Tan Yeri-Zifir, “Haramdan Sakın” serisiyle yüz binlerce okura ulaşan Merve Özcan’ın kaleminden uzun zamandır beklenen yepyeni bir soluk… Birbirine düşman iki halk ve zamandan, dünyadan soyutlanmış, kısıtlanmış, dışlanmış bir bölge; Ateşoyuk. Ve bu toprakların şahit olduğu savaş, efsane, kan, aşk ve kaybın hikâyesi… Bir orman vardı. Adamı gizler, kadını saklar, dalları arasına gecenin zifirini sarardı.
Kadın adamı bir okla vurur ama yine kendini yaralardı. Zihnindeki eksikleri adamın izleriyle yamar, sonra da yine adamın gölgelerini kovalardı. Bastığı topraklar zulümle sarılmışken ikisi de savaş için silahlarını kuşanmıştı fakat onları bekleyen ilk savaş zihinlerinde çoktan başlamıştı. “Önümde boylu boyunca uzanan bir uçurum, ben o uçuruma yürüyorum. Adımlar benim, kaybı gören gözler benim, beden benim bedenim… Ama yürüyen ben değilim.”
ZİFİR
Saçların bir uçurumun dibini fısıldarken,
Gözlerin sisli yolun sonundaki denizlerin derinliği.
Ve kirpiklerine takılırken birkaç fırtına,
Ruhumu kayba bırakıp beklerim alacağın son nefesimi.
Köklerin kucakladığı topraktan kopmuş kız,
Tenine batan çam iğnelerini silkin.
Kan mı yaralarından akan, yoksa mürekkep mi?
Bıçağın çizdiği tenin kâğıt, kalemin çizdiği kâğıt tenin.
Kirpiklerime dolanan rüzgârı öpen sendin.
Şafak yaklaşıyor, kapa kulaklarını.
Tan yerini çığlıklar kamçılayacak.
At şaha kalktı, adam öldü, gece yakın.
Ört saçlarını, parmaklarımı silmesin rüzgârın.
Zihninden kopan kâğıtları tutuşturduğun parmaklarım,
Karanlığın tam da göbeğinden izlerle şimdi benim parmaklığım.
Kanla örülmüş hücremin mürekkeple yıkanan duvarlarında,
Ben miyim hapsolan, yoksa sen mi göğsümde sakladığım?
Yelkovan ölür, akrep zehrinin tadına bakar, saklardı zemheri.
Ve kadın görse kehribardaki geçmişin gerçeğini,
Elini onun elinden çeker, koparırdı kolyesini.
Kehribar düşer, adamın parçaları yakardı ateşi.
Belki de ne adam döndürebilirdi onu geri,
Ne kadın onun eline tekrar bırakırdı elini.
Adımları uzaklaşırsa kadının, önce toplasın adamın küllerini.
Güneşin sıcağı buzun alevine bırakacaksa yerini,
Ya saçlarına dolasın nefesini;
ya da bir masalla kapatsın adamın gözlerini.
Çünkü ardından salınacak rüzgâr, bırakmaz gökte geceyi.
Boynuna asıp son günün cesedini,
ormanın külleriyle kozasında vurur kelebeği.
Arsıl ALAZ
0.0 TANYERİ
Orman, kendini gizliyormuş gibi sisli ve karanlıktı bugün. Ağaçlar bu karanlığı sahiplenmiş muhafızlar gibi yakınındaki her varlığı gölgesine katıyor, gecenin hâkimiyetine ortaklık ediyordu. Dallarını yalnızca ürkütücü kuşlara açan ağaçlar, o kuşların bir tehlikeyi karşılarcasına söyledikleri acı şarkıyı dinliyor; çıtırdayan kuru çam iğneleri kuşların şarkısına eşlik etmek için her adımda biraz daha kırılganlaşıyordu. Birkaç kozalak bu sessiz orkestraya yetişebilmek adına tutundukları dalı bırakmak için sıra bekliyordu. Toprak dahi altında ezileceği adımları hevesle gözlüyor, içinde biriktirdiği ölü bedenleri bu âna şahit tutuyordu. Tüm hazırlıklar yapılmıştı, tutturulan sessiz şarkıyla o an bekleniyordu her şeyin çekildiği karanlıkta.
Ve sis, bir sahne perdesi gibi aralandı; beklenen geldi, tüm ormanın gözlediği adımlar artık hemen buradaydı. Tanıdığı ormana yabancıydı genç kadının adımları, karanlığa gömülü her bir varlık dev silüetlerle sarıyordu sanki çevresini. Ağaçların arasında bir yılan gibi kıvrılarak dolaşan rüzgâr, kadının buz kesmiş ellerine geçiriyordu sivri dişlerini fakat genç kadın bunu hissetmiyordu. Hızlı adımları bir nabız gibi atıyordu ormanın ıssız kalabalığında. Damarlarında dolaşan kan, zihninden yükselen alevlerin dumanında kaynıyordu. Yüzünü kaplayan ince ter tabakasını sildi koluna, küçük damlacıklar vakit kaybetmeden tekrar yerini buldu genç kadının buz kesilmiş suratında.
Bir kez daha sildi alnını, bunu öyle çok tekrarlamıştı ki neredeyse tahriş ettiği tenindeki ince sızıyı hissedecekti. Belki de hissetmişti fakat ensesinden şakaklarına kadar uzanan katlanılmaz acı bu sızıyı çoktan ardında bırakmıştı. Genç kadının kulaklarını uğuldatan bir siren sesi gibi beynini tırmalıyordu acının paslı bıçakları. Ellerini başının iki yanına koyup kemiklerinin kırılan sesini hayal ederek sertçe bastırdı avuçlarını şakaklarına. Yine de ne olursa olsun bu acıdan şikâyetçi değildi, çünkü onu hiçliğin bir adım gerisinde tutan şey bu acıydı; ona sarıldı. Isırdığı dudaklarından dişlerinin arasına yayılan kan, attığı her adımda sıcaklığını biraz daha yitiriyordu. Adımlarıysa geçen her saniye yabancı olduğu bu yolda belirsizliğin bilinmez adresine doğru biraz daha hızlanıyordu. Acele etmeli ve yetişmeliydi, buna mecburdu fakat atladığı bir şey vardı; yetişmek için önce nereye gideceğini bilmeliydi.
Göğüs kafesine sıkışmış çığlığı tanıyordu kadın, alev alan zihninin isyanıydı bu çığlık fakat farkında değildi; tıpkı farkında olmadığı diğer her şey gibi. Orman hayranlıkla izliyordu genç kadının her bir ânını; zihninde başlayan kıvılcımın yangına dönüşüşünü, her adımda yaklaştığı hiçlikten kaçmak için kendi yangınına koşuşunu…
Fakat bir gerçek vardı ve o gerçek her saniye kendisine biraz daha yaklaşıyordu; sarıldığı o alevlerden geriye küller kalacak, külleri ellerine çarpan rüzgâr savuracak ve yine ona kalan hiçlik olacaktı. Dakikalarca yürüdü; koştu yönünü, yolunu, hedefini bilmeden ve böylece hiçlik en başından gizlice sirayet etmeye başladı ruhuna. Attığı her bir adım onu bu hiçlikten kaçıramayacak, bilakis o bilinmez boşluğun tam ortasına düşürecekti. Kuşlar sessizliğe gömülüp fısıldadıkları şarkıyı boğazlarına düğümlemişti, rüzgâr genç kadının bıraktığı son nefesi ağaçların dalları arasına saklamıştı.
Toprak ise kadının kirpiklerinden kurtulacak ilk gözyaşını gözlüyordu. Genç kadın kaçıp tam ortasına düştüğü hiçliğe son adımlarını atarken artık her şey için çok geçti. Orman onu izliyor, kadın kaybı tadıyordu. Son adımı toprakla buluştu, bir cam kadar kırılganlaşmış çam iğneleri büyük bir gürültüyle ezilip parçalandı ayaklarının altında. İlk gözyaşı kurtulduğunda kirpiklerinden, göğsüne sıkışmış çığlığı uykusundan uyanan bir ejderha gibi kalktı yerinden ve tam göğsünün ortasında açtı kanatlarını. Yükseldi, boğazına batırdı iğnelerini, kanattı dilini ve sonunda serbest kaldı; ormanın soğuğunda çırptı kanatlarını, genç kadının zihnindeki alevi kattı soluğuna. Geceyi sarstı, şafağı doğurdu ve büyük bir gürültüyle koptu çığlık tan yerinde. Kadın düştü. Bilinci parmaklarının arasında eriyip giderken anıları kayba kapılıp boğuldu.
Ve tam bu anda varlığını ağaçların karanlık gölgesine saklayan genç adam, bir zamanlar kadının ona söylediği cümleleri tekrar etti. Bu da bir çığlıktı, kelimelerin ardına saklanarak ehlileştirilmiş bir çığlık… “Önümde boylu boyunca uzanan bir uçurum, ben o uçuruma yürüyorum. Adımlar benim, kaybı gören gözler benim, beden benim bedenim… Ama yürüyen ben değilim.”
01.01 SİS
Henüz küçük bir çocukken bir gece yarısı, ay gerçek anlamda ilk kez dikkatimi çektiğinde, babama onun neden öylece gökyüzünde durduğunu sormuştum; “Yeryüzünü aydınlatmak için,” demişti. O an gözlerimi hayranlıkla aya dikerek o hâlde onun güneşten daha güçlü olduğunu söylemiştim; çünkü benim için karanlık bir gecedense aydınlık bir gündüzü aydınlatmak çok daha zordu. Gündüzün oluşumundan bihaber küçük bir kızdım yalnızca, hissettiğim tek şey aya duyduğum saygıydı. Sonra babam güneş olmadığında tüm yeryüzünün karanlıkta kalacağını anlattığında ona güneş olmazsa ayın tıpkı o andaki gibi karanlığı aydınlatacağını söylemiş, o ise onun bile ışığını güneşten aldığını anlatmıştı. O gün güneşin yalnızca gündüzü değil, geceyi de aydınlatacak kadar güçlü olduğunu öğrenmiştim; bir de ismimin anlamını. İsmim buydu, Helya. Gerçekte değerlendirildiğinde “güneş” anlamı taşısa da babam yalnızca güneş değil; bana bu ismi verdiği andaki tüm umutlarını geçen yıllara karşı hâlâ diri tutarak, “geceyi dahi aydınlatan güneş” anlamını taşıdığını söylüyordu. Elbette ki geceyi aydınlatacak kudrete sahip değildim, daha çok ona sığınmayı tercih ederdim ben. Bir güneş gibi gerçek ve saf bir ışıkla aydınlanmanın ve aydınlatmanın hayalini kursam dahi hiçbir zaman bunu dillendirmeye cüret edemezdim. Gece, kafa tutulmak için fazla tehlikeliydi ama yine de çocukluğumda hava karardığında odamın ışığını açıp kısmen karanlığı aydınlatmış olarak geceye bir sinyal verdiğimi düşünürdüm.
“Ben buradayım,” diye fısıldardım parmak uçlarımda doğrulup penceremden karanlık gökyüzüne bakarak. “Ve seni bile aydınlatma görevini bir gün ben üstleneceğim.” Olgun olarak tanınan bir kıza göre pek de olgun bir hedef olduğu iddia edilemezdi bunun, yine de küçük bir çocuktum ve hayal kurmak yerçekimsizdi. Yerçekimsiz ortamda kimse olgunluktan bahsedemezdi. … Parmaklarımın arasında döndürdüğüm kolyemi geceliğimin içine itip bedenimi ürperten sabah serinliğine aldırmadan yorganımı araladım. Kısa bir titreyiş omuzlarımdan geçip gittiğinde vücudumu esnetip uykunun kırıntılarını silkeledim üzerimden. Bugün gelecek kitap ve eşya siparişlerinin yerleştirilmesinde babama yardım edeceğime söz vermiştim, dükkâna erken gitmem gerekiyordu ama dükkânı açmamıza henüz üç saat vardı, erken uyanmıştım.
Biraz sabah yürüyüşüne çıkmakla geç kalmazdım. Lavaboya gidip hızla hazırlandıktan sonra sandalyemin üzerindeki giysileri de aynı hızda geçirdim üzerime. Elbisemle pantolonumun sert kumaşı beni yürüyüşte zorlayacak gibiydi fakat yine de havanın serinliğine karşı epey idare ederdi. Kapının arkasında asılı pelerinimi omuzlarıma bırakırken gözlerim evin sessizliğini yadırgarcasına etrafta dolaştı. Babam çoğunlukla bu saatlerde uyanık olurdu, belli ki dün akşam ana çiftlikte fazla yorulmuştu. Son bir haftadır dükkâna ben baktığım için birkaç gün fazladan bile gitmişti çiftliğe, zorunlu çalışma süresini doldurmuştu ve artık çalışma yükümlülüğü yoktu fakat buna rağmen çiftlikte çalışmayı seviyordu. Onları uyandırmamak için küçük adımlarla tahta zeminden çıkacak gıcırtıları önlemeye çalışarak kapıyı açtım. Pelerinimin iplerini bağlayıp başlığını kafama geçirdikten sonra köşede asılı anahtarı cebime atıp sessizce çıktım evden.
Hava epeyce serindi; birkaç gündür kasabanın üzerinden çekilmeyen yakıcı güneş bugün fazlasıyla isteksiz görünüyordu, hatta kara bulutların ormanın üstünü kaplamak için hevesle beklediğini bile görebiliyordum. Başlığımı gözlerimin hemen üstüne kadar çekip hızlı adımlarla aşina olduğum patika yola girdim. Babam oldum olası hassas bir adamdı, pelerinimin başlığını yüzüme indirmeden ve yayımı yanıma almadan ormanda dolaştığımı gördüğü her seferde daima sevimli bir ifade taşıyan yüzü soğuk bir sertlikle gerilirdi. Nedenini biliyordum, herkes biliyordu. Parslar. Savaşlar, kıtlık, zor yaşam şartları yüzünden nüfusumuz gitgide azalmış ve biz, yani Kaplan Türkleri, uzun yıllar önce refaha kavuşmak ve neslimizi korumak adına Ateşoyuk bölgesine göç etmişiz.
Yıllarımız burada hür ve huzur içerisinde geçmiş fakat bu huzurun kokusunu alan Pars halkı, tarih boyunca bize besledikleri düşmanlıkla peşimizi bırakmadıkları gibi, burada da bizi bulup topraklarımıza el koymak, neslimizin sonunu getirmek gibi sapkın hedefleriyle Ateşoyuk bölgesinin birinci kısmına yerleşmiş. Bölgenin diğer iki kısmı bize ait olsa da saldırganlık ve sapkınlıklarıyla ünlü Parslar yerleştikleri bu bir kısımda bile baskılarıyla bizi yıldırmış. Ateşoyuk’un bağlı olduğu şehir merkezini isyan ve saldırı tehditleriyle tüm zulümlerine karşı sessiz bırakmış. Yüzyıllardır sürdü bu savaş, bu çekişme. Kocaman bir coğrafyadaydık; daraldık, daraldık ve Ateşoyuk’un topraklarının üçte ikisine sıkıştırıldık.
Burası savaşın son demi, son kale… Çok tuhaf… Tuhaf ama gerçek şu ki; eğer olur da Parslar düşman pençelerini bizden çeker ya da biz canımız pahasına dişe diş savaşarak çıkarsak bu sınırlardan, o zaman Kaplan halkı sınırların dışındaki dünyanın ne kadar geliştiğini elimizdeki kısıtlı iletişim araçlarından değil, kendi gözleriyle canlı canlı görebilecek; bir anda yıllar atlayacağız.
Burası, yani üçüncü kısım güvenli alandı; ikinci kısım da kısmen öyle sayılırdı. Çünkü Parslar birinci kısımda yaşadıkları için nadiren de olsa ikinci kısımda bulunuyordu. Verdiğimiz kayıplar ve yaşananlar sebebiyle Kaplan halkının onlara olan nefreti babamı çok daha hassas ve dikkatli bir adam hâline getirmişti. Bu konuda belki diğer tüm Kaplanlardan daha hassastı ama az ya da çok, kim onlardan nefret etmiyordu ki? Ne annemin ne de benim Parslar tarafından görülmemizi istiyordu, gerçi Kaplanların hepsi ailesini benzer şekilde onlardan koruyordu fakat kasabadayken bu durum o kadar da önemli değildi, daha doğrusu pek kontrol edilebilir olduğu söylenemezdi.
Yine de babamın eski bir kasaba askeri ve şimdi de sözü geçen bir direnişçi olarak hassasiyetleri diğer Kaplanlara göre had safhadaydı. Ve tabii ki her zaman söylediği gibi, ormanlar her zaman en güvenli ve aynı zamanda en tehlikeli yerlerdi. Adımlarım hızlandıkça başımdaki hafif sızı, ciğerlerime dolan serin havayla dinmeye başlamıştı. Çantamı ağırlık yapmaması için almamıştım ama en azından kuruyan boğazım için yanıma su almış olmayı isterdim. Kaslarımın tembelleştiğini hissediyordum, oysa yalnızca birkaç gündür yürüyüşü aksatmıştım ve babamın yoğunluğu yüzünden eğitimimi bir iki gün askıya almıştık. Yine de haftalardır doğru düzgün hareket etmemiş gibiydim, hatta belki aylardır.
Bir ses, adımlarımın toprakta bıraktığı ritmik sese karıştığında nefes nefese kaldığımı ancak fark edebilmiştim; yavaşladım. Çevreme bakıp sesin sahibini aradım ama orman bomboştu, her zamanki gibi. Belki bir sincap, belki hareket etmeye niyetlenmiş bir kaplumbağa, belki de rüzgârdan etkilenen herhangi bir şeydi bu. Babam gibi fazla hassaslaşmıştı duyularım. Önümdeki küçük tümsekten zıplayıp en yakınımdaki çam ağacının uzun gövdesine yaslandım, birkaç kuş sabah şarkısını mırıldanmaya başlamıştı. Çok geçmeden birkaçı daha katıldı onlara, kuşların sesi ormanın sessizliğini açığa çıkarırcasına yankılanıyordu ağaçların arasında. Kuruntularımı bir kenara bırakıp başımı arkaya attım ve aşina
olduğum sessizliğe eşlik ettim; belki on, belki yirmi dakika, belki yarım saat, hatta daha fazla… Aynı ses… Bu bir sincap, kaplumbağa ya da herhangi bir şey değildi; yakınlarda birinin olduğuna emindim artık. Yaslandığım ağaçtan ayrılıp dikkatle etrafa bir kez daha göz gezdirdim. Arkamı dönmek üzereyken ağaçların arasından hızla geçen bir silüet görür gibi oldum; epey uzaktaydı ve yalnızca gölgesini seçebilmiştim belki de ama canlı kanlı bir insan olduğunun farkındaydım. “Kim var orada?” Ormanın sessizliği karşıladı sorumu. Uzakta gördüğüm anlık silüet şimdi tümüyle kayıplara karışmıştı. “Beni duyuyor musunuz?” Ormana giren meraklı bir çocuk olabilirdi, kasabadan gelen herhangi biri de ama yine de okum ve yayım yanımda değilken kendimi rahat hissedemiyordum. Annemle babam bu şekilde çıktığımı görseydi eminim onlar da hiç rahat hissetmeyecek ve art arda tembihler sıralayacaklardı.
Düşmek üzere olan başlığımı yüzüme indirdim ve etrafıma baka baka geldiğim yola girdim. Yol boyunca o sesin benzerini birkaç kez daha duymak dışında ne farklı bir şey oldu ne de birini gördüm fakat bulunduğum yerden uzaklaşmama rağmen sesi duymaya devam etmem aslına bakılırsa zaten başlı başına olağanüstü bir durumdu. Belki kasabalılar artık ormanın bu yanını daha fazla kullanıyordu, öyleyse bu durumu eve gittiğimde babamla konuşmalıydım. … Ne kadar kısa gibi gözükse de bir buçuk iki saatim ormanda geçmişti. Biraz fazla oyalanmıştım. Eve ulaştığımda anahtarımı çıkarıp sessizce kapıyı açtım, mutfaktan gelecek seslere kendimi hazırlasam da kuru bir sessizlikle karşılaşmıştım. Havanın biraz daha soğuduğunu hissettim o an, eve girmeden önce çizmelerimdeki çamuru temizleyip son kez etrafı kolaçan ettim.
…