Havaalanında Satılmayan Kitaplar | Başar Başarır


İşte mülkiyetin gücü! Evet ev senin, hayat da senin. Bunlardan gelen gücünü sonuna kadar kullan. Mallarına yaslan ve öt. Konuş Şerif, konuş. Memleketin sana ihtiyacı var! Hayata çekidüzen ver sayın akademisyen. Standartların hâkim olsun her yana. Hatta üşenme, otur bir de elkitabı yaz: Hayat nasıl yaşanmalı? Çağdaş öykücülüğümüzün önde gelen, ödüllü temsilcilerinden Başar Başarır’ın öykü dünyasında gezinmeye devam ediyoruz. Okurunu (ya da konuğunu) rahat ettiren bir ev sahibi değil Başarır; dilinin altında sürekli bir şeyler var. İmalı sözler etmeyi ve dikenli muhabbeti fazlasıyla seviyor. Kahramanlarını ait olmadıkları yerlere bırakıyor; kurtuluşu da, tüm kişisel sorunların çözümünü de kişinin içinde, yani en gerçek vicdanda arıyor. Çoğumuz “işlerin yolunda” gittiğini düşünürken o sürekli arıza tespiti yapıyor. Havaalanında Satılmayan Kitaplar’da, yazarın yayımladığı ilk üç öykü kitabını bir arada bulacaksınız: Kent Kitabı (1992), Eski Şehrin Ayazı (1996) ve Nedir Hayat? (2000) … Dikkatle okuyunuz.

İçindekiler

NEDİR HAYAT? (2000)
Herkes Kızsın …………………………………………………….15
Üç Şehrin Hikâyesi ……………………………………………..41
İsfendiyar Dark…………………………………………………..53
Sabahat Açıkelim İhtisas Kitaplığı………………………….63
Dilekçe ……………………………………………………………..83
Bilanço 30 …………………………………………………………91
Fal, Daha Çok El Tokası……………………………………….95
Kazı Defteri Kayıtları ………………………………………..101
Dünya Tabiri…………………………………………………….105
Demiş Söyleni ………………………………………………….109
ESKİ ŞEHRİN AYAZI (1996)
Yakın Talih……………………………………………………….119
Müzayede………………………………………………………..127
Hayal Edilmiş Topraklar……………………………………..131
Yalan Kent ……………………………………………………….133
Kötü Köy …………………………………………………………135
Empresyonist……………………………………………………137
Ay Sanıp Güneşe ………………………………………………143
Çizgi……………………………………………………………….147
Tanrınınküçükoğlu…………………………………………….151
Biz ………………………………………………………………….171
KENT KİTABI (1992)
Bir Sarmaşıktır Kent ………………………………………….181
Bıg Ben……………………………………………………………191
İlk Gerçek Çoğul Şahıs………………………………………199
Ateş Kan Ve Deli………………………………………………209
Kedi Balerin Prenses ………………………………………….221
Hep Aynı Başlangıç Hep Aynı Bitiş………………………227
Yedi İklim, Her İklime Bir Cüce ………………………….237
Yağmurlu Yazın Okulu……………………………………….247
Cümleyi Dişi Düş Kurar…………………………………….251

HERKES KIZSIN

— Eğer burada kalmak, benimle yaşamak istiyorsan benim şartlarıma uymak zorundasın. Benim adıma karar veremezsin. Bana sormadan kendi adına da karar veremezsin. Benim hayatımı değiştirecek, beni istemediğim şeylere zorlayacak işler yapamazsın. Bu evde kurallar var, benim kurallarım var, anlıyor musun, evet var ve herkes onlara uyar. İstisnasız uyar. Yok, uymayacağım diyorsan, lütfen beni ve evimi işgal etme.

Derhal çek git! 40 ve sekiz saat. İki dünya günü. Tanımadığınız bir bacaksıza, merhaba dedikten sonra sıra ne zaman yukarıdaki lakırdılara gelir? Ya şu yanıtı duymaya nasıl ve hangi şartlar altında tahammül edilir: — İşte mülkiyetin gücü! Evet ev senin, hayat da senin. Bunlardan gelen gücünü sonuna kadar kullan. Mallarına yaslan ve öt. Konuş Şerif, konuş. Memleketin sana ihtiyacı var! Hayata çekidüzen ver sayın akademisyen. Standartların hâkim olsun her yana. Hatta üşenme, otur bir de elkitabı yaz: Hayat nasıl yaşanmalı? Gençleri ve çocukları kötü esprilerden ve pis niyetlerden koruma kılavuzu! Düzen, tutarlılık, ilkelere bağlılık… Ama hepsi yalan. Ama hepsi sahte. Yaşadığın hiçbir şey gerçek değil.

Sen yoksun sayın doçent doktor Şerif Korgüder, var bile değilsin. Kendi kendine kurgusun. Yalansın. Hemen belirteyim, benim hayatta en hazzetmediğim şeylerden biri de şüphesiz ki çocuklardır. Onların o uçsuz bucaksız kaprislerine, şımarıklıklarına, cıyaklamalarına tahammül etmekten, anlayış göstermektense, Çin Halk Cumhuriyeti’ne taşınırım daha iyi. Ama yukarıdaki hakaretlerin mucidi için çocuk diyorsam bu tamamen lafın gelişidir, söz konusu olan tam bir herif. Evlilik çağına gelmiş, hatta çoktan aşmış bir teres. İnanamıyorum, inanamıyorum.

Böyle çocukları kim nereden, nasıl yetiştiriyor? Hangi ev, aile düzeni böyle patavatsız, saygısız, hiçbir şeyin önünde eğilmeyen, hiçbir üst ilke ya da prensibe bağlı olmayan insanlar yapar. Nasıl, nasıl, nasıl? Artık orta yaşı aştığını kabul etmeyi öğrenmiş olan benim kuşağım, gerçi tamamı koca bir alık sürüsüdür, toprağın altındakilerin bir yahut ikisiyle gurur duyup memnun olacak kadar geçmiş bilgisiyle donanmıştır. Benim de şuursuz bir fanatizmle sarıldığım, yani son derece işe yarar, “dokunulmaz”larım vardır elbet. Ama işte bu kadar. Bazı şeyleri beğenirsiniz, sonra kalan hiçbir şeyi beğenmezsiniz, daima muhalefet edersiniz de, ona kimse bir şey demez. Fakat bu çocuk, bu hal. Açık söylemek gerekirse, bugün yapılan ve yazılan hiçbir şeyi beğenmiyorum. Beğenmemin de bir sebebi var elbet: Hepsini pek inceliksiz, beceriksiz buluyorum. İşlenmemiş, üzerinde yeterince mesai harcanmamış, lüzumu kadar acısı çekilmemiş… ham, çiğ, toy.

Başlı başına bir örnek teşkil etmez ama, örneğin şu genç adam. Adam diyorsam, lafın gelişi, yine başka bir şey aklıma gelmediğinden… Hayır, yoksa sokakta bulduğunuz kör, tüysüz, öksüz bir kedi yavrusuna daha kulaklarındaki yağmur suyu kurumadan, “Git evimden,” der misiniz? Bana dedirttiler. Hem de avaz avaz. Allahım, ben ne yaptım da bunca saçmalığa maruz kaldım, kimlerin gadrine uğradım da bu işkence bana reva görüldü? Neydi suçum, neydi, neydi, neydi? Aslında hadisenin iskeletini gayet iyi hatırlıyorum. Hayatımı kendi elimle kararttığım o meşum gece anbean gözümün önümde. Her zamanki saatimde her zamanki meyhanemden çıkmış, otoparka para kaptırmamak için arabamı, gözüm arkada kalarak park ettiğim zifirî karanlık sokağa geri dönüyorum. Aniden az ötemde bir debelenmeler peyda oluyor. İçimdeki huzursuz, rahatsız adam birden kontrolü ele geçiriyor. Seyircilikten oyunculuğa terfi ederek hadiseye el koymaya başlıyorum. Karaltıların girdiği sokağın üst ucuna beni hepsinden önce götürecek kestirmeyi seçip tam gaz yarım debriyaj kalkıyorum. Dört yolu birleştiren kavşaktayım şimdi, gölgeler bana doğru yaklaşıyor. En önde çelimsiz velet koşup geliyor, uzanıp açtığım kapıdan hiç tereddütsüz arabaya dalıveriyor. Gören de bizi ortak sanır. Ama değiliz, katiyen değiliz. Ondaki can havli, bendeki sıkıntısı. Vınlıyoruz.

— Adın ne?
— Sana ne?
— Ne diye sesleneceğim sana?
— Kan.
— Kan… Baban mı koydu bu adı sana?
— Hayır.
— Kim koydu?
— Ben.
— Aferin.
— …

Gerçek adı bu değildir elbette. İlk geceden başlayarak hiç durmadan maruz kaldığım yalanlarından biriydi. Envahimi değil kuşkusuz, ama ilki. Ne fark eder, diye düşünmüştüm. Nasılsa direksiyon benim elimde. İstediğim yerde durur, indiririm keratayı. Bir yandan da üstüne başına bakıyor, yarası beresi var mı diye incelemeye çalışıyordum. Ölüp kalırsa bir de arabada, ondan sonra uğraş dur. Adı Kan değildir, aslında bu bir özel isim bile değildir. Ama sakın koltuklarımı kana bulamasın. Yine böyle sarhoş bir gecede, sarhoş bir dostumun ön koltuğa açmış olduğu kocaman sigara yanığı, arabama her binişte içimi sızlatmaya yetiyor zaten. Yıllardır o yanığı içimde bir delik gibi taşıyorum.

Bir de kan lekesi hiç çekemem, çekmem, çekmek zorunda da değilim! Pis herif. Ama söyleyin, karanlık bir sokakta kendinden epey iri ızbandutlar sürüsünce kovalanan genç ve çelimsiz bir delikanlıyı kurtarmak gerekir, değil mi? Bu bir insanlık görevidir, değil mi? Kurtarmış olmak bayağı iyidir ama kurtulmak zorunda kalmak da bayağı kötüdür değil mi? Üstelik böyle bir gencin anlatacağı hikâyeden öğrenilebilecek şeyler, alınacak notlar ve sonra kurulacak kurgular dahi vardır. İnsanların hikâyelerini dinlemek, benim gibi kapalı kutularda yaşayan sosyal bilimciler için zihin açıcı bir egzersizdir… Yoksa değil mi? Aynen işte böyle düşünmüştüm o gece. Halt etmişim. Ne işime gelir oyun-moyun, çengi mi olacaktım bu yaştan sonra… Dönülmezden dönüp girilmezden giriyor, dar sokağı iyice daraltacak şekilde iki sıra park edilmiş arabaların arasından hızla sıyrılıyorum. Vites üç. Öyle korkmuş ve yediği esaslı sopanın etkisiyle o derece kasılmış ki, koltuğa bile doğru düzgün oturamıyor, çelimsiz vücudunun yarısı torpido ile paspas arasındaki karanlıkta kayboluyor. Ama ukalalık diz boyu. Vites beş. Kurtulduğumuzun resmi. Doğru eve yöneliyorum; kendi, yalnız ve biricik evime.

Ne cesaret… Şehrin arka sokaklarında başlayıp çalışma odamın orta yerine dek uzanan, bütün varoluşumu, hayat şeklimi kökünden tehdit eden avantür, bir macera. Ne büyük ihtiyatsızlık!.. Ah! Babasının üvey olduğu söylemişti. Yalan. İyi bir adammış ama üveymiş. Kuyruklu yalan. Bu da her şeyi kolaylaştırıyormuş. Okul işlerine falan bakarmış. Yalan kere yalan. O kadar yalan ki, sonuç olarak hepsini yan yana koyunca ortaya çıkan şey yalan değil de sanki bir şakaya dönüşüyordu. Zaten Kan’ın ağzında her şey bir şaka gibidir. Önemsemeyen, küçülten bir sesi, bir tınısı vardır. — Hayat bi şaka gibi, kötü bi şaka gibi. — Hayır, diyordum. Hayat şakaya gelmez.

Hem sen ne biliyorsun ki, hiç içinde hissettin mi o büyük cilveyi… İşte vahim bir yanlış daha. Akıl öğretmeye gayret ettiğim delikanlı (sanırım doğru tabiri buldum) benden, senden, hepimizden çok daha karışık ve tuhaf âlemlere bin kere girip çıkmış, mahir bir dalaverecidir. Mabadına parmak atmadığı en ufak bir çemberi kalmamıştır feleğin. Ben de oturmuş mısralar okuyorum unutulmuş şairlerin, parçalanmış kitaplarından. Yeni dünyada doktorayı bitirip memlekete dönüşümün üzerinden neredeyse on yıl geçmişti. Majörüm sosyoloji! Araştırmalarım başlangıçta benim için bir yaşama sebebiydi. Düşünmek ve düşündüklerimi yazmak dışında hiçbir şey anlamlı gelmiyordu bana. Hatta hayatın başka koridorlarına saptığım zaman içimde kötü bir ihanet duygusu uyanıyor, hedefimden uzaklaşmanın vicdani rahatsızlığını duyuyordum. Örneğin dışarı çıkmak, kadınlara vakit ayırmak, sinemaya gitmek… Bunlar hep vakte yapılan eziyetlerdi ve insanın öncelikli ve ivedi vazife sini ihmal etmesine neden oluyorlardı.

Zaten yazmak başlı başına bir merasimdi. Bu yüzden çok, hatta bütün zamanımı alıyor, hiç başka şeylere fırsat bırakmıyordu. Ama sonra sonra ortaya çıktı ki, sadece zamana değil, bir çeşit ruha, bir ilhama ihtiyacım var. İlham denen şey de öyle kolay gelmiyor, uzun süren not almalar, çengel aramalar, kafa patlatmalardan sonra hafif hafif beliriyor, en ufak bir dikkatsizlikte de hemen daima kaybolup gidiyordu. Zordu. Uğraş ve direnç gerektiren bir haldi. Konsantrasyon ve meşakkat meselesiydi. Bu arada anladım ki, üniversitede ders verirken aynı çatı altında kendi meselelerime çalışmak için ortam yaratmak mümkün olmuyor, bunun için neredeyse araştırmanın kendisinden daha büyük sayılabilecek bir gayret gerekiyordu. O da yazık ki, bende yoktu.

Öğretmenlik bir memuriyettir ve memuriyet tümüyle başka bir faslıdır hayatın. Rutin işler, sınavlar, sınav kâğıtları… Basit şeyler belki ama onlarla uğraşırken kendime ve kendi gizli hedeflerime bir türlü konsantre olamıyordum. Öğrenci denen musibetle meşgulken akademiye katkıda bulunmak, manası ve değeri olan bir çalışma üretmek neredeyse imkânsızdır. Bunu yapabildiğini iddia eden meslektaşlarıma asla gıpta etmem. Gıpta etmek şöyle dursun, eserlerine burun kıvırmayı doğrusu çok daha yerinde bir tavır olarak görüyor ve hâlâ benimsiyorum. Burun kıvırmak… Kendimden yaşça ve namca büyük üstatlardan öğrendiğim en mühim meziyet herhalde budur.

Benzer İçerikler

Gülücük

yakutlu

İnsan Ne İle Yaşar

yakutlu

Sandıktaki Sır

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy