Küçüklüklerinde kedi-kolonya gibiydiler. Birbirlerinden hoşlanmazlardı. Zaten benzemezlerdi de. Ağabey daima aklı başında, yalnız, sessiz; küçük kardeş zirzop, delidolu, şenlikli… Anlaşamamak konusunda anlaşmışlardı. İşin aslı, tanıdıkları yegâne yetişkinleri taklit ediyor, ana babaları gibi davranıyor, onların durduğu gibi duruyorlardı: Birbirlerinden olabildiğince uzak. Isırgan otu kardeşliğiydi bu, mesafeli, arası açık.
Biri yerinde duramayan, diğeri yerinden kalkamayan iki kardeş: Aksel ve Seyfettin. Ağabey Seyfettin yaylada kendini ararken, küçük kardeş Aksel plazalarda, cam yeşili şişelerde kaybolma mesaisinde.
Yıllar sonra mecburen buluşup derme çatma bir kulübeye tıkılan bu iki zıt karakterin geçmiş aile günahlarını temize çekip birbirleriyle hesaplaşmaları kolay olmayacak. Hele de Dağyüzü gibi at izinin it izine karıştığı bir köyde, her biri ayrı telden çalan köylülerin arasında, kozalaklar altında.
Dünyanın Bütün Fıstıkları’nda, dünyanın bütün dertlerini olmasa da kardeşliğe dair olanlarını Başar Başarır’ın işlek kaleminden hem güle oynaya hem ağlaya sızlaya okuyoruz. Bir yandan da insanın tabiatla o hiç bitmeyen kanlı mücadelesinin gölgesi üzerimize vuruyor…
Ölümle Yaşam Arasında
Seyfi’nin yandan yemiş kulübesi köyün tam mücavir alan sınırında, kabristan tenhalığının başladığı düzlükte sipsivri dikilmekteydi. Evlerden uzak, mezarlara yakın duruyordu Seyfi. Tekinsiz karşı komşu sayılmazsa öylece ıssız, yalnızdı. Hayatla memat arasında bir kuytuya yuvarlanmış kalmıştı. Canlılara mesafeli, ölülerden çekincesiz. Kapısının önündeki ezik karda kolayca okunan taze lastik duası Seyfi’yi yakın zamanda 18 inç radyal pabuç giyen dört kapılı bir canavarın ziyaret ettiğini açıkça kanıtlamaktaydı. Anlayana tabii. Ne var ki izleri bırakan geldiği gibi gitmiş, olup bitenler, konuşulanlar, bütün o iriyarı hadiseler falan hep gaibe yazılmıştı.
Aksi gibi o gün de köyde cenaze vardı. Bir gün evvel ikindi dolaylarında kahvelerin önünden hışımla geçip kabristan yokuşuna saran çift kabinli Amarok, ahalinin nazarı dikkatini gayet güzel celp etmişti etmeye. İstanbul plaka gördü mü aklına derhal tarla tapan, bağ bahçe, zeytinlik satmak düşen birkaç uyanık, yekinip yetişene kadar geniş sağrılı kara taşıtı iki kahvenin arasından meydana çıkmış, oradan sola kıvrılıp yokuşa vurmuş, velhasıl osuruğuna sapan taşı yetişmemişti. Bu canavarın nereden gelip nereye gittiği üzerine epey mesai harcandı. Deposunun hacmi, beher kilometrede mazot sarfiyatı, ebesinin örekesi filan hep tahmin edildi. Bu lenduha acep Osmangazi Köprüsü’nden kaça geçer diye bahse bile tutuşuldu. Otoyolda kaçar mı, bastıkça ocak söndürecek kadar yakar mı diye dertlenildi. Sonunda Dağyüzü’ne gelirken köprüyü kullanmak yerine Topçular’dan Eskihisar’a zıplasa daha makul maliyetlerle karşılaşılacağı üzerine fikir birliğine varıldı. Kış havası kar ovası ne de olsa, avare köylüye laf lazım. Normalde köyün üzerinden geçen hacı leylekleri dahi durdurup GBT kontrolü yapan Muhtar Ali Naki, elbette olaya vaziyet etmek üzere hareketlenmiş lakin tam o esnada kahveye koşturulan bir velet, dedesinin cennet yolunu yarıladığı haberini getirip muhabbeti torpillediğinden âdet bozulmuş, muhtar o 34 plakalı kamyonetin izini süremeden Mustafa Dayı’nın Ezrail Aleyhisselam’la güreş tuttuğu döşeğe son nefeste yetişmişti.
Yetişti de ne oldu denebilir. Onu da muhtar bilecek. Mustafa Dayı’nın ölümü bir devrin kapandığına işaretti. Ezel ebet ne zaman kendini kötü hissetse, kolu yahut bacağı ağrıyıp gönlü daralsa davar peşine düşmüştü ihtiyar. Çekirge yiyen keçi nasıl daha yükseğe zıplarsa pelit toplayıp lorla beslenmek de Mustafa Dayı’ya zinde bir ömür bahşetmişti. İnsan değil, haza iki ayaklı teke gibiydi rahmetli. Dağ bayır yürüyerek yaylayı karış karış ölçmüş, otlar kaynatıp suyunu içmiş, derdini açtığı keçileri can kulağıyla dinleyip söylediklerini harfiyen uygulamış, bütün bunların neticesinde yüzyıllara kolayca tur bindirmişti. Malum güne kadar. O da bu gündü işte. Mevlam rahmet eyleye. Mübarek adam kafasının içinde hafıza diye beslediği ilişkisel veritabanını koruyabilmek, sütun ve satırların düzenini bozmamak için lafa daima ilkokula başladığı seneden girerdi ki o yazıldığında ilkokul henüz üç seneymiş. Sonradan beşe uzatıp nedense dörde kısaltmışlar. Dayının anlattığı hikâyeler sayesinde, misal yüz yıl önce üç yıl üç ay sürmüş olan Yunan işgali köyün hafızasında hep taze kalmış, hatırlanmıştı. İşgalden sonra üşenmeyip Yunan ordusundan rütbelilerin gölgesinde dinlenip sırt yasladığı ne kadar ağaç varsa tek tek tespit etmiş, alayını kökünden kesmişti Mustafa Dayı. Yalansa onun olsun.
İşte o büyük mezalimi bilfiil yaşamış son kişi sayılan Mustafa Dayı’nın kavanoz dipli dünyadaki nöbeti ikindiden bir sigara içimi kadar sonra tükenmiş, Dağyüzü’nde bir asırdır bitemeyen işgal de nihayet sona ermişti. Köyde sabah ölen öğlen, öğlen ölen ikindide, ikindide ölen de ertesi gün gömüldüğünden, iki parmak farkıyla ikindiyi kaçıran Mustafa Dayı’nın cenazesi bir sonraki günün ortasına sarkmıştı. Akşam iki başına fitili meşe kömürüyle tutuşturulmuş zeytinyağından kandiller yakılmış, ölüsü böyle tastamam kandillendikten maada bir de ayakucuna binek gemi bırakılmış, sabaha dek at üstünde gezip dolaşması, böylece dünyadan son hevesini de aldıktan sonra vakitlice gelip tabutuna girmesi tembihlenmişti.
Uysal ihtiyar söz dinleyip yerini tutmuş, sabah kandiller söndüğünde çenesi bağlı, küçülmek şöyle dursun, gittikçe büyüyen, irileşen bedeniyle bırakılan yerde bekler bulunmuştu. İşbu soğuk şubat gününün burun düşüren ayazında öğle vakti gelip çattığında Mustafa Dayı’nın tabutu sal üstüne çekilip kabristana doğru son yolculuğuna çıkarılmıştı bile. Maalesef ki cenaze alayı kapı önünden geçerken Seyfi’nin kulübesinde bir gün evvel başlayan üçüncü cihan harbi bütün hızıyla devam etmekteydi. Allah’ın işine bakın. Aksel sen var ya sen, özrün yok oğlum senin. Hayatta tek engelin var, o da bir türlü çıkamadığın şu canına yandığımın ergenliği.
Yapma ya ağbiciğim. Demek bitmeyen ergenlik yapmışlar. Babam yüzündendir, hepimizi ziyan etti adam. Sus, konuşma. Biz onun yarısı bile olamadık. Hep başkası suçlu değil mi? Bir kere de delikanlı gibi çıkıp suçunu itiraf etmek, kendinle yüzleşmek yok. Babamızın yüzünden ha! Hay ben senin babanın kefeninin yakasına sıçayım. Kendi nefes alıp verişinden, ayağının sesinden dahi utanan kortej kabristana giden yolun bu son düzlüğüne varmışken hem manen hem bedenen ziyadesiyle yorulmuş, omuzlarındaki yükün, yük değil de elbisesinin üzerine beyaz bezi kuşanmış Mustafa Dayı’nın hakiki ağırlığının altında ezile ezile hepsinin hışırı çıkmıştı. Seyfi’nin kefen desenli yaratıcı küfrü kapı arasından süzülüp cenaze alayının sessizliğine doğru yangında patlamış çam kozalağı gibi saplandığında, bereket versin ki bu kem sözü omuzlardaki mevtaya izafe etme densizliğinden imtina ettiler.
Zaten köyde konuşulan günlük Türkçenin neredeyse yarısı küfürden ibaretti. Madra Dağı’nın eteklerinde her Allah’ın günü ağız dolusu sarf edilen o galiz söz öbeklerine, fantastik bağlaç ve edatlara kimsenin alındığı, incindiği filan görülmemişti. Lakin yıllar önce gelip köyün kuytusuna sığınan gariban Seyfi’nin avuç içi kadar kulübesinden böyle kem söz duyulduğu da vaki değildi. Cemaat, işittiğine bir virgül koyup yürümeye devam etti. Muhtar Ali Naki kulübeyi peyledi, dönüş yolunda Seyfi’ye bir ifade yoklaması farz olmuştu artık. Mustafa Dayı defnedilirken yeni sayılabilecek bir urbası tespit edilemediğinden yanına eleğe dönmüş yeleği, bir avuç kavrulmuş künar yani yaylanın dillere destan çamfıstığı, yarım kilo taze lor, bunlara ilaveten bir de pek düşkün olduğu son torununun patiği konmuş, tabutun taşındığı salın uzun sırıkları da ayakucuna dikilmişti. Bu sırıklar vakti geldiğinde Mustafa Dayı’ya merdiven olacak, ölü öldüğünü kabul etmekle ağaçlara tırmanaraktan göğe erecekti. Rivayete göre bu dağlarda ölen kişi, mevtası gömülse dahi kendi evinden anca üçüncü günü çıkardı. Ustura gibi kesen soğuğa rağmen fazla zorlanmadan eşilen mezar, toprak konulmadan usulünce doldurulmuş, üstüne yaprak, çalı çırpı, dal değnek atılmış, taşınabilir mevlit amfisine bluetooth marifetiyle bağlanan genç imam kemali ciddiyetle talkın verirken vazifesini tamamlamış olan cemaat de gönül rahatlığıyla dağılmaya başlamıştı.
Gençler ateş başında bira çekilen manzara tepesinin, yaşlılarsa yemek için ölü evinin yolunu tuttu. El ayak çekildikten sonra çamlar arasından çıkıp gelen Dede, mezarın başına kaldı. Mustafa Dayı’ya neden öldün, baltan mı yoktu diye sordu. Ölüyü avutmak istercesine, daldın süt gölüne, gittin on iki imam yoluna, diye de ekledi. “Hadi yine iyisin” makamında daha bir araba teselli edici tekerleme söyleyip lafı mümkün olduğunca uzattıktan sonra toprağı okşayıp eteğini silkerekten taze mezarın başından kalktı, geldiği gibi orman içinde kayboldu. O sırada köye dönmekte olan cemaat bir kez daha Seyfi’yi hizalamış, bacasından dumanla karışık sövgü tüten kulübeye kulak kabartarak adımını inceltmişti. Git bana bir şişe Black Label al. Öyle aç bitir şişelerden değil, şöyle litrelik olsun. Çerez merez istemez. Babanın uşağı mıyım lan ben senin, it. Tamam lan tamam, kendim giderim. Param nerde benim, cüzdanım nerde, çaldın mı köpek? Ulan oksijen israfı, ulan kaltaban, şimdi seni çiğner geçerim. Parladı gitti Seyfi. Kendini tutmak istiyor, davetsiz misafire, kendinden iki yıl üç ay küçük özbeöz kardeşi Aksel’e, daha ilk yirmi dört saat dolmadan sopa gücüyle girişmekten korkuyordu.
Sakinleşmek için bu insan enkazından uzaklaşması gerektiğine hükmetti. Ceketini bile almadan kendini dışarı atmak için davrandı. Tam menteşesi gıcırdayan kapıyı hışımla açıp dışarı uğramıştı ki kompresör yapıp aniden durmak zorunda kaldı. Karşısında tanıdık bir karaltı dikilmekteydi. Hayırlı olsun Seyfi oğlum, misafirin gelmiş. Köyün üstünden bulut geçse fotoğrafını çekip jandarmaya atan Muhtar Ali Naki, boş lafa pabuç bırakmayıp bizzat peşine düştüğü Amarok izlerinin tam üzerine konuşlanmış, çeyrek metre genişliğindeki lastik çukurunun iki yanında oluşan yumuşak yanak desenlerini ayağıyla bertaraf etmekle meşguldü. Yani Seyfi için yol tükenmiş, maalesef inkâra mahal kalmamıştı. Sorma muhtar sorma. Kardeşimi getirdiydi dün karısı. Başıma yıkıp sıvıştı.
Yeğenim üniversite sınavına girecekmiş. O rahat çalışsın diye ben babasını eyleyecekmişim. Dışı seni yakar, içi beni. Elimden bir kaza çıkacak diye ödüm kopuyor. Araya giren rahatsız edici sessizlikte Seyfi çaresizce iki yana bakındı. Belli ki muhtarı böyle ayaküstü savuşturmak namümkündü. Kapıya geleni buyur etmemek olmaz diyerekten kenara çekildi, ayazda kalmış bekçi kulağı gibi morarmış adamı içeri aldı. Daracık kulübenin ortasında tıngırdayan teneke sobaya cephelendiler. Aksel yattığı yerden gözünü açıp ağabeyine baktı o sırada. Büyük bir hayretle seslendi: Sen ne zaman geldin? Ben gelmedim Aksel, burası benim yerim, misafirliğe çıkan sensin. Siktir git, siktir gözüm görmesin ikinizi de.
Ulan adamı fıtık etme, otur işte edebinle. Seyfi bir yandan kendini dizginlemeye gayret ederken yan gözle de muhtarı kesmekte, ya işte böyle muhtar emmi, durum vaziyet parçalı bulutlu, aman bir medet dercesine ezilip büzülmekteydi. Aksel acı mağarasından yıllar sonra uyanan bir hayvan gibi doğruldu döşekte. Seyfi Aga dedi, büyüğümsün, sen beni bilirsin, sözüm senettir. Gel ağbi kardeş son bir kez içelim.
Bak sana söz, sonra bırakacağım ben de. Yarın toparlarım. Sen de evine dönersin. Sonra Ali Naki’ye dönüp, bakkal bey, dedi, bize bir Black Label bulun lütfen, dükkânda yoksa arkadaşlara sorarsınız. Bizde o dediğinden bulunmaz, diye yanıtladı muhtar, gayet rahat. Kendisinden istenenin ne olduğunu tam anlayamadıysa da gün görmüş adamdı, gerektiği gibi savuşturmuştu bu münasebetsiz talebi. Laf uzamasın diye başıyla Seyfi’ye işmar etti, hadi çıkalım gibisinden. Onlar çıkarken Aksel tekrar kendini döşeğe bırakmış, yattığı yerden bağırıyordu: Hadi git evine Seyfi, siktir ol git. Seni çağıran mı oldu? Düşün yakamdan artık.
…