“Ayrıntılı ve büyüleyici… 221B Baker Sokağı’nın meşhur kiracısına dair şu ana kadar yazılmış en başarılı uyarlama.” —Houston Chronicle
Sherlock Holmes’ten bir mektup alan Mary Russell tekrar yola çıktığında bu çağrının evliliklerini biraz daha hareketlendirmek için olduğunu sanmıştı. Kendisini bir midilli üstünden sertçe düşüp yere kapaklanırken bulduğunda aslında kocasının daha iyi seçenekleri olabileceği konusunda söylendi. Fakat bu macera sandığından çok daha zorlu geçecekti.
Sherlock Holmes, eski bir dostunun bir davayı çözmesi için yardım istemesi üzerine Dartmoor’a gittiğinde kendisini tekrar Baskervillelerin Konağı’nda, benzer bir hikâyenin ortasında bulur. Fakat kurulan tezgahın sonuçları bu sefer daha büyüktür. Peki Sherlock Holmes ve yeni ortağı Mary Russell bu vakadan canları sağ kurtulmayı başarabilecek midir?
Sherlock Holmes’ün yanına en az kendisi kadar zeki bir karakteri koyan Laruie R. King, bu yeni ikilinin karmaşık ilişkisini ustalıkla kaleme alıyor.
Sherlock Holmes maceralarından vazgeçemeyenler için mutlaka okunması gereken bir roman!
EDİTÖRÜN ÖNSÖZÜ
Elinizde, seneler önce kapımın önüne bırakılan çeşitli eşyalarla dolu bavulun içinde bulup dirilttiğim dördüncü el yazması duruyor. Şayet dibindeki el yazmaları olmasaydı, içinde bulunan ıvır zıvırlar —giysiler, bir pipo, bir parça sicim, birkaç taş, birtakım eski kitap ve bir adet değerli kolye— yüzünden bu sandığın enteresan kişilikte birine ait karman çorman bir çanta olduğu ya da tavan arasındaki istenmeyen eşyalardan kurtulmak isteyen birinin dışarı attığı bir dizi çerçöp (kolye haricinde tabii) olduğu düşünülebilirdi. Yazarı öldüğünden dolayı bu el yazmalarının bana gönderildiğini düşünmüştüm fakat bilinmeyen bir sebepten ötürü yazarın geçmişine dair hatırlanmaya değer anılarla bağlantılı nesneleri de bana gönderilmişti. Bununla birlikte, Mary Russell’ın birinci kitabının yayımlandığı tarihten bu yana, içerisinde en az gönderilen ilk sandığın içindeki eşyalar kadar birbiriyle alakasız nesnelerin olduğu bir avuç dolusu posta daha aldım ve bunların arkasında bizzat yazarın kendisinin olduğundan şüphelenmeye başladım.
Bayan Russell’ın hikâyesi boyunca insanların ve mekânların gerçek isimlerini bilinmeyen diğer isimlerle birleştirme huyu olduğunu belirtmekte fayda var. Bu isimlerden bazıları gerçek kimliklerin üstünü ince bir örtüyle gizlerken diğerlerinin aslını çözmek mümkün değil. Benzer bir şekilde Bayan Russell, Dartmoor’da yer alan gerçek mekânların isimlerini gizlemek için zahmete girmiş olmasına rağmen bazı yerlerden bahsederken kolay bir şekilde nereden bahsettiğinin anlaşılmasını sağlayan isimler ya da tasvirler kullanıyor. Dolayısıyla Dartmoor’da gezen biri belirtilen alanda Baskerville Konağı’nı bulamayacaktır. Okemont Nehri’nin karakteristik özelikleriyse el yazmalarında geçen özellikleriyle tam olarak uyuşmamaktadır. Yazarın kendi amaçları için bunları kasten yaptığını varsaymaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bölüm isimleri Sabine Baring-Gould’un kitaplarından alınmıştır ve her bölümde alıntı yapılan eserin adı verilmiştir.
BİR
“Kitaplarımdan fırsat bulduğum bir vakit midillime atladım ve
bozkırın yolunu tuttum.”
—A Book of Dartmoor
Elimdeki telgrafta şu cümleler yazılıydı:
DEVONSHIRE’DA SANA İHTİYACIM VAR RUSSELL.
MÜSAİTSEN BULDUĞUN İLK CRYTON SEFERİNE
BİN. MÜSAİT DEĞİLSEN YİNE DE GEL. YANINDA
PUSULA GETİR.
HOLMES
Elimdeki telgrafın beni sevk ettiği duyguları tanımlamak için rahatsız sözcüğü yetersiz kalırdı. Zorlu ve duygusal anlamda tüketici bir vakanın pisliğinden kendimizi daha yeni kurtarmıştık. Şimdi de bu vakanın üzerinden henüz bir ay geçmişken ve aklım, manevi evim olan Oxford’da beni bekleyen işe tam anlamıyla odaklanmışken; eşim ve uzun yıllardır ortağım olan Sherlock Holmes, gönderdiği bu buyurgan telgrafla beni tekrar kendi dünyasına sürüklemeyi teklif ediyordu.
Ev sahibimin hizmetçisine zoraki gülümseyerek telgrafa cevap yazmayacağımı (Holmes, telgrafı cevap yazılabilecek bir adresle göndermemişti—ki bunu bilerek yapmıştı) belirtip kapıyı kapattım. Bana neden ihtiyacı olduğu, bir pusulayla ne yapacağı ya da en son kendisinden haber aldığımda Berlin’de aşılmaz gibi görünen bir kasanın soyulmasıyla ilgili ilgi çekici küçük bir vakayla ilgilenmek üzere yola çıkmışken Devon’da ne aradığı üzerine düşünmemeye çalıştım. Merakımı bastırdım ve masama geri döndüm. İki saat sonra hizmetçi kız elindeki ince bir zarfla tekrar okumamı böldü.
Bu zarfta da şunlar yazılıydı:
AYRICA 1I 10 ÖLÇEKLİ EXETER, TAVISTOCK VE
OKEHAMPTON HARİTALARINI GETİR. KİTAPLARINI
KAPAT. HEMEN YOLA ÇIK.
HOLMES
Kahrolası adam beni çok iyi tanıyordu. Masanın çekmecesinden pirinçten yapılmış ağır cep pusulamı aldım. Yaklaşık dört yıl kadar önce ilk kez camının çatladığı ve Kudüs’te kemerli bir köprünün dibini boyladığı zamandan beri alındığı günki gibi olmamasına rağmen eski bir dost gibiydi ve epey iyi vaziyetteydi. Pusulayı, kendisi gibi görmüş geçirmiş bir sırt çantasının dibine yerleştirdim ve üzerine; kutuplara yapılacak bir seferden tutun da başı taçlı asillerle yenilecek bir yemeğe kadar (ki bunların ikisi de kuşkusuz Holmes’ün erişiminin ötesinde değildi) geniş bir ihtimaller yelpazesini kapsayacak çeşitlikle giyecek yerleştirdim.
Okumakta olduğum, Ortaçağ İspanya’sında Museviliği anlatan kitabımı da giysilerin üzerine koydum. Holmes’ün istediği, İngiltere’nin güneybatı bölgesini gösteren Ordnance Survey1 menşeili, bir hayli ayrıntılı olan 1/10 ölçekli haritaları almak üzere yola koyuldum. Saatler sonra trenle Coryton, Devon’a varmıştı. İstasyonda kimsecikler yoktu ve alacakaranlık hızla çökmekteydi. Omzuma attığım sırt çantası, ayaklarımdaki çizmeler ve başımdaki şapkayla oracıkta dikilmiş, trenin bir sonraki küçük durağına doğru yol alırken çıkardığı sesi dinliyordum. Yaşlı bir çift de benimle aynı istasyonda trenden inmiş, güç bela kendilerini bekleyen dengesiz at arabasına binmiş ve uzaklaşmışlardı. Bir başımaydım. Yağmur yağıyordu ve hava soğuktu.
İçinde bulunduğum durumdan artık kaçınmak mümkün olmadığından dolayı harekete geçtim ve içinden eldivenlerimi, yağmurluğumu ve başımı daha sıcak tutacak bir şapkayı çıkarmak üzere sırt çantamı yere koydum. Doğrulurken hafifçe döndüğümden daha önce yürüyüp yanından geçtiğim direğin üzerine tutuşturulmuş kare şeklindeki küçük, açık renkli bir nesneyi fark ettim. Dönmemiş olsaydım ya da hava biraz daha kararmış olsaydı orada olduğu tamamen gözümden kaçmış olacaktı. Üzerinde Russell yazan kareyi açtığımda yırtık bir kâğıt parçası olduğunu anladım. Holmes’ün elinden çıkmış sözcükleri zar zor okuyabildim:
Lew Konağı üç buçuk kilometre kuzeyde. “Hücum Hıristiyan Askerleri” ya da “Widdecombe Panayırı”nın sözlerini biliyor musun?
—H
Bu sefer içinden bir el feneri çıkarmak üzere elimi tekrar sırt çantama daldırdım. Okuduğum sözcüklerin gerçekten düşündüğüm anlama geldiğini teyit ettiğimde kâğıt parçasını kaldırdım, karanlıkta uçları kaybolan yollardan hangisinin kuzeye uzandığını kontrol etmek için çantamın dibinden pusulamı çıkardım ve yola koyuldum. Bu notuyla Holmes’ün ne demek istediğine dair hiçbir fikrim yoktu. İki parçayı da daha önce dinlemiştim. Biri kuvvetli ritimlere sahip bir ilahi, diğeriyse aşırı derecede el üstünde tutulan halk türkülerinden biriydi. Ancak ilkinin “İsa’nın çarmıhı” arkasında yürüyen, kuşkuya yer bırakmayacak derecede uğursuz (özellikle bir Yahudi’ye göre) bir girizgâha sahip olan görüntüsü ve ikincisinin de sonu gelmeyecek gibi görünen ve can sıkacak düzeyde neşeli nakaratının dizeleri olan “Tom Cobbley Amca ve herkes” dışında iki şarkının da sözlerini bilmiyordum. Öncelikle inançsız biri olarak genelde bu tür ilahilerin olağan bir şekilde söylendiği bir Hıristiyan kilisesine gitmiyordum.
İkinci şarkıya gelecek olursak, eh, şimdiye kadar arkadaşlarımdan hiçbiri sandaletlerin, halk türkülerinin ve Morris dansının baştan çıkarıcı cazibesine kapılmamıştı. Holmes’ü neredeyse üç haftadır görmemiştim. Belki de bu zaman aralığında aklını kaçırmıştı. Üç buçuk kilometre, düzgün bir yolda ve güneşli bir sabahta pek uzun bir mesafe sayılmazdı ancak bir an sonra kendimi içerisinde bulduğum yağışlı ve karanlık gecede, kaygan ve tekerlek izleriyle dolu bir yolda dikkatle yürürken; göremediğim ancak duyduğum, kokusunu alabildiğim ve arada bir içine bastığım küçük bir nehrin akıntısını izlerken üç buçuk kilometre kayda değer uzunlukta bir yürüyüştü. Başka bir şey daha vardı: Kendimi takip ediliyormuş ya da izleniyormuş gibi hissediyordum. Normalde ürkek bir fıtratım yoktur ve bu tür hislere sahip olduğumda genelde bunların gerçek temelleri olduğunu farz etmeye eğilimliyimdir fakat yağmurdan ve rüzgârdan başka duyabildiğim bir ses ya da durduğumda arkamdan beni takip eden ayakkabıların suda çıkardığı sesin bir yansıması yoktu.
Yalnızca gecenin içinde başka biri daha varmış gibi hissediyordum. Bu hissi görmezden gelerek yoluma devam ettim. Yol ayrımına geldiğimde sol taraftan devam ettim ve akıntının karşı tarafına geçmem gerektiğinde daha önceden üzerine bir köprünün yapıldığını görünce haliyle bu yolu seçtiğime memnun oldum. Akıntının içine girmek beni şu anki olduğumdan daha ıslak bir hale getirecek olmamasına ve belden aşağımı kaplayan kilolarca çamuru temizleyecek olmasına rağmen, ilçe meclisi şeklindeki medeniyetin elle tutulur bir göstergesi olan bu köprüyü, cesaretlendirici bulmuştum. Akıntıyı geçtiğimden şimdi nehrin şırıltısını arkamda bırakmış, nehre düşen yağmur tanelerinin çıkardığı fısıltının yerini çamurun ve bitkilerin üstüne düşen su taneciklerinin çıkardığı daha tok sesler almıştı. Kendi kendime artık bir buçuk kilometreden daha az mesafe kalmıştır diye düşünürken belli belirsiz bir ses duydum. Yüz metre daha yürüdükten sonra aynı sesi çamurda yürürken çizmelerimin çıkardığı sesin üzerinden duyabiliyordum. Elli metre sonra sesin kaynağındaydım.
Hafif ve yavaş bir şekilde çalınan kemanın tatlı ve kasvetli bir melodisi vardı. Tınısı güçlü ve daimi bir hüzünle doluydu. Bu ezgiyi daha önce duymadığımdan emindim ancak çok eski olan her şeyde olduğu gibi bu ezginin de iliklerime kadar işleyen bir aşinalığı vardı. Hem yayı tutan eli de tanıyordum. “Holmes?” diye seslendim karanlığa doğru. Adam kemanın sessizliğe gömülmesine izin vermeden önce son bir uzun nota çıkararak güfteyi sonlandırdı. “Merhaba, Russell. Geç kaldın.” “Umarım bütün bu olanlar için iyi bir açıklaman vardır Holmes.” Holmes cevap vermedi.
Kemanın ve yayın kutusuna koyulurken çıkardığı tanıdık sesi duydum. Kapanan mandalların çıkardığı tok sesi giyilmekte olan bir yağmurluğun güçlü hışırtısı takip etti. Tam el fenerini yakmıştım ki Holmes’ün bir sıra taştan duvarın ortasına yapılmış kapının sundurmasının altından çıktığını gördüm. Duraksadı, düşünceli bir şekilde yanlışlıkla derin bir çukura basmanın sonucunda sağ tarafımda oluşan ve ayaklarımdan dirseğime kadar nasıl boydan boya bir tarafıma sıçradığını ele veren çamur lekesine baktı. “Yolda yürürken neden el fenerini yakmadın?” diye sordu Holmes. Utanarak, “Ben, şey . . .” dedim. “Birinin beni takip ettiğini sanıyordum. Bir de el fenerini yakıp takipçime iyilik yapmak istemedim.” Gözlerini kısıp yola bakmak üzere hafif bir şekilde dönen Holmes, sert bir şekilde “Takip mi edindin?” dedi. “İzlendiğimi düşündüm. Hani ensenin arkası karıncalanır ya.” El fenerinin sayesinde artık yüzünü apaçık görebiliyordum. “Ah, evet. İzlendiğini sandın. Bozkır insana öyle hissettirir.”
Şaşırarak, “Bozkır mı?” diye sordum. Elbette nerede olduğumu biliyordum ancak bir anlığına trende okumakta olduğum kitap aklıma coğrafi bilgimden daha yakın gelmişti ve kısa bir anlığına zihnimde oluşan koyu tenli ve eli kılıçlı bir Sarazenin, Devonshire sınırında kol gezdiğine dair bir imgeyle yüzleştim.”2 “Dartmoor. Hemen şu tarafta,” dedi Holmes başıyla omzunun arkasını işaret ederken. “Yedi, sekiz kilometre ötede kocaman bir duvarmışçasına yükseliyor ve buradan kendisini göremiyor olsak bile etrafı çevreleyen kırsalda kendini hissettiren bir varlığı var.
Yarın görürsün.” Holmes yola doğru döndü. “Hadi gidip ısınalım ve kurulanalım.” El feneri artık açıktı. Işığı bir tarafımızdaki boylu boyuna uzanan çalı sırasını diğer taraftaysa taş bir duvarı aydınlatıyordu. Bir anlığına yoldaki Fransızca bir tabelayı aydınlatmış (hiç şüphesiz bir askerin savaş hatırasıydı bu) ve daha dar bir yola girmeden önce kilise bahçesindeki mezar taşlarına kısa bir bakış atmamızı sağlamıştı. Yapraklarının henüz hepsini dökmemiş olan karaağaçlar boyunca yolu kaplayan çürümüş yapraklardan oluşan kalın tabaka ve başımızın üstündeki kızıl gürgenler yerlerini daha bakımlı görünen bir bahçeye bıraktı.
Mevsimin ve yağmurun dahi açıklayamayacağı kadar ilgisiz kalmış olmasına rağmen bir bahçe olduğu kolayca anlaşılıyordu. Nihayet el fenerinden süzülen ışık bölmelere ayrılmış uzun pencereleri olan iki katlı taştan yapılmış bir evin camlarından yansımaya başladığında duraksadık. Evin yakın cephesi karanlıktı ancak biraz ötedeki pencerelerden bazıları perdelerin ardından ışık saçıyor ve çatılı verandanın üzerinden gelen ışık yabani otlarla dolu, sonu yuvarlak bir çeşmeye varan yolda bizi karşılıyordu. Tam verandanın altındaki dar alana girmiş ve en ıslak giysilerimizi çıkarmaya koyulmuştuk ki önümüzdeki kapı açılıverdi.
İlk başta kapıda duranın bir kâhya, bu büyüklükteki bir malikânenin sahip olmasını bekleyeceğiniz türden mahzun ve yaşlı bir hizmetçi olduğunu sanmıştım. En az malikâne kadar eski ve yorgun ve yine en az onun kadar sadık ve tecrübeli. Ancak dimdik doğrulmama neden olan şey, modası geçmiş hâkim yaka cüppesi ve giydiği baştan aşağı düğmeli fraktan daha çok yüzüydü. Geçen yıllarla birlikte sırtı kamburlaşmış olmasına rağmen bu adam, bir hizmetçi değildi.
Uzun boylu yaşlı adam iki elinde ayrı ayrı tuttuğu bastona yaslandı ve takmakta olduğu tel gözlüklerin üzerinden beni boydan aşağı süzdü. Yüzüme doğru sarkan saçımdan kaçmış ıslak saç tellerimi, giysilerimi kaplayan çamur birikintisini, elimde tuttuğum ve üzerindeki pisliğin kuruyarak kabuklaşmaya başladığı çizmemi ve az önce çizmeyi giymekte olduğum ayağımdaki sırılsıklam çorabımı inceledi ve bakışlarını meşru kocama çevirdi.
…