Fatih Sultan Mehmet’i yetiştiren muhteşem ekip.
Çılgın Arşimet’in Roma ordusuna karşı mücadelesi.
Matematiğin babası Pisagor ve öğrencilerinin yakılarak öldürülmesi.
Aristo‘nun, öğrencisi Büyük İskender’i tanrı olduğuna inandırması.
Devletlere ömür biçebilen İbni Haldun efsanesi.
İbn-i Rüşt’ün Katolik inancını sarsması ve Protestanlığın doğuşu.
Ortaçağ Avrupa’sında matematiğin Müslümanların icadı olması.
Papa 2. Pius – Fatih Sultan Mehmet mücadelesi.
Kristof Kolomb’un keşif için Osmanlı İmparatorluğundan yardım istemesi.
Teknoloji harikası bir ordunun başında muhteşem bir komutan, Yavuz Sultan Selim.
Çar Deli Petro’nun işçi kılığına girip Avrupa teknolojisini keşfetmesi.
Kaptan Scott ve ekibinin insanlığa ders veren yolculuğu.
Padişahı evire çevire döven bir hekim Razi.
Bütün bu ilginç tarihi olaylar bir psikolojik Danışmanın bakış açısıyla ve akıcı bir üslupla yeniden kaleme alındı.
İÇİNDEKİLER
BiRiNCi BÖLÜM
Sayıların Babası.
Yaşlı Kaçık.
Bir Bilim Kadını.
Aristo’nun Öğrencisi.
IKÎNCİ BÖLÜM
Sosyolojinin Babası.
Muzip Bir Dahi
Avrupa’yı Değiştiren Filozof
Çağlan Değiştiren Öğrenci.
Fatihin Öğretmeni.
Avrupa da Matematik.
Büyük Fethin Topçusu
Dava Adamı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Altın Hırsına Yenilen Kâşif.
İşçi Kılığında Bir Çar.
Çılgın Doktorlar
İnsanlığın Alkışladığı Kimyager
Sarıklı Şövalye
Karlara Gömülen Kâşif.
KAYNAKÇA
ÖNSÖZ
Büyük oğlum Emirhan henüz beş ala yaşlarında idi. Araba ile Altunizade’den Üsküdar sahiline iniyorduk. Sıcacık baba oğul sohbetimize bir kaç dakikalığına ara vermiştik. Sonra ufaklık derin bir nefes alıp;
Baba ya, şu Türklerin kafası hiç çalışmıyor! dedi.
Allah Allah! Bu da nereden çıkmıştı şimdi. Çocuğun küçücük aklından neler geçiyordu acaba? Dikiz aynasını arka koltukta oturan çocuğun yüzünü görebileceğim şekilde ayarlayıp sordum;
Neden öyle düşünüyorsun oğulcuğum?
Onun kendisi ile, vatanı ve kültürü ile barışık olması önemliydi benim için. Ve zaman zaman bu konularla ilgili inanılmaz keyifli sohbetler yapardık. Afacan soru şeklimi ve ses tonumu hemen analiz etmişti.
Yani hayır, tamam biraz çalışıyordur ama sanki çok çalışmıyor bence. Yani bana öyle geliyor, dedi
Küçük yavrum benim üzülmemem için konuyu toparlamaya çalışıyordu.
Neden öyle düşündün yavrum, söylesene babana? Çocuk artık kendini tutamıyordu.
Ya baba baksana! Yoldaki bütün arabalar yabancı. Alman, Fransız, italyan, Japon. Hiç Türk arabası yok. Neden bizim kendi arabamız yok?
Çocuğun sesindeki öfkeyi ve hayal kırıklığını algılamak için psikolog olmaya gerek yoktu. Yutkundum şimdi ona makul, mantıklı onun körpecik yüreğini incitmeyecek bir cevap vermeliydim. Çünkü o daha altı yaşındaydı ve ben onun babasıydım. Elinizdeki kitap yavruma ve yavrulanmıza verilmiş cevaptır.
On beş yıllık hekimim ve uzun yıllardır da eğitim danışmanlığı yapıyorum. Yurt içi ve yurt dışı pek çok hocadan bu anlamda eğitim aldım. Psikoloji mastın yaptım. Özellikle Osmanlı coğrafyası başta olmak üzere öğrencilerim için pek çok ülkeyi gezdim, gördüm. Bizim açımızdan tarihi önemi olan pek çok gizli kalmış ilginç olayı, bizzat yerinde araştırdım ve kayıt altına aldım. Küçük oğlumun sorusunun cevabı ise insan gerçeğinde saklı idi. Gerçekten biz Türklerin kafası bir Alman, bir Fransız kadar çalışmıyor muydu? Yoksa sorun başka bir yerde miydi?
Yeryüzüne gelmiş en büyük mucize insandır. Her dinde her inançta insan kutsaldır. İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran ve onu mucizevî kılan özellik ise öğrenme yeteneğidir. Yaşamın kaynağı, amacı, tılsımı “öğrenmektir, bilmektir, bilgi”dir. Tarih boyuncabilgiyi elinde tutan toplumlar yükselip kendihayatlarına ve tüm dünyaya yön verirken bilgiden ve öğrenmekten uzak kalan toplumlar ise yönetilir, sömürülür, ezilir. Alın teri, göz nuru ve emek evrensel şifredir. Kim bu şifrenin hakkını verirse din, dil, ya da ırkı ne olursa olsun mutlu olmayı, onurlu olmayı ve güçlü olmayı hak eder.
Bu gerçekleri tarihi örnekleriyle izah eden elinizdeki kitap 3 bölümden oluştu.
Birinci bölümde Antik Çağı inceledik. Bu dönemde bilgi yani güç; Keldanilerden, Eski Mısır ve Eski Yunan medeniyetinden beslenen bilgelerde toplanmıştı.
İkinci bölümde yani orta çağda ise bilgi ve güç; Eski Mısır ve Yunan medeniyetine Eski Hint ve Çin Medeniyetini de ekleyen ye kendi dağarcıklarında hepsini harmanlayıp zenginleştiren İslam medeniyeti vardı.
Üçüncü bölümde ise Rönesans ile aydınlığa kavuşan ve o zamana kadar dünyada birikmiş tüm bilgiyi çok çalışarak tek eline alan, batı medeniyetinin bilgeleri vardır.
Hastane, danışmanlık, eğitimler ve kitap çalışmaları… Bunca yoğun tempo altında çalışırken bana sıcacık bir yuva sunan fedakâr eşim Meltem ve hayat kaynağım olan yavrularım Emirhan ve Yusuf Alp’e sonsuz teşekkürler ediyorum; iyi ki varsınız.
Dr. Faruk Öndağ Libadiye 2008
SAYILARIN BABASI
Tarih ona hem “Sayıların Babası” hem de “İlk Filozof ismini veriyor. “Sayıların Babası”nın gizemli bir çekiciliği vardı. İnsanlar kolayca onun etkisi altına giriyordu. Tertemiz beyaz keten elbiseleri, uzun boyu ve şüphesiz inanılmaz karizmasıyla gittiği yerde insanlar kolayca etrafında toplanıyor, onun gibi yiyip onun gibi giyinip onun gibi düşünmeye başlıyorlardı.
M.Ö. 560’lı yıllarda İtalyan’ın Craton şehrinde olağan bir gün yaşanmaktaydı. Canlı bir ticaret merkezi olan Craton’da o gün güneş yakıcılığını had safhaya çıkarmış, sokaklardaki insanlar onun hışmından korunmak için kendilerini gölgeliklere atmıştı. İnsanlar tembel tembel dinlenmekte, ülke yönetimi, bastıran feci sıcaklar ve tabii ki ticaretle ilgili hararetli tartışmalar yapmakta idiler. Şehrin kalbinde, ana caddede elli yaşlarında bir adam güneşe aldırmadan yavaş yavaş yürüyordu. Adam uzunca boylu, uzun beyaz saçlıydı ve tuhaf beyaz bir elbise giymişti. Adam koltuğunun altında rulo halinde kağıtlarla olabildiğince yavaş, hatta dikkat çekecek kadar yavaş bir şekilde yürüyordu. Önce gölgede yatmakta olan çelimsiz bir köpeğin dikkatini çekti adam. Köpek şansını denemek istercesine yattığı yerden doğruldu, sonra kendiside pek inanmayarak tehditkar bir edayla biriki havladı. Adam umursamayınca “aman canım sen de” der gibi gölgedeki köşesine tekrar çekildi. Köpeğin havlaması üzerine birkaç dükkan sahibi kafasını çevirip baktığında tuhaf adamda onlara para kazandıracak bir tüccar havası olmadığını hemen anladılar.
Adam alışık olunmadık ama şüphesiz etkileyici bir kıyafetle, yüzünde tuhaf bir ifade eşliğinde dükkanların önünden geçti. Hafif kısık gözleri ile sanki bir şey arıyormuş da sadece ona odaklanmış, sanki dünyadaki hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi. Neden sonra tuhaf adam çarşının sonundaki demirci dükkanının önünde takıldı kaldı. Demirci, işinde şehrin en iyisi idi. En güzel zırhlan, kılıçlan her türlü demir aksamı çok güzel bir şekilde ve üstelik de zamanında yapıp teslim ederdi. O yüzden müşterisi çoktu ve dolayısıyla öğlen sıcağına rağmen onun çalışması gerekiyordu. Para da önemliydi ama malı teslim ettiği anda müşterinin gözündeki beğeni ifadesi çok daha değerliydi onun için.
Selam sana demirci!
Demirci sesle irkildi, kapının önünde uzun boylu beyaz tuhaf elbiseli, değişik bir adam, yüzünde ilginç bir tebessüm ifadesiyle ona bakıyordu. Bir anda nasıl cevap vereceğini bilemedi. Oysa yaşlı dünyadaki yüzlerce şehirde yaşayan bütün insanlar bilir ki, verilen selam saygıyla alınmayı hak ederdi. Ama o cevap veremedi… Yaşlı adamın da bunu umursadığı pek söylenemezdi doğrusu. Yaşlı adam son derece doğal hareketlerle içeri girdi, köşedeki gölgelik yerde özenle serilmiş kilimlere yöneldi. Demirci çalışırken bazen vaktinden önce gelen değerli müşterilerinin dinlenmesi için özel olarak hazırlamıştı o köşeyi. Yaşlı adam çoktan köşedeki yerini almış, demircinin ilk kez gördüğü bir oturma şekliyle bağdaş kurmuş oturmuştu bile.
O andan itibaren yaşlı adam hiçbir şey demedi, demirci de öyle. Sadece tuhaf misafirinin “buyurun, devam edin” dercesine elini uzattığı görüldü ve genç demirci bu direktife uyarak içinde garip bir heyecanla çalışmaya devam etti. Bir süre sonra demirci ustası yine kendini yaptığı işe kaptırıp gitmişti. Körükle ateşi kuvvetlendiriyor, makasla kor haline gelmiş olan demiri yaptığı işe göre farklı büyüklükte çekiçlerle, bazen bütün gücü ile bazense minicik bir çekiçle okşarcasına zarif darbelerle dövüyordu. Yaşlı adam yaklaşık iki saat hiç kıpırdamaksızın sessizce köşesinde oturdu. Demirden çıkan sesin tınısını dinledi. Sonra koltuğunun altından, parşömenlerin arasından “heptakord”unu çıkardı. Tellere dokunuyor, onların tınlamasını gözü kapalı dinliyordu. Demirci birkaç kez mola vermiş, bu arada yaşlı adamı meraklı gözlerle seyretmişti. Belki aynı dükkandaydılar ama kesinlikle aynı dünyada değildiler. İki adam akşama kadar hiç konuşmadı. Her ikisi arasındaki tek iletişim demircinin örs sesleri ile yaşlı adamın “heptakort”undan yükselen değişik tınılardı. Akşamüstü demirci yaşlı adamın dükkanından sessizce çıktığını fark edemedi. Oturduğu minderin üzerinde ise dört adet Mısır altını pırıl pırıl parlarken gün boyu dükkanda yankılanan sesler yaşlı adamın parşömenlerinde rakamlarla kaydedilmişti bile.
Esrarengiz adamı Cratonlular’ın tanıması çok uzun sürmedi. O, Babil’in, Mısır’ın bütün şehirlerini harmanlamış, yirmi iki yıl Mısır’da eğitim gördükten sonra ünlü matematik şehri Byblonya’da üstadlık seviyesine çıkmış bir bilim adamıydı. Çok değil birkaç yıl içinde şehrin en zeki gençleri bu gizemli adamın çevresinde bir halka oluşturmuştu bile. Ama o halkaya girmek o kadar kolay değildi.
Genç Anaksimandros kararlıydı. Mutlaka onun öğrencisi olmayı başaracaktı. Ağır bilim ve beceri sınavlarını geçmişti. Şimdi yapması gereken şey sadece şehrin dışındaki eski limanda sahile vurmuş batık bir gemiyi bulmaktı. Orada kendisi için saklanmış olan mektubu bulacak ve görevlilere teslim edecekti. Cebindeki som altından yapılmış, beş köşeli yıldızı (pentagram) eliyle yokladı, yüzüne tatlı bir tebessüm yayıldı. Pentagram okulun gizli simgesi idi ve canı pahasına onu korumalıydı. Şansına o akşam gerçekten çok soğuk idi. Rüzgar buz gibi esiyor, bazen gökyüzü dondurucu birkaç yağmur damlasını da insanın yüzüne çarpıyordu. Eski liman bölgesi şehir halkı için pek makbul bir yer değildi doğrusu. Bölgenin hırlısı hırsızı, serserisi orayı mesken tutardı. Oranın lanetli bir yer olduğu, geçmişte korsanların orada yaptığı acımasız katliamlar nedeniyle boğazlanan zavallı çocukların, kadınların ruhlarının hâlâ orada dolaştığı ve intikam almaya çalıştığı söylentileri şehirde pek yaygındı.
“Aman canım sen de” diye düşündü genç adam. O, böylesi uyduruk inançlara kulak asmayacak kadar aydın bir gençti. O, gözüyle gördüğüne, eliyle tuttuğuna inanırdı. Sahile doğru hızlı adamlarla yürümeye başladı. Soğuk hava, buz gibi esen rüzgar ve artık yüzünü iyice acıtan yağmur tanecikleri ona eşlik ediyordu. Bir an önce işini bitirip sıcacık yatağına dönmekten başka bir şey düşünemiyordu doğrusu. Derken birden duruverdi genç adam. Sanki bugün onu hiç de dostça karşılamayan rüzgarın dışında bir takım garip sesler duyar gibi oldu. Kulak verdi, nefesini tuttu, evet sanki tuhaf bir ezgi, bir dua sesi geliyordu kulağına. Böylesi bir gecede, bu korkunç yerde kim, ne duası edebilirdi ki. İçinde oluşan sınırsız merakını engelleyemedi. Ayaklan güzergahını değiştirdi. Şimdi gittikçe netleşen sese doğru ilerliyordu.
Önce bir ateş gördü, sonra ateşin etrafında dans eden insanları. Tuhaftı doğrusu, hem de çok tuhaf. Ateşin etrafında yirmi kadar insan o ana kadar hiç duymadığı bir dilde (belli ki kendilerince kutsal bir metnin dilinde) hep bir ağızdan dua ediyorlardı. Her şey çok garipti doğrusu. İnsanların belden yukarısı çıplak ve yüzleri ürkütücü şekilde boyalı idi. Yavaşça yere uzandı, görünmemeliydi. Şimdi yüreğine bir korku düşmüştü ve ayini yöneten iri yarı büyücünün, yanan ateşten dualar eşliğinde sakin sakin yürüyüp geçtiğini gördüğünde o küçük korku, artık göğsüne sığmayacak kadar büyümüştü. Sağ yanından bir çıtırtı duyar gibi oldu ve daha sesin kaynağını göremeden kafasına sert bir darbe aldı. Sonra bulunduğu yer dönmeye başladı, görüntü gitti. Bayılmıştı.
Sarsılarak kendine geldi, sıcak, çok sıcaktı. Kulağına anlam veremediği sesler geliyordu. Gözlerini açmaya çalışıyordu ama buna gücü yetmiyordu. Önce sesleri tanıdı, evet o tuhaf ayin devam ediyordu. Sonra yavaş yavaş görüntü netleşti. Başı ağrıyordu, elini başına götürmek istedi ama olmadı, yine denedi, yapamadı. Elleri ve ayaklan bir düzeneğe bağlanmıştı. Çevresindeki insanlar çılgınca dans ediyor, bazdan dansın ötesine geçip histerik krizler geçiriyordu.
Ayini yöneten adam yanma yaklaştı. Yüzünü iyice yaklaştırdı. Korkunç gözlerini gencin gözlerine dikti. Genç adama sanki en büyük düşmanına bakar gibi bakıyordu. Genç adam bu bakışlardan kendini korumak için başını çevirmek istedi ama kafası da düzeneğe sabitlenmişti. Kıpırdayamadı. Adam bilmediği bir dilde ama çok açık bir öfkeyle, tehditkâr bir şekilde bir şeyler soruyor, elinde tuttuğu “pentagram”ı gösteriyordu. Aman Tanrım, ona canı pahasına emanet edilmiş pentagram bu barbarın elinde idi şimdi. Adam delirmiş gibiydi. Elinde tuttuğu pentagram adeta onu delirtiyor, insanlıktan çıkarıp bir canavara dönüştürüyordu. Büyücü önce pentagrama tükürdü, sonra genç adamın yüzüne. Genç adama tekrar yaklaşarak tuhaf bir şiveyle bu sefer genç adamın lisanıyla konuştu:
Bu pentagramı nereden aldın, lanet iblis?
Cevap vermedi, pentagram bu barbarı neden bu kadar ilgilendiriyordu, anlayamıyordu doğrusu. Büyücü genç adamı saçlarından yakaladı, iyice yaklaştı, alnını alnına dayadı, gırtlağından gelen hırıltılı bir sesle;
Şeytanla ölüm, melekle yaşam… Seç birini. Pentagramı nereden aldın, söyle?
Pentagram onun yaşamının anlamı, mutluluğa giden yolun ilk adımıydı. “Büyük Öğretmen”i düşündü, onun yanında hayatın anlamı vardı, ilim vardı, evreni kuşatan matematik vardı. Onun öğrenci halkasına katılmak istiyordu, hem de canı pahasına. Ona verilen sırrı hiçbir şekilde açığa vurmayacaktı.
Büyücü elinde tuttuğu nar gibi kızarmış demir çubuğu gencin dudaklarının, burnunun ve gözlerinin etrafında dolaştırdı. Genç adam kızgın demirin sıcaklığını yüzünde hissedebiliyordu. Eğer konuşmazsa bu demirle bütün vücudunu dağlayacakları çok açıktı. Sonra büyücü tuhaf bir şey yaptı. Dilini çıkardı ve kızgın demiri kendi diline sürdü. Ortalığı belli belirsiz bir et kokusu kapladı ama büyücünün yüzünde en ufak bir acı ifadesi yoktu. Aksine korkunç yüzü iyice insanlıktan çıkmış, vahşileştikçe vahşileşmişti.
Ayin tüm hızıyla sürerken artık genç adamın acı dolu haykırışları gecenin karanlığını yırtıyordu. İşkence saatlerce sürdü, etrafı tamamen yanık kokusu kaplamıştı. Gencin bedeninde dağlanmadık yer kalmadı, ancak o sırrını açığa vermemişti.
Korkunç gecenin sabahında güneşin dost ve sıcacık ışığı gözünü kamaştırdı. Başını çevirdi, kamaşan gözlerini açamadı.