“Çalışma masama düşen ilk mektup beraberinde kısacık bir arkadaşlık getirdi ve dört kişinin ölümüne yol açtı. Sonraki mektup, dünyanın on sekiz yüzyıldır bilmediği bir sese can verdi. Ve onu yazanın vasiyetini beyan etmek ve ömrünce yaptığı çalışmaların devamını sağlayabilmek için mezardan uzanan son mektup ise o çalışmalara bir son verecek kişileri tesadüfen ele verdi.” – Mary Russell
Arıcının Çırağı’nda tanışıp Kadınlar Alayı’nda güçlü zekâsına her satırda şahit olduğumuz Mary Russell; kendisini profesyonel bir eş olarak kabul ederek bizi iyice şaşırtan Sherlock Holmes’un ilham uyandırıcı keşfi…
1923’te ortaya konan serinin üçüncü kitabında, bu sefer Mary Russell Holmes ve kocası emekli ama hâlâ enerjik Sherlock Holmes ikilisini yepyeni bir macera beklemektedir.
Kısa bir süre önce Filistin’den dönen amatör bir arkeolog Dorothy Ruskin’in, akademik bir teolog olan Mary Russell’ın korumasına bıraktığı MS 70 yılına ait bir mektubun Magdalalı Meryem’e uzanması olayın sadece başlangıcıdır. Üstelik sonuçlarının Hıristiyanlığa dair mühim bir detaya dokunması da cabası…
Ruskin aniden trajik bir kazada öldürüldüğünde ve bazı gizemli güçler bu papirüsün ve dolayısıyla Mary-Sherlock ikilisinin peşine düştüğünde ise kendilerini zeki bir katilin izinde bulurlar.
İki bireyci şahsiyet arasındaki karmaşık ilişkiyi başarıyla kaleme alan Laurie R. King’in kalemiyle Meryem’in Mektubu; politik entrikalar, teolojik arkeoloji ve muhteşem Holmesvari dokunuşları ile yine okuru muazzam bir serüvene davet ediyor!
BİRİNCİ BÖLÜM
14 Ağustos 1923, Salı-24 Ağustos 1923, Cuma
Kalem bir adamın dikkatini çekmek ve
hırsını körüklemek için harika bir gereç…
—JOHN ADAMS
BİR
α
alfa
Çalışma masasının üzerine, yorgun gözlerimin hemen önüne atılan zarf, okuduğum notlardaki İbranice siyah harflerin üzerine düştü. Bu ani değişiklik karşısında şaşırıp toparlanmaya çalıştım ama işime tekrar odaklanamayınca vazgeçtim. Homurdanarak sandalyeme yaslandım, tel çerçeveli gözlüğümü çıkarıp notların üzerine bıraktım ve ellerimi gözlerimin üzerine koyup bir dakika öylece oturdum. İşimi böyle pervasızca bölen kişi odada gezindi; onun elindeki zarflara şöyle bir göz gezdirip kimilerini çöpe attığını, sonra hole gidip oradaki masanın üzerine ağır bir zarf bıraktığını -Bayan Hudson’ın Avustralya’daki kızının ona her ay yolladığı mektubun bu defa iki gün önceden geldiğini fark ettim-, sonra gelip bir omzunu masamın yanındaki kitaplığa yasladığını duydum. Hiç şüphesiz pencereden dışarı, Manş Denizi’ne bakıyordu. Avuçlarımı yanan gözlerimden çekip serin parmaklarımı yüzüme yasladım ve sonra kocama bir şeyler söylemeye başladım. “Biliyor musun Holmes; Chicago’da çok başarılı bir doktor olan büyük amcam vardı ama fazla kitap okuduğu için gözleri körelmeye başlayınca kariyeri yarım kaldı. İnsanın ufacık bir optik kas ağı yüzünden geleceğini yitirmesi korkunç olsa gerek!” Kısa bir sessizliğin ardından, “Gerçi sonrasında altın madencilerine yumurta ve pantolon satarak zengin oldu,” diye ekledim. “Bu kimden gelmiş?”
“Sen optik kaslarını meteg’lerle patah’larına saklayasın diye ben sana okuyayım mı Russell?” Sesindeki yakınmaya varan alay, endişeli sözlerine gölge düşürüyordu. “Yazık, karımın hırslarının sekreteri oldum! Lütfen homurdanma Russell. Bu çok yakışıksız bir ses… Bir bakayım.” Kolunu çalışma masama uzattığını hissettim ve mektubun yerinden alındığını duydum. “Zarf, Paris’teki Hôtel Imperial’in zarfı; Hôtel Imperial denince de aklıma içe göçmüş şilteler ve gecenin bir yarısında gardıroptan gelen garip sesler geliyor. Zarfın üzerinde sadece Mary Russell yazıyor, unvan falan yok. El yazısı ilginç ama… Kesin bir kadına ait, gerçi kalemi elinde inceden erkek gibi tutan bir kadın… Belli ki iyi eğitimli biri; o biraz da yanıltıcı, modern tabiri kullanırsak ‘profesyonel bir kadın’ diyebiliriz. Gerçi bence bu kadın geçinmek için kadınlığını kullanmıyor. T’leri sabırsız biri olduğunu gösteriyor, dikey harflerinden de hırslı olduğu anlaşılıyor. Fakat dikkatli biri olduğu s’ler ve a’larından belli ve her bir satır sonunun bu kadar düzgün olması da ne kadar otoriter biri olduğuna işaret ediyor.
madığım yıllarda onu yöneten coşkun tutkuları sakinlemişti ve bir zorluk olmayınca hissettiği ızdırap, onu morfin iğnelerine sevk eden bıkkınlık artık paydos etmişti. Ya da bana öyle geliyordu. Uzun bir yoldan gelmiş zarfı yoklayan uzun parmaklarını seyrettim. Gözleri her mürekkep lekesine ve kâğıdın, mürekkebin ve pulun tüm özelliklerine dikkat kesilmişti. Sherlock Holmes’un aslında canının sıkıldığını bir anda anlayıverdim. Bu beni üzdü. Hiçbir insan, özellikle de hiçbir kadın evliliklerinin kocasını sıktığını düşünmek istemez. Bu endişe verici fikri kafamdan attım, ağrıyan sağ omzumu ovuşturdum ve biraz rahatsız olmuş bir tavırla konuştum. “Holmescuğum bu yaptığın abesle iştigal.
Zarfı açıp gönderenin kim olduğuna bakarsan işimizi kolaylaştırırsın.” “Her şey sırasıyla Russell… Zarfın arkasında ve önünde başka birine ait yağlı parmak izleri görüyorum. Fakat sanırım bunları göz ardı edebiliriz; çünkü bu izler bizim postacının, hani şu bisikleti devamlı tamirat isteyen oğlanın el izlerine benziyor.” “Holmes patah’larım beni bekliyor. Mektup?” “Bir dedektifin sabırlı olması gerekir Russell. Aynışeyin bir akademisyen için de geçerli olduğunu düşünürdüm. Neyse, dediğin gibi olsun.” Döndü, ucuz zarfın ağzını bir bıçakla açtıktan sonra bıçağı şöminenin tahta rafının üzerine küt diye bıraktı. Hışır hışır sesler duyuldu. Sonra bundan büyük keyif alıyormuş gibi yüksek sesle mektubu okumaya başladı.
“‘Sevgili Bayan Russell’ diye başlıyor, üzerinde dört gün öncesinin tarihi var.”Ya Fransız ve İngiliz posta sistemine çok güveniyor ya da zarfın üzerine kendi adını ya da oda numarasını yazmaya gerek görmeyecek kadar kendinden emin… Bence ikincisi.” Bu analiz devam ederken ben pencerenin önünde duran eşimi daha iyi inceleyebilmek için gözlüğümü yeniden taktım. Zarfın üzerine; elinde sanki nadir bulunan, kesilmemiş bir elmas tutan bir kuyumcu gibi eğilmişti. Çok tanıdık bir şeye bir yabancının gözüyle baktığım, garip bir an yaşadım. Sherlock Holmes sekiz sene önce Sussex’te ilk karşılaşmamızdan bu yana fiziksel açıdan çok az değişmişti. Saçı biraz seyrelmiş, epeyce ağarmıştı ve göz kapakları daha da düşmüştü. Bu hâliyle uzakları gören, keskin gagalı yırtıcı bir kuşa her zamankinden daha çok benziyordu. Hayır, vücudunda öyle çok da büyük değişiklikler olmamıştı; asıl farklılık içinden geliyordu. Gençliğinde, hatta benim daha doğmadığım yıllarda onu yöneten coşkun tutkuları sakinlemişti ve bir zorluk olmayınca hissettiği ızdırap, onu morfin iğnelerine sevk eden bıkkınlık artık paydos etmişti. Ya da bana öyle geliyordu. Uzun bir yoldan gelmiş zarfı yoklayan uzun parmaklarını seyrettim. Gözleri her mürekkep lekesine ve kâğıdın, mürekkebin ve pulun tüm özelliklerine dikkat kesilmişti. Sherlock Holmes’un aslında canının sıkıldığını bir anda anlayıverdim. Bu beni üzdü.
Hiçbir insan, özellikle de hiçbir kadın evliliklerinin kocasını sıktığını düşünmek istemez. Bu endişe verici fikri kafamdan attım, ağrıyan sağ omzumu ovuşturdum ve biraz rahatsız olmuş bir tavırla konuştum. “Holmescuğum bu yaptığın abesle iştigal. Zarfı açıp gönderenin kim olduğuna bakarsan işimizi kolaylaştırırsın.” “Her şey sırasıyla Russell… Zarfın arkasında ve önünde başka birine ait yağlı parmak izleri görüyorum. Fakat sanırım bunları göz ardı edebiliriz; çünkü bu izler bizim postacının, hani şu bisikleti devamlı tamirat isteyen oğlanın el izlerine benziyor.” “Holmes patah’larım beni bekliyor. Mektup?” “Bir dedektifin sabırlı olması gerekir Russell. Aynışeyin bir akademisyen için de geçerli olduğunu düşünürdüm. Neyse, dediğin gibi olsun.” Döndü, ucuz zarfın ağzını bir bıçakla açtıktan sonra bıçağı şöminenin tahta rafının üzerine küt diye bıraktı. Hışır hışır sesler duyuldu. Sonra bundan büyük keyif alıyormuş gibi yüksek sesle mektubu okumaya başladı. “‘Sevgili Bayan Russell’ diye başlıyor, üzerinde dört gün öncesinin tarihi var.”
Sevgili Bayan Russell, Size böyle hitap ettiğim için umarım bana gücenmezsiniz. Evlendiğinizin farkındayım ama kadının kendisinin de bunu istediği bana beyan edilmedikçe, ona kocasının soyadıyla hitap etmek içimden gelmiyor. Gücendiyseniz lütfen özürlerimi kabul edin. Ben Dorothy Ruskin; şahsımı belki birkaç sene önceki Filistin ziyaretinizden hatırlarsınız. O zamandan beri oradayım, kendi kazılarım için finansman bulana dek üç kazının başında duruyorum. Olası sponsorlarımla görüşmek ve belli ki ölüm döşeğindeki annemi görmek için eve çağrıldım. Hazır İngiltere’deyken sizinle görüşmek istediğim bir konu var ve eğer uygunsanız gelip sizi birkaç saatliğine görebilirsem çok sevinirim. İşlerim bitince hemen Filistin’e döneceğim için, ayın yirmi ikisi ya da yirmi üçü çok iyi olur. Lütfen günü ve zamanı aşağıdaki adrese bir telgraf göndererek bildirin. Konunun sizin çalışma alanınız için enteresan ve bir hayli önemli olduğu kanısındayım, aksi takdirde sizi ve kocanızı rahatsız etmezdim.
Sizden cevap bekliyorum.
En derin saygılarımla,
Dorothy Ruskin
“Aşağıda Hôtel Imperial’in adresi yazıyor,” diye ekledi Holmes. Mektubu Holmes’un elinden aldım ve ince otel kâğıdının üstündeki el yazısına çabucak göz gezdirdim. Öylesine, “Gerçi dolma kalemi kaliteliymiş,” dedim. “Onunla görüşelim mi?” “Biz mi? Russellcığım ben, kendisi henüz oy kullanamasa da, en azından arkadaşlarını bir erkek kendisine eşlik etmeden görebilecek, hür bir kadının kocasıyım.” “Eşeklik etme Holmes! Kadın belli ki ikimizi birlikte görmek istiyor, yoksa o son cümleyi yazmazdı. Onu çaya çağıralım. Çarşamba mı, Perşembe mi?”
“Bayan Hudson Çarşambaları yarım gün çalışıyor. Bayan Ruskin Perşembe gelirse daha iyi bir çay sofrasına oturabilir.” “Teşekkür ederim Holmes!” dedim haşin bir tavırla. “Çok iyi yemek yapamadığımı biliyorum ama bunu yüzüme vurmana gerek de görmüyorum. Ona istediği gün gelebileceğini ama Perşembe’nin daha uygun olduğunu yazacağım. Acaba ne istiyor?” “Sadece kadınların çalışacağı bir arkeolojik kazı için para, merak edilecek bir şey yok. İngiliz yetkililer ve Siyonistler bunu hep yapıyordur, öyle değil mi? Hacıları ve turistleri ne çok çekeceğini bir düşün.
Bu nasıl olmuş da Amerikalıların aklına gelmemiş, hayret!” “Holmes yeter! Git artık lütfen! Çalışmam lazım.” “Gel, yürüyüşe çıkalım.” “Şimdi olmaz. Ama bu akşam belki bir saatliğine ara verebilirim.” “Akşam olduğunda Hazreti İşaya’dan başka bir şey düşünemeyecek ve yürüyüş sırasında sinir bozucu bir arkadaş olacaksın. Güzel bir öğleden sonra olmasına rağmen kırk dakikadır ağrıyan omzunu ovduğuna göre demek ki çıkıp biraz temiz hava alman lazım. Gel haydi!” Uzun parmaklı elini bana uzattı. Önümdeki kitabın bitişik satırlarına baktım, dolma kalemimin kapağını taktım ve Holmes beni çekip yerimden kaldırırken ses çıkarmadım.
Sahile inmek yerine falezlerde yürüdük ve martıların bağırışlarıyla aşağıdaki dalgaların sesini dinledik. Tuzlu deniz havası ciğerlerime doldu, zihnimi açtı, köprücük kemiğimdeki ağrıyı dindirdi ve en sonunda İbranice dilbilgisinin inceliklerini bırakıp çalışma masamın üzerinde duran mektubun ne anlama geldiğini düşünmeye başladım. “Filistin’deki arkeoloji çalışmaları hakkında ne biliyorsun Holmes?”
“Dört buçuk sene önce oraya gittiğimizde gördüğümüz rutubetli ve tehlikeli yer altı mahzenleri dışında neredeyse hiçbir şey. Ama kısa süre içinde çok daha fazla şey öğreneceğimi düşünüyorum.” “O hâlde sence de Bayan Ruskin’in mektubunun altından bir şeyler çıkacak, ha?” “Russellcığım ben kırk sene boşuna dedektiflik yapmadım. Bir sorunu, o daha kendisinin sorun olduğunu bilmeden anlarım. Şu senin Bayan Ruskin’i -senin Bayan Ruskin’in olmadığını biliyorum ama bence yine de öyle- tek başına görmeni söylememe rağmen; bence Bayan Ruskin bu bulmacayı sadece akademik teolojinin ufuktaki parlak genç yıldızı Bayan Russell’la değil, Holmes ve Russell’la paylaşmak istiyor.” Sonra kibarca, “Tabii eğer ihtiyarlık yüzünden burnu büyüklük ettiğimi düşünmüyorsan,” diye ekledi. “Burnu büyüklük, belki ama ihtiyarlık, asla!” Ayağa kalktım ve kıyıdan uzaklaşan ufak bir balıkçı teknesini seyrettim. Bir yandan da ne yapacağımı düşünüyordum.
Çalışmam yavaş ilerliyordu ve yarım gün ara vermek bile iyi bir fikir değildi. Diğer taraftan o garip yaşlı kadınla biraz vakit geçirmek güzel olabilirdi, onu çok iyi hatırlıyordum. Hem bu iş Holmes’un da ilgisini çekmişe benziyordu. En azından ben onun için ne yapmam gerektiğine karar verene dek bu iş onu oyalardı. “Pekâlâ, öyleyse bir gün önce, Çarşamba gelsin. Ona öğlen trenine binmesini önereceğim. Bayan Hudson’ı çay için önceden bir şeyler hazırlamaya ikna ederiz, böylelikle konuğumuzun sağlığını da tehlikeye atmayız. Bu arada ben yarın şehre gidip British Museum’a uğramayı düşünüyorum. Sen de gelir misin?” “Ancak akşam da kalırsak… Covent Garden’da Çaykovski’nin keman konçertosunu çalacaklar.”
Bunun bana vakit kaybettireceğini bilsem de aldırış etmeden, “Peki, Simpsons’da yemek yiyelim mi?” diye ekledim.
“Tabii ki.” “Sen benimle müzeye gelecek misin?” “Belki şöyle bir uğrarım. Müzenin az ilerisindeki küçük, şık bir galerinin sahibi beni şu İspanyol Picasso’nun geçen ay onlar için bulduğum tablosuna bakmaya çağırdı. Nerede durduğunu görmek istiyorum; onu rıhtımda bir depoda bulmuştum, yeni yeri daha iyi mi bir bakayım. Açıkçası emin değilim.” “Tamam o zaman,” dedim. Fakat Holmes bir anda karşıma geçti, ellerini omuzlarıma koyup yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “İtiraf et Russell. Sıkıldın.” Ben de kendisi için aynı şeyi düşündüğümden ona yalnızca bakakaldım. “Fransa’dan döndüğümüzden beri bir senedir kitaplarına gömüldün. Sen kendini sadece bir akademisyen olduğuna inandırıp kandırabilirsin ama beni kandıramazsın.
Sen de bir şeyler yapmak için en az benim kadar açsın.” Lanet olsun, haklıydı! Fakat yanıldığı bir nokta da vardı; erkekler meseleleri basitleştirmeye meyillidir ve benim hayatımda kendisinin olmadığı kısmı göz ardı etmek işine geliyordu ama yine de o bunu söyler söylemez bahsettiği açlığın kendi içimde de uyandığını hissettim. Geçmişte hayatın büyük çekiciliğini hep sıkıntılı durumlarda hissetmiştim; uçurumun kenarında yürürken, tehlikeli bir düşmanın karşısında, zor bir bulmacayı çözerken. Fakat söz konusu uyanış uzun soluklu olmadı, bu fanteziyi hiç acımadan başımdan savdım. Dorothy Ruskin’in bir bulmacası varsa bile, muhtemelen basit ve bayık bir bulmacaydı. İç geçirdim, sonra Holmes’un suratıma hâlâ baktığını fark edince kahkahayı bastım. “Holmes biz iflah olmaz romantikleriz!” dedim ve dönüp geri eve yürüdük.
İKİ
β
beta
Sözleştiğimiz Çarşamba günü öğleden hemen önce, Bayan Ruskin’i karşılamak için eski Morris arabamla tren istasyonuna gittim. Onunla Eriha yakınlarında görüşmemizin üzerinden dört buçuk sene geçmişti. Kendisini nerede olsa tanırdım ama değişmişti. Kısa kesimli saçları artık tamamen beyazlamıştı. Trenden kapkara bir gözlükle ve sağ bacağını tutarak indi. Başta beni görmeyip elinde haki renkli, kocaman kanvas çantasıyla etrafa bakınarak durdu.
Platformda ona doğru ilerlerken yanıldığımı fark ettim—bazı şeyler hiç değişmemişti. Yüzü çöl güneşi yüzünden hâlâ kapkaraydı, hâlâ geçit törenine çıkmış asker gibi dimdik duruyordu ve üzerinde hâlâ Süfrajetlerin başlarda giydikleri bol pantolonların garip bir versiyonu ile gömlek, ceket ve Filistin’de gördüğüm uzun konçlu botlar vardı. Botlar ve kıyafetler yeni gözüküyordu; günün modasına uygun olmasalar da Fransız malı gibiydiler. “İyi günler Bayan Ruskin,” diye seslendim. “Sussex’e hoş geldiniz!” Başını çevirdi. Geniş yerlere ve yerel kazıcılara emretmeye hazır sesi eski istasyonda yankılandı. “Bayan Russell sahiden siz misiniz? Sizi gördüğüme sevindim. Benimle görüşmeyi bu kadar kısa sürede kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim.”
Nasırlı eliyle elimi sıktı. Onu arabanın yanına götürdüm, binmesine yardım ettim, motoru çalıştırdım ve bacağının neyi olduğunu sordum. “Oh, evet, çok fena! Kalaslar çökünce çukura düştüm. Bacağım kötü bir şekilde kırıldı, bir ayımı Kudüs’te sırtüstü yatarak geçirdim. Ne büyük şanssızlık! Hem de tam kazı sezonunun ortasında… Kazıların yarısını kaçırdım. Artık daha sağlam kalaslar kullanıyoruz.” O kesik kesik gülünce ben de tebessüm ettim. “Kazılarda bulduklarınızın bir kısmını geçenlerde British Museum’da gördüm,” dedim. “Şu Hitit kabartması ve tabii ki mozaik zemin muhteşemdi. Nasıl öyle güzel maviler yapabiliyorlarmış?” Söylediklerime memnun oldu ve sanat ve mozaik üzerine aklımın pek de almadığı ve ben arabayı evin önünde park edinceye dek süren teknik açıklamalara girişti. Holmes arabanın sesini duyunca bizi karşılamak için dışarı çıkmıştı. Misafirimiz arabadan beceriksizce indi ve onun yanına gidip elini uzattı, sonra biz içeri girinceye dek konuştu.
“Bay Holmes sizi bu sefer kılık değiştirmemiş bir hâlde ve kendi evinizde gördüğüme memnun oldum. Gerçi itiraf edeyim, maşlah size beyaz erkeklerin çoğundan daha fazla yakışıyordu ve o vakit teninizi kusursuz boyamıştınız. Çok iyi görünüyorsunuz. Kaç yaşındasınız acaba? Kaba bir soru, biliyorum ama yaşlanmanın avantajlarından biri işte—insanlar kabalığınızı göz ardı etmek zorunda kalıyor. Öyle mi? Benden sadece birkaç yaş gençmişsiniz, daha çok yirmilerinizde gibi duruyorsunuz.
…