi sözler ediyoruz. Bir süre daha yanında kaldıktan sonra ayrıldık. Orada gördüm ki, Sultan kendini kocasına ve çocuklarına feda etmişti. bir gün olsun kendisi için yaşayamadı. Ne arzuları ne de istekleri yerine geldi. Tutsak olarak biliyordu kısacık ömrü… Hiçbir zaman varolamadan, bir insan olduğunu ve sadece bunun için bile değerli olduğunu hissedemeden ölüp gitmek “Türkiyeli Kadın”ın kaderi miydi? Yazık olmamış mıydı gencecik Sultan’a.
Eve dönerken sağanak yağmura tutulduk, sırılsıklam olduk. Yollar diz boyu yağmur, çamur. Bir an önce eve gitmeyi, ıslak giysilerden kurtulup şöyle bir bardak sıcak çay içmeyi düşünüyorduk. Bu umutla eve geldik. Çayımızdan bir yudum almıştık ki, eşim çok alkollü olarak geldi. Öfkeliydi, söylenmeye başladı, kızıyordu bana.

Ne oldu ki kızacak, neden kızıyor?

“Ablalarının peşinden koşup bizi ihmal ediyorsun! Şimdi def ol git!… Hadi kurtarsın ablaların seni?” diyor, üzerime saldırıyordu. Ablam çok korktu, geldiğine pişman olmuştu. Kolumdan tuttu, kapıya yöneldik. Ablam, beni korumak, kurtarmak istiyor. Ben arada kaldım. Mehmet de öteki kolumu çekiyor, bir taraftan da ablama, “Sen karışamazsın, döverim de söverim de, istediğimi yaparım, bu evin erkeği benim! Sen def ol git, bîr daha gelmeyin evime! Ben sizin evinize geliyor muyum? Ne biçim insansınız…” diye bağırıyordu.

Kendi götürmüştü ama?

Evet, kendi götürdü, ama eşim alkol aldığı zamanlar içinden geçenleri açıkça söylüyor ve uyguluyordu, isteyerek götürmediği ortadaydı. Neyse, biz kapının önünde arbede yaşadık, hırpaladı beni. Komşular duyacak diye bizden vazgeçti, girdi içeri, kapıyı yüzümüze kapattı. Ablamla komşuya çıktık. Perişanız. Ben kendimi tutamıyor, ağlıyorum. Ablam, “Böyle bir hayat olur mu? Nasıl çekiyorsun bu adamı? Senin canın tehlikede!” diyor, o da ağlıyordu. Aradan bir saat kadar geçti, “Hadi abla gidelim, sakinleşmiştir,” dedim. Ablam, “O eve bir daha girmem!” dedi. Yağmurdan ıslanan giysilerinin yerine bizden giydiği kıyafetlerle Mersin’deki evine gitti.
O gün oğlum Yılmaz ile kızım Melis arkadaşlarıyla pikniğe gitmişlerdi. Ben onlar gelmeden evde olmak istiyordum ki, geçirdikleri güzel gün berbat olmasın. Eve girdiğimde eşim sızmıştı. Çektiğim acılar umurunda bile değildi. O rahat rahat uyuyordu. Önce eve giren yağmur sularını temizledim. Ardından, Sultan’ın hastaneden getirdiğim çamaşırlarını makinede yıkamaya korktum, “kızar” diye, elimde yıkadım. Bir yandan bu ülkede kadın olmak ne demek, diye düşünüyordum. Kendimden aldığım her yanıt beni acıya boğuyordu. Bu ülkede kadın olmak, dört duvarlı damda mahkûm olmaktı; baskı altında olmaktı… Ve namus uğrunaydı bu mahkûmiyet.
Maalesef bazı kadınlarda da paraya, pula. servete, lüks bir yabama kendiliğinden bir teslimiyet var. Bence bunun adı “kendinden vazgeçmekti”. Ben kendimden vazgeçmedim! Mutsuzluğumun, haksızlığa uğradığımın bilincindeydim. Her zaman baş kaldırdım, çoğu zaman acımasızca ezildi başım. Bir savaşın içindeydim, bunu biliyordum. Var gücümle savaştım ama olmadı, hiçbir şey düzelmedi! Yenik düşen yine ben oldum, ama hiç değilse savaştım da yenildim…
Daha önce de söylediğini gibi. işim bittikten sonra bîr odaya çekildim ve ortaya “Türkiyeli Kadın” şiiri çıktı.

Ne iş yapıyordu eşiniz?

Amerikan İncirlik Hava Üssü’nde mekanik serviste tamir ustasıydı.

Şiir yazmaya ilk ne zaman başladınız, yazdıklarınızı insanlarla paylaşıyor musunuz?
İlkokulda başladım yazmaya. Ismarlama şiirler yazardım arkadaşlarıma, onlar da sevdiklerine verirlerdi kendileri yazmış gibi. Sonra da hep yazdım.  yazdım, ama yırttım sonra. 2000 yılının Mart ayında Anne Çocuk Eğitim Vakfı AÇEV’in işlevsel okuryazarlık eğitim seminerine katılmak için Ürgüp Göreme’ye gittim. Orada Adana, Batman, Diyarbakır, Hatay, Kayseri, Ankara, Samsun, Bursa’dan gelen eğitim gönüllüleriyle tanıştım. Ertesi akşam otelin lobisinde arkadaşlarla kendi aramızda eğleniyoruz, sırayla kim ne biliyorsa şarkı, türkü, fıkra söylüyor. Sıra bana geldiğinde, “Arkadaşlar ben size kendi yazdığım bir şiiri okumak istiyorum,” dedim. “Tamam,” dediler. “Türkiyeli Kadın”ı okudum! Çok etkilendiler, hepsine bir hüzün çöktü! “Kadını herkesin anlayacağı bir dille, çok iyi ve güzel anlatmışsın,” dediler. Ve ondan sonraki günlerde de birkaç kez istek üzerine okudum; şiirlerini bir kitapta topla diyerek yüreklendirdiler beni.

Benzer İçerikler

Portakal için Mutluluk Kayısı Olmak Değildir | Catherine Preljocaj, Feyza Tulga

yakutlu

Ermiş, Sörfçü ve Patron -ROBIN SHARMA

yakutlu

Biz Aslında Neyiz? | Hüseyin Tunç

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy