İçimdeki Müzik | Sharon M. Draper


11 yaşındaki Melody’nin fotografik hafızası vardır. Kafası bir kamera gibi gördüğü her şeyi kaydeder. Ve “stop” düğmesi yoktur. Okulun en zeki çocuğudur ama bunu kimse bilmez… Çünkü Melody konuşamaz, yürüyemez ve yazamaz… Ama bir gün bir mucize olur! Melody kafasının içindeki sesi keşfeder… Sesini asla unutamayacağınız bu cesur kızla tanışmaya hazır mısınız? İngiltere’nin saygın edebiyat ödüllerinden Coratta Scott King ödüllü yazar Sharon M. Draper’dan hüzün ve umut dolu soluksuz okunacak bir roman.

1. BÖLÜM

Kelimeler… Etrafım binlerce kelimeyle çevrili. Belki de milyonlarca. Katedral, mayonez, nar. Mississippi, napolitan, suaygırı. İpeksi, korkunç, yanardöner. Gıdıklanma, hapşırık, dilek, endişe. Kelimeler kar taneleri gibi etrafımda uçuşuyor. Her biri narin ve eşsiz, yere düşmeden avucumda eriyip gidiyor. İçimde kocaman bir yığın hâlinde birikiyorlar. Birbirine geçmiş düşüncelerden, cümle ve deyimlerden dağlar, zekice ifadeler, espriler, aşk şarkıları…

Çok küçükken –belki henüz birkaç aylıkken– kelimeleri, bana ikram edilen tatlı bir içeceğe benzetir ve limonata gibi içerdim. Sanki tatlarını alırdım. Karmakarışık düşüncelerime ve duygularıma anlam kazandırırlardı. Annemle babam beni hep konuşmalarıyla sarıp sarmalardı. Sohbetler ve gevezelikler.

Kelimeler ve sesler. Babam bana şarkılar söyler, annem güç veren kelimeler fısıldardı kulağıma. Bana –veya benim hakkımda– söyledikleri her kelimeyi öğrendim, sakladım ve hiç unutmadım. Hiçbirini. Düşünce ve kelimelerin karmaşık işleyişini nasıl çözdüm bilmiyorum ama bu kendiliğinden ve hızlıca oldu. İki yaşına geldiğimde bütün anılarımda kelimeler ve bütün kelimelerin de bir anlamı vardı. Ama sadece kafamın içinde… Şimdiye kadar tek kelime konuşmadım. Neredeyse onbir yaşındayım.

2. BÖLÜM

Konuşamıyorum, yürüyemiyorum, kendi başıma yemek yiyemiyorum ya da tuvalete gidemiyorum. Çok yazık! Kollarım ve ellerim oldukça güçsüz, yine de uzaktan kumandanın üzerindeki tuşlara basabiliyorum veya tekerlekli sandalyemin kollarını tutup sandalyemi hareket ettirebiliyorum. Ama bir kaşığı ya da kalemi düşürmeden tutamam. Dengem yok gibi, bir hacıyatmaz bile hareketlerini benden daha iyi kontrol ediyordur. İnsanlar bana baktığında kıvırcık, kısa, kahverengi saçlarıyla pembe tekerlekli sandalyesinde oturan bir kız görüyor. Bu arada pembe tekerlekli sandalyenin herhangi sevimli bir yanı yok. Pembe olması bir şeyi değiştirmiyor. Koyu kahverengi gözlü, meraklı bir kız görüyorlar. Üstelik gözlerinin biri biraz bozuk. Kafası da biraz sallanıyor. Bazen salyası akıyor. Onbir yaşındaki bir kız için fazla ufak tefek. Bacakları, muhtemelen hiç kullanılmadıkları için incecik.

Vücudu tamamen başına buyruk hareket ediyor. Bazen bacakları olur olmaz tekmeler savuruveriyor, gelişigüzel sağa sola sallanan kollarının yakınında ne varsa tehlikede; bir CD yığını, bir kase çorba veya gül dolu bir vazo. Bana bakan insanlar sorunlarımın uzun listesini yaptıktan sonra, belki oldukça güzel gülümseyişimi ve gamzelerimi fark edebilirler. Gamzelerim bence çok havalı. Minicik altın küpeler takıyorum. Bazen insanlar adımı bile sormuyor, hiç önemi yokmuş gibi ama adım önemli. Benim adım Melody.

Geçmişi, çok ama çok küçük olduğum zamanları hatırlıyorum. Tabii gerçek anılarımı babamın kamerasına kaydettiği videolarımdan ayırmam zor. O videoları belki bir milyon kez izledim. Annemin beni hastaneden eve getirişi; yüzünde hüzünlü bir gülümseme, endişeyle kısılmış gözler… Melody; minicik bir küvetin içinde. Kollarım ve bacaklarım nasıl da incecik görünüyor. Ne kıpırdıyorum ne de su sıçratıyorum. Melody; oturma odasındaki kanepenin üzerine yerleştirilmiş, etrafı battaniye ile desteklenmiş, yüzünde bir memnuniyet ifadesi… Bebekken pek ağlamazmışım, annem bunun üzerine yemin edebilir. Banyo sonrası annem losyonla bana masaj yapıyor. Lavanta kokusunu hâlâ alabiliyorum. Sonra da beni minik kapüşonlu, yumuşacık bir havluya sarıyor ve bir köşeye yaslıyor.

Babam, bana yemek yedirilirken, üstüm değiştirilirken hatta uyurken bile videolarımı çekmiş. Büyüdükçe herhâlde dönüp oturmamı sonra da yürümemi bekliyordu. Hiçbirini yapmadım. Ama her şeyi kavradım. Sesleri, kokuları ve tatları tanımaya başladım. Çaydanlığın fokurdaması ve tıslaması, ev ısındıkça yükselen ekşi çöp kokusu… Boğazımın arka tarafında bir hapşırma isteği. Ve müzik. Şarkılar adeta bana akıp bende kaldı. Ninniler uyku vaktinin yumuşak kokusuyla karışıp benimle uyudu. Harmoni yüzümü güldürdü. Sanki hayatımın arka planında durmaksızın devam eden bir müzikal vardı. Neredeyse renkleri duyuyor ve müzikle birlikte imgelerin kokusunu alıyordum. Annem klasik müzik sever.

Gün boyunca CD çalarından ihtişamlı, etkileyici Beethoven senfonileri yükselir. O parçalar bana her zaman parlak mavilikleri hatırlatır ve taze boya kokusunu duyumsarım. Babam ise caz sever. Her fırsat bulduğunda da bana göz kırpıp annemin Mozart CD’sini çıkarır ve yerine Miles Davis ya da Woody Herman koyar. Bana göre cazın rengi kahverengi ve esmer, kokusu ise ıslak ve kirlidir. Babam caz dinlemeyi muhtemelen annemi çileden çıkardığı için seviyor. Babamın müziği mutfağa dolarken annem, “Caz beni kaşındırıyor,” der. Babam yanına gider, usulca kolunu ve sırtını kaşıyıp ona sarılır. O da kaşlarını çatmayı bırakır. Ama babam odadan çıkar çıkmaz yine klasik müziğini açar.

Neden bilmiyorum ama ben her zaman country dinlemeyi sevdim. Yüksek sesli, gitar ağırlıklı, kırık kalp müziği. Country limon demek ama ekşi değil tatlı ekşi. Limonlu kek kreması, serin, taze limonata! Limon, limon, limon! En sevdiğim. Çok küçükken, mutfakta annem kahvaltımı yedirirken radyoda bir şarkı çıkınca sevinçle çığlık attığımı hatırlıyorum.

İşte söylüyorum;
Elvira, Elvira
Kalbim yanıyor, Elvira
Haydi uum pappa umm pappa mov mov
Haydi umm pappa umm pappa mov mov
Of of gümüş şimdi çok uzaklarda

Bu şarkının sözlerini ve ritmini nasıl bilebiliyorum. Hiçbir fikrim yok. Bir şekilde hafızama kazınmış olmalı. Belki bir radyodan ya da televizyon programından. Her neyse, az kalsın sandalyemden düşecektim. Yüzümü buruşturup titreyip silkelenerek radyoyu işaret etmeye çalışmıştım. Şarkıyı bir kez daha dinlemek istiyordum fakat annem bana deliymişim gibi bakıyordu. Henüz ben tam olarak anlayamıyorken, Oak Ridge Boys’un 1 Elvira’sını sevdiğimi annem nereden bilecekti ki? O şarkı çalarken limoni tondaki notaları görüp taze kesilmiş limon kokusunu aldığımı anlatmanın bir yolu yoktu. Bir resim fırçam olsaydı… Ah! Ne güzel bir resim olurdu!

Ama annem başını sallayıp ağzıma elma püresi tıkıştırmaya devam etmişti. Bilmediği çok şey vardı. Sanırım hiçbir şeyi unutamamak güzel bir şey, hayatımın her anı kafamın içinde. Bu aynı zamanda çok sinir bozucu. Çünkü hiçbirini paylaşamıyorum fakat hiçbiri kaybolmuyor. Aptalca şeyleri hatırlıyorum, damağıma saplanıp kalan yulafın hissi ya da dişimin üzerinde kalan diş macununun tadı gibi. Arka planda sabah haberlerindeki sunucunun sesi ve pastırma kokusuna karışan sabah kahvesinin kokusu kalıcı bir hatıra. Çoğunlukla kelimeleri hatırlıyorum. Dünyada milyonlarca kelime olduğunu keşfettiğimde çok küçüktüm. Etrafımdaki herkes, hiç çaba sarf etmeden onları seslendiriyordu. Televizyondaki satıcı: Bir alana iki bedava! Sadece sınırlı bir süre için.

Kapıya gelen postacı: Günaydın, Bayan Brooks. Bebek nasıl? Kilisedeki koro: Hallelujah, hallelujah, hallelujah, amen. Marketteki kasiyer: Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Herkes kendisini ifade etmek için kelimeleri kullanıyordu. Ben hariç. Ve eminim ki tüm bu insanlar kelimelerin gücünün farkında değildi. Oysa ben farkındaydım. Düşüncelerin kelimelere ihtiyacı vardır. Kelimelerin de sese. Yıkandığı zaman annemin saçının kokusunu seviyorum. Tıraş olmadan önce babamın yüzündeki sakalların gıdıklayan hissini seviyorum. Fakat onlara bunu hiçbir zaman söyleyemedim.

3. BÖLÜM

Sanırım biraz farklı olduğumu birden kavradım. Aslında düşünmekte ve hatırlamakta hiçbir zaman zorluk yaşamadığım için bazı şeyleri yapamıyor olmam beni şaşırtıyordu. Ve kızdırıyordu. Ben henüz çok küçükken, bir yaşında bile değildim, babam benim için eve pelüş bir kedi getirmişti. Beyaz ve yumuşaktı. Ve tombul bebek parmaklarının kavrayabilmesi için ideal boyutlardaydı. Yerde şu ana kucaklarından birinde kemerim bağlı oturmuş, tüylü yeşil halı ve onunla uyumlu kanepeyi inceliyordum. Annem oyuncak kediyi ellerime yerleştirdi ve güldüm. “Bak Melody. Babacık sana sevimli bir oyuncakçık almış,” diye yetişkinlerin çocuklarla konuşurken kullandığı tiz tonda mırıldandı. Oyuncakçık da ne demekti? Gerçek şeyleri keşfetmek yeterince zor değilmiş gibi bir de uydurma kelimeleri çözmem gerekiyordu!

Ama minik kedinin kürkünün, yumuşak serinliğini sevmiştim. Sonra yere düştü. Babam ikinci kez kediyi ellerime verdi. Onu tutup kucaklamak istiyordum ama bir kez daha yere düştü. Kızıp ağlamaya başladığımı hatırlıyorum. Babam, “Tekrar dene tatlım,” dedi. Kelimelerinden üzüntü akıyordu. “Yapabilirsin!” Annemle babam kediyi tekrar tekrar ellerime bırakıp durdu. Fakat her seferinde küçük parmaklarım onu kavrayamıyor ve kedicik halıya geri yuvarlanıyordu. O halıya ben de çok yuvarlanıp düştüm. Sanırım halıyı bu kadar iyi hatırlamamın sebebi de bu.

Yakından bakınca yeşil ve çirkindi. Bu tüylü halıların modası ben doğmadan çok önce geçmişti. Birinin gelip beni yattığım yerden kaldırmasını beklerken halı ipliklerinin nasıl dokunduğunu keşfetmek için epey şansım oldu. Yuvarlanamıyordum bu yüzden de bir kurtarıcı gelene kadar tüylü halı ve yüzüme bulaşmış ekşi soya sütü kokusu ile baş başaydım. Ana kucağında oturmadığım zamanlar annemler her yanıma yastıklarla destek yapıp beni yere oturtuyorlardı. Fakat pencereden giren güneş ışığında süzülen toz zerrelerini seyretmek için kafamı çevirince güm! Yüzüstü yerdeydim. Biri beni kaldırıp sakinleştirene ve tekrar yastıklarla destekleyene kadar, avazım çıktığı kadar ağlıyordum. Ve birkaç dakika sonra yine düşüyordum. Sonra babam komik bir şey yapıyor mesela Susam Sokağı’ndaki2 kurbağa gibi zıplamaya çalışıyor ve beni güldürüyordu. Ve yine düşüyordum. Düşmek istemiyordum, hatta bunu aklımdan bile geçirmiyordum.

Ama yapamıyordum, dengem yoktu. Hem de hiç. O zamanlar ben anlayamamıştım fakat babam biliyordu. İçini çekip beni kucağına alır ve küçük kediye ya da ilgimi çeken her ne ise ona yakınlaştırırdı böylece onlara dokunabilirdim. Babam benimle konuşurken bazen kendi kelimelerini kullansa da hiçbir zaman annemin yaptığı gibi bebek konuşması’nı kullanmazdı. Her zaman bir yetişkinle konuşuyormuş gibi gerçek kelimelerle sanki onu anlıyormuşum gibi konuşurdu.

Haklıydı. Sessizce, “Hayatın hiç kolay olmayacak küçük Melody,” demişti. “Eğer yer değiştirmemiz mümkün olsaydı, bunu anında yapardım. Biliyorsun değil mi?” Sadece gözlerimi kırpmıştım ama ne demek istediğini anlıyordum. Bazen babamın yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış olurdu. Geceleri beni dışarı çıkarıp kulağıma yıldızlar, ay ve gece rüzgârına dair bir şeyler fısıldardı. “Yukarıda yıldızlar sadece senin için bir gösteri yapıyor, evlat,” derdi. “Şu parıltıların muhteşemliğine bak! Rüzgârı hissediyor musun? Ayak parmaklarını gıdıklamaya çalışıyor sanki.” Bazen de annemin ısrarla beni sarıp sarmaladığı battaniyeleri açıp yüzümde ve bacaklarımda güneşin ılıklığını hissetmemi sağlardı. Verandamıza bir kuş yemliği yerleştirmişti, birlikte orada oturup kuşların gelip yemleri yemesini izlerdik.

“Şu kırmızı olan Kardinal kuşu,” derdi ve “Şuradaki de tepeli kestane kargası. Birbirlerini pek sevmezler.” ve kıkırdardı. Babamın en sık yaptığı şey ise bana şarkı söylemekti. Yesterday ve I wanna Hold Your Hand gibi şarkılar için mükemmel bir sesi var. Babam Beatles’ı çok sever. Hayır, aileni keşfetmene ve neyi, neden sevdiklerini anlayabilmene imkân yok. Her zaman iyi bir kulağım oldu. Babam arabayı caddeden yukarı doğru sürerken çıkan sesi, arabayı park edişini, evin anahtarlarını bulmak için ceplerini karıştırışını duyduğumu hatırlıyorum. Anahtarları merdivenin ilk basamağına atardı, sonra buzdolabı kapağının açıldığını duyardım hem de iki kere. İlki içecek soğuk bir şey almak, ikincisinde ise koca bir dilim Munster peyniri için. Babam peyniri çok sever. Sindirim sistemine pek iyi gelmese de! Ayrıca olabilecek en gürültülü ve kötü kokulu osuruğa sahiptir. İşteyken kendini nasıl kontrol edebiliyordu bilmiyorum ama eve geldiğinde kendini serbest bırakıverirdi. Daha ilk merdivene adımını attığı anda başlardı.

Adım, pırrrt!
Adım, pırrrt!
Adım, pırrrt!

Odama geldiğinde gülüyor olurdum, o da yanıma uzanıp beni öperdi. Nefesi her zaman nane şekeri gibi kokardı. Vakit buldukça bana kitap okurdu. Yorgun olduğu zamanlarda bile bana gülümseyip bir iki kitap seçerdi ki ben ya Wherethe Wild Things Are3 ’a ya da The Cat in the Hat4 ’in yarattığı karmaşaya gitmek isterdim. Muhtemelen kelimeleri babamdan daha önce kalbimle öğrendim. Goodnight, Moon5 , Make Way for Ducklings6 . Ve bir düzine kitap daha. Babamın bana okuduğu kitaplardaki tüm kelimeler sonsuza dek içime hapsoluyordu.

Olay şu ki, saçma bir şekilde çok zekiyim ve fotografik bir hafızam olduğuna eminim. Kafamın içinde bir kamera var sanki, gördüğüm ya da duyduğum bir şeyi kaydetmek için tek bir klik ve bumm! İşlem tamam! Bir kere PBS7 ’te dâhi çocuklarla ilgili bir program görmüştüm. Bu çocuklar karmaşık sayı dizilerini hatırlayabiliyor, kelime ve resimleri anımsayıp doğru sırayla dizebiliyor ve uzun şiir pasajlarından alıntılar yapabiliyorlardı. Tıpkı benim gibi. Reklamlardaki tüm ücretsiz telefon numaralarını, mail adreslerini ve web sayfalarını hatırlayabiliyorum. Eğer bir bıçak setine ya da mükemmel bir egzersiz aletine ihtiyacım olursa gerekli bilgiler dosyada.

Benzer İçerikler

Bir Deney Faresinin Sırları – Sivri Seçimlere Aday | Funda Sezer, Trudi Trueit

yakutlu

Kuşların Dili | Cahit Zarifoğlu

yakutlu

Kaçak Robot | Frank Cottrell-Boyce

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy