Clementine bir dâhi. Su içerken matematik denklemleri çözüyor, rüyalarını Latince görüyor, düşünürken etrafına ahududu kokusu yayıyor.
O, aynı zamanda bir fare.
Ve doğduğu laboratuvardan kaçırıldığında, dünyanın en zeki faresi olmanın, tek başına hayatta kalmak için yeterli olmadığını öğreniyor. Özellikle de araştırmacılar onun peşindeyken! Clementine, yeni edindiği insan arkadaşlarının yardımıyla özgürlüğünü kazanmak için eşsiz bir maceraya atılıyor. Bunu yaparken, çok sevdiği arkadaşı Rosie’ye mektuplar düşünmeyi de ihmal etmiyor.
“Mektuplar hakkında başka bir şey daha, Rosie. Eğer yazarsan, var olursun. Eğer kendi hikâyeni yazıyorsan o zaman kendi hikâyeni anlatıyorsundur. Bunu senin için başka kimsenin anlatmasına izin vermezsin.”
Birinci Mektup
Sevgili Rosie, Bir zamanlar bir fare vardı. İşte o benim. Merhaba! Tahmin edebileceğin üzere, nasıl başlayacağımı pek bilmiyorum. Çünkü ilk kez mektup yazıyorum. Aslında yazıyor bile değilim! Daha ziyade düşünüyorum. Bir mektup düşünüyorum. Yüzünü görebilseydim işler çok daha kolay olabilirdi: beyaz çene tüylerini, kehribar rengi gözlerini. Son konuşmamızdan bu yana yüz dakika geçtiğini biliyor muydun? Muhtemelen biliyorsundur. Yeniden başlamama izin ver. Zihnim çok farklı yönlere savruluyor ve düşüncelerime odaklanmam çok zor.
sık sık başıma gelir. Düşüncelerime burada odaklanacağım. Bir posta kutusunun içinde. Rosie, ben bir posta kutusunda kapalı kaldım! Harfleri parmaklarınla sayıp yüksek sesle tek tek söyle. Posta kutusu. İnsanların bir başkasına mektuplarını, fikirlerini, Birinci Mektup 16 dileklerini bıraktığı bir yer. Bu posta kutusundaki tüm mektuplar aynı kişiye gönderilmiş. Mektuplar kâğıt gibi kokuyor ve tatları da –bekle biraz– tatları hiç de güzel değil. (Püh! Ağzımdan tükürüyorum.) Rosie, başıma gelen her şeye rağmen, ben iyimser biriyim. Bazen yedi santim boyunda olmak çok zor. Ama kuyruğum hâlâ dışarıdaki gök gürültüsünün güm-güm-güm seslerinde kıvrılıyor. Ah! Çok sarsıyor! Çok gürültülü! Tek yapabildiğim bir mektubun altına sığınmak. Başımı kaldırdığımda (Evet, bu çok ilginç.) gördüğüm pul kafamla aynı boyutta.
Sen korkuyor musun?
Sen de beni özledin mi?
Seni bir daha ne zaman göreceğim?
Mektubun altında saklanıp kuyruğumu kıvırırken sana dönecek bir yol bulmaya çalışıyorum. Hiç bu kadar uzun süre ayrı kalmamıştık. Ben senin farenim. Sen de benim şempanzemsin. Şu andan saniyeler, dakikalar ya da günler sonra daha uzun olacak mısın? Hâlâ kollarının siyah kıllarından geçip omzuna tırmanmama izin verecek misin? Bunu yapmayı seviyorum! Ayaklarımı burnuna bastırınca gülmeni çok seviyorum. O zamana kadar sana bu mektupları yazacağım. Bu mektupları düşüneceğim. Böylece beni avuç içine aldığın zaman tüm anılarım orada olacak. Ben de sana her şeyi anlatabileceğim.
(Tabii ölmediysem.)
Sevgilerimle,
Clementine
İkinci Mektup
Sevgili Rosie, Son mektubumdan bu yana on yedi saniye geçti. Nasılsın? Yağmur damlaları posta kutusunu dövüyor! Bu posta kutusunun beni koruması gerekiyor. Ama neyden, bilmiyorum. Ama yağmur damlalarının çıkardığı sesler tüylerimi diken diken ediyor. Kendi kendime şu cümleyi tekrarlarken kuyruğum dikiliyor: Korkmuyorum. Korkmuyorum. Korkmuyorum! Gök gürültüsü hayatımda duyduğum en gürültülü ikinci ses. Birincisine daha sonra geleceğiz. Şimdi, posta kutusunda sıkışmış hâlde (Ama korkmadan!) olduğum göz önüne alınırsa, zihnimi meşgul tutmak istiyorum. En baştan başlasak olmaz mı? Bunu sana günün birinde anlatmayı planlıyordum! Kökenlerimi. Senden önceki hayatımı. Ben seninkini biliyorum, o yüzden senin de –en azından benimkini bilmeni isterim.
Doğduğum günü anımsıyorum. Belki de dünyaya geldiğin o anı hatırlamak gariptir. Ama ben hatırlıyorum işte. Hava sıcaktı, etrafımdaki talaşlar yumuşacıktı ve kendi kendime şöyle düşünmüştüm: Nefes al.
Sonra da şunu düşünmüştüm: Asal sayılar, pozitif tam sayılar arasında belirli bir örüntü olmadan dağılır ve ışık uzay boşluğunda orantısal olarak hareket eder.
Daha ilginç fikirler de gelecek. Ama unutma ki o zaman henüz kürküm yoktu. Gözlerim açılmamıştı. Minicik, kadifemsi ve pembe renkli kulaklarım tek bir sesi bile duyamıyordu. İşte bu yüzden, tarihteki en zeki fare olduğumu keşfetmem yirmi beş günümü –artı eksi yedi saniye– aldı. “Tarihteki en zeki fare olabilir,” dedi araştırmacılardan biri. Bu bir ipucuydu. İnsan dilini anlayabildiğim gerçeğine dair bir ipucu. Diğer laboratuvar fareleri konuşulanları benim gibi takip edemiyordu. Ön ayaklarını çenelerinin altına sıkıştırmış hâlde kafesimizin köşesinde sersem sersem oturup hiç dinlemiyorlardı. Farklı. Ben farklı olduğumdan pek emin değildim. Bunu gerçekten nasıl bilebilirsin ki? Başka bir fareye gidip de şunları soramazsın:
Su kabından su içerken aynı zamanda matematik denklemleri çözüyor musun? Gece rüya görüyorsan, rüyaların Latince mi oluyor? Bir düşünme şapkan –bir insan kazağından minicik bir tüy topağı var mı?
Birbirimize sokulup uyuduk. Oyunlar oynadık. Kürklerimiz aynı anda uzadı. Benim kuyruğumun tam üstünde kalp şeklinde bir kısım vardı, başka bir farenin daha öyle. Bir laboratuvar, bilimsel testlerin yapıldığı bir yerdir ve biz de bu testlerin çok büyük bir parçasıydık ama yine de pek çok açıdan öyle görünmüyorduk. Ben etkinliklere katılmak için can atarken kafes arkadaşlarım bana tuhaf tuhaf bakardı. Bir şey yapmadan durmak, deneyin sıradaki adımını beklemek çok sıkıcıydı.
O yüzden ben de yemek kırıntılarımı kafesin kenarında, su kabının altına saklayarak biriktirir, sonra da onları ağzıma tıkardım. Hepsini tek seferde. Yanaklarımın ne kadar şişebileceğine dair teoriler geliştirirdim. Sonra da ne kadar çok düşünürsem kürkümün o kadar ahududu koktuğunu fark etmiştim. (Belli ki bu, deneyin bir yan etkisiydi. Gerçi farelerin geri kalanı sadece fare gibi kokuyordu.) Dur bir dakika! O ses de neydi öyle? Şu ses, tam şu anda çıkan? Posta kutusunun dışında biri mi var? Bir dal parçası mı yoksa insan mı ya da sadece yağmur mu? Kulaklarım titreşip bıyıklarım kıpırdanırken arka ayaklarımın üzerine doğruluyorum.
Hmm. Ses gitti.
Şimdi, nerede kalmıştım?
Ah! Labirent.
Labirent her şeyi değiştirdi.
Laboratuvar farelerinin karışık yollardan geçmeleri gerekir. Bunu ben de bir keresinde yaptım. Ama neden labirentte ilerleyesin ki? Basit bir şekilde oradan çıkmak varken? Arka ayaklarımın üzerine doğrulup biraz yalpaladım, yönümü hesapladım ve sonra da duvarın üzerinden atlayıp hafif bir patırtıyla masanın üzerine düştüm.
“Şunu gördün mü?” dedi bir araştırmacı, beni eline alıp. “Neyi?” diye sordu diğeri. “Bu fare. Sanki sırıkla atlıyormuş gibi labirentin dışına fırladı. Diğerleri bunu hiç yapmamıştı.” Gözlerimiz buluşana kadar avucunun içinde beni yukarı kaldırdı. Zihnim elektromanyetik dalgalar ile Pisagor teoremi ve ayrıca çok lezzetli Brüksel lahanalarıyla meşguldü. “Gözleri çok insan gibi. Çok insan gibi değiller mi?” Bir insan gözünün boyutu benim bedenimin yarısı kadar. Gözlerim o kadar büyük olsaydı ne kadar garip görünürdüm acaba? Ayrıca insanlar neden bana hiç soru sormuyorlar? Deney hakkında neden hiç birlikte beyin fırtınası yapmıyoruz? Laboratuvar, DNA’mızı değiştirerek memelilerde zekânın nasıl arttırılacağı üzerine çalışıyor. Buna katkı sağlayacak pek çok fikrim var! Biz fareler için minyatür laboratuvar önlükleri gibi. Ya da her yirmi altı dakikada bir verilen Brüksel lahanalı sandviçler. Ayrıca istatistiksel modelleri için gelişmiş analizler. “Hadi, bir daha koş bakalım,” dedi ilk araştırmacı.
Yarım saniye içinde (Ne kadar da hızlı ama! Ha! Ha-haha!) yeniden labirentten çıktım. O gece yeni sorular belirdi.
Labirent diğerlerine de sıkıcı gelmiyor mu? Kafesimiz katı bir cisimden yapılmışken ve kazılamazken neden kazmaya bu kadar meraklılar?
Bir şeyleri kaçırıyordum. Dünyaya dair bazı önemli sırları.
Çok yalnızdım, Rosie.
Seninle tanışana kadar her gün yapayalnızdım.
Sevgilerimle,
Clementine
…