Aşk, polisiye, imkânsızlıklar…
İnandığı değerlere sadık kalmaya çalışan yakışıklı bir polis ve onun aksine rahat bir hayat tarzına sahip güzel bir kız; Ömer ve Betül…
Biri işine, ailesine ve değerlerine sadakatle bağlı, kendi küçük ve muhafazakâr dünyasında mutlu… Diğeri ailesi sürekli seyahatlerde olduğu için yalnız; bütün hayatı eğlenmek, gezmek, arkadaşlarıyla vakit geçirmek olan bir hayalperest…
İki farklı dünya, iki farklı insan; yolları pek de hoş olmayan bir şekilde kesişiyor. Betül hem Ömer’i ve sert mizacını anlamaya ve bir şekilde de onun farklı dünyasına girmeye çalışırken, hem de kendi hayat tarzını, aile ilişkilerini ve gerçek arkadaşlığı sorguluyor.
Ve Betül’ün tek taraflı ilerleyen bu ilgisi, Ömer’in “Benden uzak dur,” ihtarlarına uymayıp bir çatışmanın ortasında hedef noktası olmasına zemin hazırladığındaysa artık her şey için çok geç oluyor.
Peki ailesine, farklı yaşam tarzlarına ve yaşadıkları tüm zorluklara rağmen Betül’ün aşkı mutlu sona erecek mi?
Eğlenceli bir dil, heyecanlı bir bekleyiş ve tüm imkânsızlığına rağmen yoğun bir aşk hikâyesi…
-1- Parmağımı, çattığı kaşlarının arasından alnına doğru uzayan ince çizgide gezdirdim ve zor toparladığım cümleleri, bilinçsizliğimin verdiği uyuşuklukla aniden söyleyiverdim: “Neden bu kadar kızgınsın?” Ellerimi kendisinden uzaklaştırmaya çalışırken bana cevap verme gereği duymamıştı. Aslında yüzüme bile bakmıyordu, sanırım onu fazla sinirlendirmiştim. Her an düşürecek gibi tuttuğum bira şişesini sıkıca kavrayıp ağzıma yaklaştırdım. Bu hareketimle birlikte kızgın ifadesi hiddete dönüştü. Bira şişesini elimden kaptığı gibi barın çıkışındaki çöp kutusuna fırlattı. Şişenin ardından kaşlarımı çatarak baktım ve boğazımdan yükselen gürültülü kahkahayı serbest bıraktım.
Delirmiş gibi davranmam, bulunduğum durum için gayet normaldi ve ben bu normallikten dilediğim kadar yararlanmak istiyordum. İsteklerimin arasında, hâlâ kendini kollarımdan uzak tutmaya çalışan adamın tebessümünü görmek de vardı. Neden bu kadar soğuktu? Eminim ki güldüğü zaman ondan biraz daha etkilenecektim ve… Ah, hayır, midem! Pekâlâ, derin bir nefes almam gerekiyordu. Şimdi kusmamalıydım! Hiç almadığım kadar derin bir nefes almaya ve aldığım nefese karışan sigara dumanını olabildiğince hissetmemeye çalıştım. İşe yaramış mıydı? Belki. En azından şimdilik iyi sayılırdım. İyi olduğuma kendimi kesin olarak ikna ettikten sonra kollarımı tekrar ona doğru uzatıp iyice sokuldum.
Hayır hayır, normalde bu kadar yüzsüz bir kız değildim. Yani hatırladığım kadarıyla değildim. Fakat şimdi, yapabileceğim her türlü saçmalık bana çekici geliyordu. Bu benim suçum değildi. Onun soğukluğu, uyuşmuş hâlimle anlamlandıramadığım bir biçimde çekiyordu beni. Kollarım, gidip gelen düşüncelerime teslim olmuş, ona ulaşmaya çalışıyordu. Burnuma gelen kokusuyla gülüşüm, yüzümde donuk bir ayrıntıya dönüştü.
Kokusunun ciğerlerimde bıraktığı ferahlık öyle huzur vericiydi ki daha fazlası için ona biraz daha yaklaşmaya çalıştım. Sonunda fazla yakınlaştığımızı fark etmiş ve omuzumdan iterek beni kendinden uzaklaştırmıştı. Sabrı tükenmişçesine ofladı. Ellerimi sertçe çekip arka cebinden çıkardığı soğuk metali bileklerime geçirdi. “Canımı acıttın!” diye sızlandım. Kollarımı ondan kurtarmaya çalışıyordum ki tutarlılıktan yoksun düşüncelerim arasından bir farkındalık göstermeye meyletti ve bir an hareketsiz kaldım. Bileklerime geçirdiği şey kelepçe miydi? Kollarım bir kez daha sert bir şekilde çekildiğinde, bileğimdeki kelepçeden kurtulmak için var gücümle çırpınmaya başladım.
Her ne kadar, “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye bağırmaya çalışsam da kelimelerimin anlaşılmaz mırıldanışlara dönüşmesine mani olamadım. Ben çırpınmaya devam ederken o, “Al abi sen bunu da diğerlerinin yanına! İçip içip başımıza bela oluyorlar!” dedi ve beni bir kez daha itti. Ben daha söylediklerini anlamaya çalışırken, kelepçeli ellerimi varlığını yeni fark ettiğim diğer adama devretti. Şiddetli çırpınışım, yerini uysallığa bırakmıştı. Huysuzca mırıldandım. Yanımdaki adamın yönlendirmesiyle yalpalayarak yürürken bir ambulans gürültüyle önümüzde durdu. Ambulansın içinden turuncu yelekli adamların çıkıp bara doğru koştuklarını görünce kaşlarımı çattım ve anlamsız bir merakla adamlara bakmak için kafamı arkaya çevirmeye çalıştım.
Yanımdaki adam buna izin vermedi ve beni ambulansın arkasındaki beyaz araca doğru çekiştirdi. Aracın önüne geldiğimizde adam kafamı aşağı bastırıp hiç de kibar olmayan bir şekilde beni aracın içine soktu. Arabaya biner binmez kafamı dışarı uzatmaya çalışıp huysuzlukla bağırdım. Polis arabası olduğunu yeni fark ettiğim arabanın camından, arabanın tepesindeki ışığın kaldırıma bıraktığı yansıma bir süre oyaladı gözlerimi. Koltuğa yerleşmek için oturduğum yerde kıpırdanınca yanımda benim gibi birkaç kişinin daha olduğunu fark ettim. Hepsi tamamıyla sarhoştu. Boğazımdan yükselen amaçsız bir kahkahanın dışarı çıkmasına engel olamadığımdan üçü de bana dönüp boş boş baktı fakat kısa süre sonra yine kendi hâllerine döndüler. Önümdeki koltuk birinin oturmasıyla hafifçe sarsılırken, meraklı bakışlarımı oraya yönelttim. Oturan adamı gördüğümde sinir bozucu kahkaham saniyeler içinde aptal bir sırıtışa dönüşmüştü.
Beni bardan çıkaran adamdı bu. Sürücü koltuğuna geçen diğer adamı görünceyse suratımı astım. Çocuksu bir şımarıklıkla, “İstemiyorum seni, git sen!” diye bağırdım. “Ya sabır! Kendilerini soktukları durumu görseler bir daha bu duruma düşerler mi acaba?” Sürücü koltuğundaki adam konuşurken, önümde oturan adam bu kez kafasını sallamakla yetinmişti. Araba hareket etmeden önce, barın çıkışında olan hareketlilik bir an için dikkatimi çekti ve cama döndüm. Benimle birlikte yanımdaki kız da cama dönmüştü. Adamlar ambulansa iki sedye taşıyordu. Sedyelerin birinde bir kız, diğerinde de bir erkek yatıyordu. Net göremesem de kolu sedyeden sarkan kızın baygın olduğunu anlayabilmiştim. Erkek, kızdan daha fazla hırpalanmış gibi görünüyordu ama adeta bilinci yerindeydi. Kolunu indirip kaldırabiliyor olmasından bu sonucu çıkarıyordum.
Sesli bir şekilde iç çektiğimde, önümdeki adam omzunun üstünden bana döner gibi oldu fakat dönmedi: “Ne o? Vicdan mı yaptınız yoksa?” Her ne kadar adamın neden böyle bir şey söylediğini düşünmek istesem de aklım daha çok baygın olan kadının bana nereden tanıdık geldiğini çıkarmaya çalışmakla meşguldü. Zihnimin çarkları, çalışmayı unutmuş paslı dişlilerini zorluyordu. Hatırlamam çok uzun sürmemişti. Bu, o kızdı! Barda kavga ettiğimiz ve… Ah, pekâlâ. Bu, kafasında şişe kırdığım kızdı. Diğer yanıma dönüp benimle cama bakan kıza odaklandım, Selin’di. Arabadaki diğerleri de… Kutay? Emre? Bardaki görüntüler aklıma bir bir düşerken açılmış gözlerim ve kalkmış kaşlarımla birlikte iyice koltuğuma sindim. Kısmen utanmış olabilirdim. Emre’nin barda bir kıza içki ısmarlaması, kızın sevgilisinin Emre’nin üstüne yürümesi, Kutay gelince üçlü bir kavgaya tutuşmaları, kızın Kutay’ın saçlarına yapışması, Selin ve benim kızın üstüne atlamamız, Kutay ve Emre’nin çocuğu neredeyse bayıltana kadar dövmesi, kızın tırnaklarını suratıma geçirmesi ve…
Ve benim masalardan birinden kaptığım şişeyi kızın kafasına geçirmem… Kendimi sarhoş bir aptal gibi hissediyordum ve bu konuda da sonuna kadar haklıydım. Olduğum şey tam da buydu, belki de daha fazlası… Sarhoş olduğumda kontrol mekanizmam işlevini yitiriyor ve ipleri aptalca dürtülerimin eline bırakıyordu. Selin de benden farklı değildi. Fakat Emre ya da en önemlisi Kutay nasıl bu kadar dağıtmıştı? Aramızda en kontrollü olanımız Kutay’dı oysa. Bu gün hepimiz ipi kaçırmıştık anlaşılan. Vicdanımı rahatlatmak için yaptığım savunmalardan birine tutunmaya çalıştım; “Kutay bile böyle dağıttıysa…”
Boğazımdan öyle ani bir kahkaha yükselmişti ki o an refleks olarak elimle ağzımı kapatmaya bile çalışmıştım. Arabanın içinde yankılanan kahkahamla, ön koltuktaki adamın bir kez daha sabır çektiğini duydum. Sürücü koltuğundaki adam kafasını sinirle iki yana salladı, haklılardı; ben bile şu an için kendime karşı hoş duygular beslemiyordum. Yerimden doğrulmaya çalışıp yanımdakilere baktım. Hiçbiri beni umursamıyordu. Arkama yaslandım, yüzümdeki anlık ciddiyeti korumak adına büyük bir uğraş veriyordum ama kontrol edilemez kahkahalarımdan biri yine zayıf bir ânımda beni ele geçirmek için tetikteydi.
***
Sol tarafımdan gelen keskin soğukla omuzlarımı kaldırıp kafamı çevirdim ve huysuzca mırıldandım. Kapı açılmıştı. Çok geçmeden bileklerimdeki kelepçelerin dışarı doğru çekildiğini hissettim. Kendimi toparladığımda, bunun o adam olduğunu fark etmem uzun sürmemişti. Suratıma aptal ve uyuşuk bir gülümseme yayılırken bileğimdeki kelepçeler bir kez daha sert bir şekilde çekildi. Kelepçelerimin zincirinde ve omzumda duran eğreti eli gururumu kırmıştı. Bana dokunmak istemiyormuş gibiydi. Aynı şeyi bakışları için de söyleyebilirdim.
Dudaklarımı büzüp ona doğru yaklaşmaya çalıştım fakat beni öldürücü bakışlarla kendinden uzaklaştırmayı başarmıştı. Emniyet binasına girdiğimizde Kutay, Emre ve Selin’in başka polislerle birlikte geldiklerini gördüm. Kelepçelerimi tutan eller beni onlara doğru itince sessiz bir şekilde yürümeye başladım. Beyaz floresan görüş alanımı kısa bir süre için karanlığa boğarken bulunduğum grubu takip edip merdivene yönelmek için büyük bir çaba sarf ettim. Yukarı çıktığımızda arkamdaki adam yanımdan geçip az ilerideki masaların birine geçti. Deri ceketini çıkartıp kenardaki askıya asışını izledim. Üstündeki beyaz tişörtle fazlasıyla spor ve çekici görünüyordu. Tıpkı, beni buraya getiren polisi gözleriyle alenen kesen kişi olan benim, fazlasıyla aptal ve yine fazlasıyla aptal göründüğüm gibi…
Sağ eliyle sakalını kaşıyıp sıkıntıyla elini ensesine götürdü ve masaya oturdu. Hemen yanındaki masaya arabadaki diğer adamın oturduğunu fark etsem de bir an olsun gözlerimi ondan ayırmıyordum. “Hanginiz başlamak ister?” Girdiğim transtan yan masaya oturan adamın sözleriyle istemeyerek de olsa çıkmıştım. Hiçbirimizden ses çıkmayınca önümdeki adam sinirle bağırdı: “Fırsatınız varken konuşun! Birinin kafasını yarmışsınız, diğerini öldüresiye dövmüşsünüz.
Ha bir de aldığınız haplar var tabii…” Elindeki minik kutuyu görmemiz için salladı. O hapları başımıza Emre sarmıştı. Sözde biraz eğlenecektik ama zaten sonradan vazgeçip hiçbirimiz o haplardan almamıştık. “Siz bu bataklığa gençlik mi diyorsunuz?” dedi yüzündeki küçümseyen ifadeyle. Yine hiçbirimizden ses çıkmamıştı, yan masadaki adam konuştu bu defa: “Niye uğraşıyoruz ki Ömer? At nezarete gitsin!” Ömer… İçimdeki anlamsız heyecanı bastırmaya çalışırken dudağımı dişledim ve masanın üstündeki metal isimlikte yazan ismi okudum; Ömer Günsur.
Derin bir soluk alıp az önce yaptığım saçmalıkları unutarak kendimi toplamaya çalıştım. Altı üstü adını öğrenmiştim ve belki de sabah uyandığımda unutacaktım. Bu heyecanım da neydi? İçimi okumuş gibi, “Haklısın,” dediğinde bir an için şaşkınlıkla bakışlarımı ona diktim. Fakat yanındaki adamla konuştuğunu anlamam uzun sürmemişti. “Hastanedekiler uyanana kadar nezarette kalacaklar.”
Eline kalem alıp bir form doldurmaya başlamıştı. “Semih!” Bağırışı kulaklarımda yankılanmaya devam ederken bir adam ve bir üniformalı polis koşar adım yanına geldi. “Efendim abi?” “Şu arkadaşlar misafirimiz de, onlara yardımcı olsan diyorum.” Semih dediği çocuk yarım ağız gülümseyerek yanındaki polise başıyla bir işaret verdi.
Polis hızla kafasını sallayıp arkamıza geçti ve koyun sürüsü gibi merdivenlere yönlendirdi bizi. Merdivenlerden inmeden önce arkadan duyduğum telaşlı sesle hızla o tarafa döndüm. “Ahmet,” dedi ayağa kalkıp saatine bakan Ömer. “Ben yatsı namazını kılmış mıydım?” Ahmet dediği adam onaylarcasına kafasını sallayıp, “Kıldın, kıldın. Sakin ol,” dediğinde Ömer rahatlamış bir şekilde kendini koltuğa bıraktı. Dikildiğimi fark eden polis beni çekiştirirken Ömer’in bıkkınlıkla söylediği sözleri ancak duyabilmiştim.
“İnsanda akıl mı bırakıyor bu sokak serserileri?” Kelepçelerimi çeken polisin peşinden isteksizce giderken mecburen önüme dönmek zorunda kaldım. Merdivenlerden inerken birbirine dolanan ayaklarım yüzünden düşecek gibi olsam da son anda duvara tutunup dengemi sağlayabilmiştim. Aklımda dönüp duran tek soru vardı: Namaz mı demişti o?
-2-
“Kimse yok mu şu aptal yerde?” Bağırışım bu boğucu mekânda yankılanırken elimi attığım parmaklığın titreşimi dışında hiçbir hareketlilik olmamıştı. “Kime diyorum ben? Saatlerdir buradayız, ölüp ölmediğimizi kontrol etseydiniz en azından!” Selin bağırışımdan rahatsız olduğunu belli ederek gözlerini devirdi: “Kameralar var Betül.” Göz ucuyla işaret ettiği yere dönüp baktım. Parmaklıkların arkasında, ortamı tamamıyla görebilecek minik bir kamera vardı.
Anlamsız bir ifade takınarak omuzlarımı silktim: “Demek ölüp ölmediğimizi kontrol ediyorlarmış.” Selin bir kez daha gözlerini devirdi: “Saçmalama!” Omuz silkip parmaklıklara bilmem kaçıncı tekmeyi attım. Ben ayıldıkça beyin hücrelerim gevşiyordu sanırım. Selin beni umursamadan uykusuna geri dönünce ben de onu umursamadan bağırmaya devam ettim:
“Bakın artık buraya! Belki tuvaletim var, belki acıktım! Belki kafam parmaklıkların arasında sıkışıp kaldı? Kime diyorum, hey!” Birkaç saniyelik sessizliğin ardından merdivenlerin başında yankılanan ayak seslerini duyabilmiştim. “Ne var? Kafamızı şişirdin sabahtan beri!” Hafif kilolu, üniformalı bir polis görüş alanıma girdiğinde parmaklıklara vurmayı kesip adama etkili olacağını düşündüğüm sinirli bakışlarımı fırlattım. Sonuç mu? Tabii ki etkilenmemişti. Belki de bu konu üzerinde biraz daha çalışmalıydım. “Şikâyet edeceğim seni!” dedim parmaklıklara yaslanırken.
Adamın kaşları alay eder gibi havalanınca suratının ortasına sağlam bir tekme geçirmek istedim. “Bak sen, niye şikâyet edecekmişsin?” “Neredesin sen? Sabahtan beri bağırıyorum, kimse bakmıyor!” İçimde gerçek anlamda mantığını koruyan bir taraf vardı ve bu, tavırlarımı ara sıra sorgulayıp beni düşünmeye yönlendiriyordu. Böyle bir durumda o tarafımın biraz daha baskın olmasını isterdim. Adam parmaklıkların önüne gelince ellerini cebine sokup gülmeye başladı: “Kusura bakmayın efendim, otelimizin hizmeti sizi memnun etmedi mi?” Benimle nasıl böyle konuşabiliyordu? Buraya getirilirken bilincim yerinde olmayabilirdi fakat şu an kim olduğumu ve bana nasıl davranılması gerektiğini gayet iyi biliyordum: “Benimle bu şekilde konuşamazsın!” Dudağını büküp sahte bir merakla bana baktı:
“Niyeymiş o?” Cidden yahu, niyeydi ki? “Benim kim olduğumdan haberin var mı senin?” dedim ne yaptığımın bilincinde olmadan. Gereksiz özgüvenimin böyle yersiz zamanlarda anlamsız çıkışlar yapması dikkate alınması gereken bir yetenekti. Adamın gözlerinden geçen o anlık tereddüdü yakalasam da duruşunu bozmadı: “Kimmişsin sen?” diye sordu alaylı ifadesini koruyarak. Nefesimi bırakıp bu saçmalığın üstünü örtmeye çalışarak kibirli bir gülümseme takındım suratıma: “Betül, Betül Akman.” Adam yüzüme anlamsız bir ifadeyle bakarken boğazımı temizleyip kendimi topladım.
Tamam, belki etkili bir soyada sahip değilim fakat özgüvenimle onu kandırabileceğimi düşünmem, sonucundan bağımsız ele alındığında başarılı bir girişimdi. Tepki vermeden bana bakan adama olayı geçiştirir gibi elimi salladım: “Neyse, bana Ömer’i çağır.” Bir dakika lütfen… “Ömer’i çağır,” mı demiştim? Allah’ım ben bile bazen kendimi ciddiye alamıyorken neden bunu bir başkasından bekliyordum ki?
…