Gün Gecenin Ardında | Merve Özcan


“Ben silah kullanmayı bilmem, ancak bunun yerine size güzel bir kurabiye yapabilirim. Sizin için leziz bir son düşlüyorum.”

İşgalciler tarafından ele geçirilmiş Gecegüzü topraklarında inançlarını kapalı kapılar ardında yaşamak zorunda bırakılan, madden ve manen uyuşturularak itaate mahkûm edilen halk, isyanın ve özgürlüklerine kavuşacakları günün hayalini kurmakta. Bu sistemin ortasında sıcacık bir kafe olan Kakule’deyse kimsenin tahmin etmediği bir mücadelenin tohumları saklı. Gecegüzü’nün en güzel tatlılarını pişiren Leyla, küçük kafesinde gizli bir intikam hazırlığında. Halkın korkulu rüyası Yüzbaşı Karabasan tam da o esnada Kakule’de kahvesini yudumlamakta…

Yılların intikamını almak için kaç lokma gerekir? Gül tomurcuklarından filizlenen umut, Gecegüzü’nü sarmayı başarabilecek mi?

Merve Özcan’ın kaleminden Gün Gecenin Ardında özgürlüğü ve inancı uğruna savaşan bir genç kızın ilham veren hikâyesi…

1.

Akrebin bir adım ilerleyişiyle yelkovanın on iki adım gezinişi eşittir ve bazısının cümlelerce konuşup durması da bazısının bir kelimesine denktir. Bir akrep kadar atik ve cesur değildim, tüm çemberi koşup durmaya nefesim yetmezdi, ancak belki akrep kadar sabırlı olmayı öğrenebilirdim. Belki sarf edecek pek çok cümleye sahip değildim, ancak belki de vaktini bekleyen bir kelimeyi ben dillendirecekti; tabii bunların tamamı varsayım, hatta büsbütün hayal. Taze demlenmiş incecik kahve çekirdeklerinden yayılan koku tüm dükkânı sıcacık sarmalarken kendime bir fincan kahve doldurdum ve pencerenin önündeki sandalyelerden birine oturup bulvarın ihtişamlı kış gününü seyre durdum.

Geceden başlayan kar yağışıyla mevsime bir övgü mahiyetindeki bu bembeyaz sabahı günün ilk kahvesiyle karşılamak benim için sıradan ancak muazzam bir nimetti. Birkaç adım ötede dumanının incecik bir ip gibi salına salına içeri yayıldığı adaçayı tütsüsünün kavruk aromasını ve avuç içlerimi tatlı tatlı kavuran kahve fincanından yükselen taptaze rayihayı içime çekerken Karanfilyolu Bulvarı’nı ilk kez görüyormuş gibi bir temaşa halindeydim. Halbuki günüm hep burada başlardı. “O nedir?” dedim kendi kendime, pencerenin sokağa bakan yüzüne bir gamze gibi iliştirilmiş kırmızı noktaya bakınarak. O mu gelmişti? Pencerenin müsaade ettiği ölçüden bulvarın bir ilerisini bir gerisini gözleyerek onu bulmaya çalıştım. Göremeyince, üzerime bir şey almadan kendimi dışarı atıverdim. Küçücük gonca gülü nahif sapından tutup pencere kenarında sıkıştırıldığı yerden çıkardım, etrafıma biraz daha bakındım. Hangi ara bırakılmıştı bilmiyordum, dükkâna geldiğim vakit burada değildi. Ben Kakule’de gezinirken öylece camın önünden geçip gitmiş miydi? Ne hoş ancak ne tehlikeli bir selamdı bu…

Bırakılan gül tomurcuklarına alışmıştım elbet, ama bu yakışıksız meylime mâni olmak halihazırda yeterince zorken bu kızıl selamlamayla kalbimi olmadık bir sürate itmesi ne büyük imtihandı. Allah’ım, şerre çıkacak her histen sana sığınıyor ve bu utanç halinden sebep özür diliyorum… Gülün goncasını avucuma hapsedip sakladım. Üstümde yalnızca bir kazak ve elimde küçücük kızıl selamla karların arasında dikildiğimi fark edince çabucak toparlanıp içeri döndüm. Bugün dükkâna uğrar mıydı acaba, onu uzaktan dahi olsa görmeyeli epey vakit geçmişti.

Günün tatlı bir heyecan ve hafif bir huzursuzluk emaresiyle başlamasına sebep olan gülü, bardakların bulunduğu raftaki küçük teneke kutuda sakladım. Eve giderken onu da yanıma alıp diğerleriyle birlikte muhafaza edecektim. Dört nala atan kalbimi biraz olsun dizginlemeyi becerebildikten sonra pencerenin önündeki seyrime döndüm. Gökten inen ve yolun iki yanına serpilmiş ağaçlardan düşen kar taneleri, beraberinde tüm Gecegüzü’ne tatlı bir ahestelik indirmişti. İnsanların küme küme ayrılmış karların arasında düşmemek için attıkları yavaş ve temkinli adımlarla Gecegüzü, yeni uyanmış bir mahmurun adımlarını anımsatıyordu. Gözlerini bulvardaki birkaç Gecegüzü askerinin üzerine bir gardiyan gibi dikmiş olan Rosavni askerlerin kaba postallarıyla karla kaplı zemini döve döve ortalıkta dolaşmasını seyretmek zorunda kalmak gözlerime bir zulümdü. Mendeburlar, tıpkı bulvara konmuş sivri sinek kümelerini andırıyorlardı. Uzaktan bulvarın iki tarafına gerilmiş ışıkları, emaneten asılmış olan Gecegüzü bayrağının hemen üzerine konuşlandırılmış Rosav’ın dev bayraklarını, panayır boyu süren hazırlıkları, ağaçlardan sarkıtılan şaşaalı süslemeleri görünce takvime baktım.

Yarın Rosav Barış Günü’ydü, süslemeleri gördüğüm ana kadar aklımdan çıkmıştı. Sokaklar boyunca ışıklar, süslemeler ve panayırlar kurulacak, herkes yarın tam beşte evlerinden ve dükkânlarından çıkacak, Rosav orkestraları manifestoyu andıran şarkılarla tüm Gecegüzü’ne konserler verecekti. Pek tabii epeyce Rosavni çöreği dağıtılacak ve afiyetle yenecekti.

Ardından sokaklara kurulan perdelerden önce Kermen aristokratlarının, yetkililerin ve nihayetinde Rosav’ın başımıza diktiği Gecegüzü Başkanının konuşması izlenecek, hep bir ağızdan yemin edilecekti. Sözde Rosav Barışının kutsanışı ve halkına sırt çevirmiş olan Gecegüzü insanlarından bu ihanetin güzellemesini dinleyecektik. Kutlamalar panayırlar boyu devam edecek, Rosav destekli gösteriler Gecegüzü’nün dört bir yanında sergilenecek ve saat tam on olduğunda Rosav Barış Günü sonlanacaktı. Rosav Barış Günü, her ayın ilk gününde tüm Gecegüzü’nde görkemli ve şaşaalı gövde gösterileriyle kutlanırdı. Rosav’a olan bağlılığımız, sözüm ona minnettarlığımız ve yeminimiz o günde yinelenir, barışımız mühürlenirdi. Esasen kutlamamıza müsaade edilen tek bayram da buydu, çünkü Rosav bizim için böyle uygun görmüştü.

Bize değil, Rosav’a ait olan geçer akçeydi ve tabii bize ait olan her şeyse yok olmaya ve cezalandırılmaya mahkûmdu. Henüz ışıkları yakmamıştım ama dükkânı birazdan açmam gerekiyordu, müşteriler yarım saate kapıda belirmeye başlardı. Tanıdık iki Gecegüzü askeri dönüşümlü olarak müsaade isteyip arka odada gizlice namazlarını eda ederken ben de masaları silip koltukların minderlerini kabartmış, yamuk birkaç sandalyeyi düzeltip dükkânın köşesindeki şömineyi ve ısınmak için hemen önündeki koltuklara oturacak müşteriler için de ortadaki kuzineyi yakmıştım.

Son olarak da demlenen çay ve kahveleri, fırındaki tepsileri kontrol ettim. Asker odadan çıkıp beni minnetle selamladıktan sonra yeni pişmiş birkaç kurabiye ve bir bardak kahve ikramımı geri çevirmemiş, mahcup bir teşekkürle çıkıp gitmişti. Dükkânımdaki hızlı kolaçanın sonunda ikinci fincan kahvemi alıp bulvara bakan pencerenin önüne keyifli bir aceleyle döndüm. Benim güzel dükkânım Kakule… Öğle, akşam, bazen gece, günün en yoğun vaktinde insanlara çay yahut kahve yetiştirmeye çalışırken, fırına verdiğim ürünler sımsıcak kokularıyla dükkânı kapladığında, tanıdık insanların sıcak bir selamla teşrifinde, müşterilerin bile budükkânı ne denli sevdiğini hissettiğim her anda güzeldi.

Bu dükkânda geçirdiğim her vakit ölçülemez bir kıymetteydi. İçeride, Karanfilyolu Bulvarı’na bakan pencerelerin ardında durup dışarıyı seyretmek, işgal edilmiş topraklarımızda bir hürriyet noktasıydı sanki. Üstelik yalnızca benim için de değil, o küçücük arka odamızda namaz kılan Gecegüzü’nün bu bulvardaki tanıdık askerleri için de öyleydi. Dükkânımın ahşap zemininin neresine basıldığında gıcırdadığını bilirdim. Hangi kitap kütüphanenin hangi rafında duruyor, bilirdim. Fırının kapağını açtığımda koku hangi rotadan dükkânı kuşatıyor, müşteriler hangi ürünü en hızlı şekilde tüketiyor ve dükkânın hangi köşesinde bulunmayı seviyor, hangi çayı ya da kahveyi tercih ediyor, çok iyi bilirdim. Hangi asker hangi nöbet gününde hangi namazı yetiştirmek için dükkânımın arka odasına gizlenecek, bunu bile bilirdim. Tabii buna karşın onlar da bizi ve dükkânımızı Rosavni askerlerinin gazabından ve dikkatinden korur kollar ve hatta vakit girdiği sıralarda benim de yakalanmadan namaz kılabilmem için dükkânın önünde çaktırmadan nöbet tutarlardı. Dükkânımı seviyordum, bulvarımı seviyordum, halkımı, askerlerimi ve Gecegüzü’nü, haddizatında güzel topraklarımı her şeye karşın epeyce seviyordum. Başkanın duvara özenle asılmış fotoğrafına ve hemen üzerinde bir Barış nişanesi olarak asmanın zaruri olduğu Rosav bayrağına baktım.

Evlerimize, dükkânlarımıza asmamızın mecburi olduğu bu bayrak her baktığımda sanki ruhuma bir karabasan çöküyor da çaresizliğe mahkûm kalıyordum. Bazı insanlar onun yanına Gecegüzü bayrağımızı da asardı, resmiyette bu tamamen yasal olsa dahi Rosavni askerleri bundan hiç hoşnut olmaz ve resmiyette var olmayan kara listelerine alıverirdi. Şayet uzun soluklu bir öç düşlüyorsam o halde kendi topraklarıma olan bağlılığıma rağmen Rosavni askerlerinin dikkatini üzerime toplamamalıydım. Ben de öyle yaptım.

Başkan genç bir adamdı ancak kır saçları ve yılların ince ince çizgilerle suretine yansıttığı bu bilge hal, onun güvenilir olduğuna dair yanıltıcı bir yargı oluşturuyordu. Simasındaki munis yanılsama inkâr edilemezdi fakat iblis de insanı kandıran sevecenliğiyle meşhurdu. Elbette onu ve babası olan melunu iki halkın arasına kurulacak barış köprüsü diye topraklarımızın başına koyduklarını hepimiz pek tabii ki biliyorduk. Ancak çoğu vakit bilmek, diline dahi ulaştıramadan yalnızca ve yalnızca bilmek pek çetin bir mahsuriyetti.

Fırından yayılan güzel kokular artık tepsileri çıkarma vaktinin geldiğine bir müjdeydi, pişirdiklerimden ilk lokmayı alan olmak beni çocuksu bir heyecanla gark ediyordu. Elimdeki tepsiyi mermer tezgâha bıraktım. Kahvesini ve çayını alıp gidecekler için karton, bir süre oturup günün ilk vaktinin tadını çıkaracak keyif ehilleri için cam ve seramik bardakları hazırladım. Sandviç ve kahvaltılık atıştırmalıkları tezgâha dizdikten sonra bir müddet dinlendim, incir marmelatının lezzetlice parıldadığı kurabiyelerden birini alıp Başkan’ın fotoğrafına baktım. Yapay bir hürmet selamıyla kurabiyemi hafifçe kaldırdım, hâlâ sımsıcak olan lezzetli kurabiyeden ilk ısırığımı alırken gözlerimi fotoğraftan bir an bile ayırmadım. Barış Günü’nde yaptığımız gibi fotoğrafının önünde saygıyla başımı eğdim. “Sevgili Başkan’ım, söz veriyorum ki sizi öldürmek ve topraklarımızı istilanızdan temizlemek için elimden geleni yapacağım.” Ben silah kullanmayı bilmem, ancak bunun yerine size güzel bir kurabiye yapabilirim. Sizin için leziz bir son düşlüyorum. Saçlarımı gevşek bir at kuyruğuyla toplarken dükkânın kapısı hafif bir gürültüyle aralandı. Pencerenin ardından izlediğim soğuk aceleyle içeri sızdı fakat içerideki sıcağa dayanamadan yok olup gitti. “Merhaba Leyla.” İçeri giren Ayşegül›e bakıp bir tebessümle yetindim.

Hızlı hızlı yürümüştü belli ki, yanakları iki kızıl elma gibi capcanlı parlıyordu. Paltosunu ve beresini askıya asıp hızla ellerini yıkadı. Boynuna sardığı atkısını gevşetip ellerini bir yelpaze gibi yüzüne doğru çırptı. Koşmuş olmalıydı, epey terlemişti. Arka odaya gidip üzerini değiştirmiş, çabucak yanıma dönmüştü. “Müthiş kokuyor,” dedi fırınlara şöyle bir göz atarken.

“Kendine bir kahve al, yeni demledim.” Fincanını çabucak doldururken yapılacak işleri göz ucuyla hesaplamaya koyulmuştu. “Leyla, sen bana bir hediye değil de nesin? Her sabah bu kokuyla karşılanmak muhteşem!” Gülümsedim. Benim için de öyleydi. Güzel bir kurabiye kokusuyla başlamadığım bir gün benim için pek de sevimli geçmezdi fakat bunun sadece beni mutlu etmediğini bilmek bazen kokudan da güzeldi. Pişirdiğim lezzetleri tatmak için Gecegüzü’nün dört bir yanından gelen insanları gördükçe her gün işime daha bir şevkle sarılmamak ne mümkün…

Diğer mıntıkalardan yalnızca dükkânımıza uğramak için gelen müşteriler bir yana, kaldırıma yayılan güzel kokular bile sabahları insanları kendine çeken bir afyon olur çıkardı. İnsanların dükkânın önünden nasıl hevesle geçtiğine her gün şahit oluyordum. Kakule, Ayşegül ve benim Karanfilyolu Bulvarı’ndaki tatlı, güzel dükkânımızdı. İftiharla vurgulamak isterim ki Karanfilyolu’nun en iyi çayı ve kahvesi burada demlenir, en güzel kekleri, kurabiyeleri, tatlıları burada pişerdi. Dükkânı açtıktan sonra günün ilk çay ve kahvelerini demler, pişen her şeyi ve siparişleri hazırlardım. Ayşegül’se tüm gün nefes almadan koşturup durur, dükkânı çekip çevirmekle meşgul olurdu. Daha açılış saatine beş on dakika vardı fakat Ayşegül yine de yaklaşan birkaç askere kapıyı çabucak açmıştı, açmak zorundaydı çünkü gelenler bizim değil Rosav’ın askeriydi. Askerler onlara gösterilen hürmetten memnun bir mağruriyetle ıslak postallarını paspasta temizlemeye lüzum görmeden içeri daldı. Boş dükkânı şöyle bir kolaçan ettikten sonra biri benimle göz göze geldi. Zarureten başımı eğip saygıyla tebessüm ettim. “Hoş geldiniz efendim.”

Cevap vermeye tenezzül etmeden başını çevirdi. Her zamanki gibi sorgusuz sualsiz dükkanımda gezinmeye durdular. Sözde teftiş, zahirde alenen baskın mesabesindeki bu ziyaretlerine ses çıkarmak hayra ulaşmazdı. Güya her iki halkın askerlerinin de bizim topraklarımızı teftiş etmeye ruhsatı vardı ancak Gecegüzü askerleri bunu kendi halkına pek yapmazdı, Rosavniler ve Rosav’a biat edenlerse sanki bu topraklar kendilerine aitmiş gibi her kapıdan girer teftiş eder, kimseye de hesap vermezdi. Tuvalet kapısını açtıklarını duyduğum an içimde dehşet bir korku filizlendi. Sabah namazını kıldıktan sonra arka odadaki başörtüsünü saklamış mıydım? Her zaman kaldırırdım fakat bu sabah kafam biraz dağınıktı, örtüyü orada unutma gafletine düşmüş olabilir miydim?

Askerler benden sonra bile etrafı toplamaya dikkat ederdi ancak ya unuttuysam ve onlar da fark etmediyse? Yanaklarım telaştan alev alev tutuşmaya başlamıştı, onlar teftiş etmeden odaya koşmamak için kendimi zor tutuyordum. Ancak bunu yaparsam, bir aksilik olmasa dahi askerler bu müdahaleyi meşkuk bir telaşe addedip gözlerini üzerime dikerdi. Allah’ım, kafamı duvarlara vurmak ne cazipti! Sahiden de namazı kıldıktan sonra onu öylece bırakıp çıkmış olabilir miydim? Çıkarttığımı hatırlıyorum fakat kaldırdığımı hatırlamıyordum.

Postal sesleri yer değiştirdikçe korku içimde damar damar yol alıyordu. Arkalarından bakmak için başımı öne uzattım fakat pek tabii buradan bir şey görünmüyordu. Onları işkillendirecek bir hale giremezdim, ilgisiz görünme mecburiyetindeydim ama bu evhamla nasıl? Şayet o başörtüsü ortada bir yerde kaldıysa ve Rosav askerleri bunu görürse Kermen mutfağına girmem ancak bir hayal olurdu fakat mutfak sınavına girememek ödeyeceğim en hafif bedel olabilirdi. Kimlik numaram kara listelerine bir kez alınırsa… Ayşegül’ün boğazını temizlediğini duyduğumda bu durum başta dikkatimi çekmedi, askerlerin hiçbir şey olmadan dönüp dükkândan çıkacakları anı gözlemeye devam ettim.

Ayşegül bu kez ayağını hafifçe yere vurduğunda göz ucuyla ona baktım, endişemi hissettiği besbelliydi. Elini kaldırıp sessizce sakin olmamı işaret etti. Sanırım beni telaşlandıranı anlamıştı. Onun bu serinkanlılığına güvenerek kendimi biraz olsun rahatlatabildim. Temiz bardakları tezgâha dizerek oyalanmaya çalıştım, o da masaları düzeltiyormuş gibi etrafta geziniyordu.

Her kapıyı tek tek açıp kolaçanını tamamlayan askerler nihayet tezgâha döndüklerinde yüzlerine bakıp bir aksilik olup olmadığını anlamaya çalıştım. Biri bana uzun uzun baktı, sonra parmağını kaldırıp bir yeri işaret etti. Kalbim ağzımda, işaret ettiği istikamete baktım. Kurabiyeleri dizdiğim servis tabağını gösteriyordu. “Bir tane almamın bir mahsuru yok, değil mi?” Olması gerekenden daha hevesli ve coşkulu çıkan sesimle vaziyetimin üzerini örtmeye çalışarak, “Tabii tabii!” dedim. “Lütfen alın!” Sanki onlara itiraz etmem mümkündü.

“Başka bir şey ister misiniz teğmen?” dedi Ayşegül, hemen masaların ardından. Askerlerin ikisi dükkândan çoktan çıkmıştı. Kurabiyelerimden birkaç tane alan askerse kısaca, “Hayır,” dedi ve diğerlerinin peşi sıra dükkânı terk etti. Sıkmaktan sebep ağrıyan dişlerimin arasından nihayet rahat bir nefes salıverdim. “Başörtüsünü askıda unutmuşsun,” dedi Ayşegül. “Bizimkilerden giren olduysa onlar da fark etmemiş sanırım.

Üzerimi değiştirmek için girdiğimde görüp kaldırdım.” Üzerime binen bitkinlikle başımı yavaşça salladım. “Teşekkür ederim.” “Daha dikkatli olman gerek. O odaya biraz daha geç girseydim şu an Rosav’la yüz yüze gelebilirdik.” “Haklısın, özür dilerim.” Yalnızca kendimden değil, ondan da sorumluydum. Burada ikimiz vardık ve aksi bir hal olsa başı yanacak tek kişi ben olmazdım. “Kermen mutfağının sınavına neredeyse bir ay kaldı.

Bazen o kadar heyecanlanıyorum ki, her şey aklımdan uçup gidiyor.” Elini dostane bir teskinle omuzuma koydu. “Tamam, gerginliği at üzerinden artık. Geçti. Sınavı da dert etme, Gecegüzü’nde senden daha iyi şeyler pişiren çok fazla insan olduğunu sanmıyorum.” Teşekkür mahiyetinde hafif bir tebessümle başımı sallayıp bardakların başına döndüm, kısa bir süre sonra da müşteriler yavaş yavaş içeri girmeye başlamıştı.

Benzer İçerikler

Bir Deney Faresinin Sırları – Kızlar Giremez (Köpekler Girebilir)

yakutlu

Mutluluk Endüstrisi | William Davies

yakutlu

Çalıkuşu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy