Ayfer Tunç’tan bugünün romanı.
Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikâyesidir Yeşil Peri Gecesi. Modern toplumun ikiyüzlülüğüne, geleneklerin, alışkanlıkların zorbalığına direnen, “farkına varmış” ve bu nedenle acı çeken bir kadının, annesiyle hesaplaşamayan bir kız çocuğunun, okuyanı rahatsız eden ve hiç kuşkusuz bu yönüyle elinizden bırakamayacağınız öyküsü. Cumhuriyet elitlerinin düşkün kuşakları ile orta sınıfın can çekişen tutunamayanlarının karşılaştığı trajik bir karnavala dönüşen kapak kızının romanı, toplumun ve bireyin ruh haritasını en ince ayrıntısına kadar resmeden Ayfer Tunç’un güçlü anlatımıyla Türkiye’nin çürüyen yüzüne de ayna tutmaktadır.
İçindekiler
Rica ……………………………………………………………………….. 13
Kurdun saati…………………………………………………………….. 15
Bebekler kadar masum………………………………………………. 35
Compact disc …………………………………………………………… 48
“Bir dedikodu gibi gelişti kış” ……………………………………… 54
Uyuz, bit ve saçlar ……………………………………………………. 75
“Neler almalıyım yanıma” ………………………………………….. 89
Uykudan önce uykudan sonra …………………………………… 111
Olmayan şeyler imparatorluğuydu dünya …………………… 114
Ağed! Ağed! ………………………………………………………….. 127
Melankolya ……………………………………………………………. 137
Biz işte böyleyiz ……………………………………………………… 148
“Yarabbi feryadımı artık duysan diyorum”…………………… 162
Bugün yeni bir gün değil …………………………………………. 176
Phoenix ………………………………………………………………… 187
Babam intihar edemiyor ………………………………………….. 202
“Korku buhar gibi tütüyordu kaldırımlardan”………………. 211
Yeşil peri gecesi ……………………………………………………… 219
Aşka çok benziyordu……………………………………………….. 234
Kuyrukluyıldızın kuyruğu ………………………………………… 258
Bana bir ekran bul ya da aşkımızdan söz et …………………. 276
Pandora’nın Kutusu ………………………………………………… 291
Yatakhanede…………………………………………………………… 314
Kork benden ………………………………………………………….. 339
İki patetik ……………………………………………………………… 359
“Kustum öz ağzımdan kafatasımı” …………………………….. 363
Ölüyorsun baba, nihayet ölüyorsun! ………………………….. 397
Alışırdım ………………………………………………………………. 410
Carpe Diem ………………………………………………………….. 423
Donna Kişot…………………………………………………………… 427
“Korkuyorum yaşamaktan ki çok güzel”………………………. 435
Yeniden doğan ……………………………………………………….. 453
Notlar …………………………………………………………………… 465
İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa
yazı yazıyordu. Durmadan aynı
soruyu sormaları üzerine “İçinizde kim
günahsızsa, ilk taşı o atsın!” dedi.
Kutsal Kitap, Yuhanna 8:7
(Zinada Yakalanan Kadın)
Rica
“Benim artık yaşlı bir adam olduğumun farkında mısın? Defterlerimi kapattım, hesaplarımı gördüm, yavaş yavaş yeryüzünden topuklamanın zamanı geldi,” dedi. “Gel birlikte topuklayalım. Ben de çürümekten usandım,” dedim. “Yapma, sen hâlâ gençsin,” dedi. “Sen? Daha yarım asır geçirdin bu batasıca dünyada.” Güldü. “Daha fazla.” Gökyüzünü kucaklayan geniş pencerenin önündeki koltuğa oturdu. Arkada İstanbul’un bulutları, duman duman. Gülüşü uçtu, duman dağılır gibi. Sesi acılaştı. “Benden bir şey bekleme.. sana verecek bir şeyim yok,” dedi. Başını gökyüzüne çevirdi. Pencere profiliyle doldu. Ne kadar harika bir burnun var Ali.. dedim içimden. Yıllar önce de ilk burnun dikkatimi çekmişti.
Seni ilk gördüğümde burnundan, gözlerinden, gülüşünden etkilenmiştim. Burnun mağrurdu, karakterliydi. Gözlerin siyahtı, bir erkek için fazla güzeldi. Gülüşün sıcacıktı. Ve ellerin.. ah o şefkatli ellerin. Bitkindim. Beremi çıkardım. Ali’nin soluk, yıpranmış kanepesine, omzumun üstüne uzandım. Sakat gibiydim. Sanki bir kolum yok. “Beni bir gece misafir et yeter,” dedim duyulur duyulmaz bir sesle. “Bu kadarını da yapamaz mısın?” Ali dönüp bana, usulca başlayan ağlayışıma, yeşil mürekkeple lekelenmiş parmaklarımdan yere sarkan siyah bereme, saçsız, tamamen saçsız başıma baktı, dehşet içinde. Dondu kaldı.
Kurdun saati
İçeri girmeden önce Ali’nin kapısında dikilmiş, gözlerine bakmıştım. O güzelim, o simsiyah gözlerine. Korkudan içimin titrediğini göstermemek için kaskatı kesilmiştim. Hâlâ genç bakıyor oluşu beni ümitlendirmiş olsa da, öyle korkuyordum ki olacaklardan, sırtımdan akan ter belime inmişti. Avuçlarım bile ıslaktı. Hem çok korkuyor, hem de bu kadar çok korkuyor olmama şaşıyordum. Oysa sabah uyandığımda içimde korku yoktu.
Zerresi bile yoktu. Aksine delimsirek bir neşe vardı. Tanya gelmeden, gelip de anahtarıyla usulca kapıyı açmadan, montunu askıya asıp, bizi uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak mutfağa gidip, kendine bir Türk kahvesi yapmadan yataktan kalkmıştım. Ben kalktığımda Tanya bunları çoktan yapmış, ortalığı toparlayıp kahvaltıyı hazırlamış olurdu. Ev buz gibiydi. Sanki içerde rüzgâr esiyordu. Geçen yüzyılın başında yapılmış kibirli palasımızın tembel kapıcısı daha kalkmamış, kaloriferi yakmamıştı. İncecik ipek sabahlığımın üstüne Osman’ın sweatshirt’ünü giydim. Polardı, sıcak tutuyordu. Salona gittim. Yüksek tavanlı, uçsuz bucaksız salonumuzun İstanbul’a tepeden bakan genişötesi penceresi, görüntüsü kaybolmuş bir televizyon ekranına benziyordu.
Mattı, kül rengiydi. İstanbul kül rengi bir pus altında, kıpırdamadan uyuyordu. Boğaz’dan gemiler bile geçmiyordu. Gene Kurdun Saati’nde uyanmıştım. Başıma gelenlerden çok daha önce başlamıştım bu saatte uyanmaya. Babam öldüğünden beri, bebekler doğarken yaşlıların öldüğü, geceyle gündüz arasındaki o garip saatte uyanıyordum. Bir süre öylece, gözlerim tavana dikili yatıp tekrar uyumaya çalışıyordum, sonunda uyuyordum. Ama yetmiş küsur saattir öyle olmuyordu. Yetmiş küsur saattir gözüme uyku girmiyordu. Ara sıra başım göğsüme düşüyordu. Biraz içim geçiyordu. Uykuya benzemeyen huzursuz bir şeyin içinde bir süre kendimi kaybediyordum. Başım ağrıyordu, çatlıyordu ağrıdan. Başımı durduramıyordum. Sabaha karşı biraz dalmıştım. Bir-iki saat boyunca çok derin uyumuştum.
Çok zinde uyanmıştım. Başımın ağrısı geçmişti. İnanamamıştım. Sanki hayatımda bir şey olmamıştı. Hayatım sanki pürüzsüzdü, tertemizdi. Mat ekran dalga dalga açılmaya başlayıncaya kadar pencerenin önünde dikildim. Şehir Hatları vapurlarıyla motorlar belirdi. Bir tanker görüntüde yüzer gibi geçti. Sisi delen soluk ışıklar söndü. İçimde aşırı, vahşi bir coşku vardı. Hiç âdetim olmadığı halde kahvaltı hazırladım. Hem çay demledim, hem kahve yaptım. Bir cam kâseye üç yumurta kırdım, biraz süt, bir tutam tuz-karabiber ekledim, çırptım-çırptım-çırptım.
Buzdolabından çıkardığım çok tahıllı, çok besleyici, çok sağlıklı ekmekleri çırptığım sütlü yumurtaya batırıp kızartmaya başladım. Osman mutfaktan gelen kahve kokusuyla uyandı. Cilası iyice eskimiş parkelerde terliklerinin çıkardığı sesi duydum. Osman Berlin’den altı saat önce gelmişti. Yetmiş küsur saat önce olup bitenlerden habersizmiş gibi yapmıştı. “Çok yorgunum,” deyip yatmıştı. Yatarken bana “Hayalete benziyorsun,” demişti. Beni sabahın köründe ayakta görünce çok şaşırdı. Ben hem yumurtalı ekmek kızartıyor, hem var gücümle şarkı söylüyordum. Rüzgâr söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı şarkısını söylüyordum. Vazgeç söyleme artık, hatırlatma mazideki aşkımızı.. aşkımızı.. diyordum. Aşkımızı derken göğsüm çok fena acıyordu, (Ali’yi hatırlıyordum). Osman “Hayırdır?” dedi, şaşkın şaşkın. “Saat daha altı buçuk! Delirdin mi?” Berbat görünüyordu. Aşkımızın ipini çektiğim o ilk geceden beri sabahları berbat uyanıyordu. Ama çabuk toparlanıyordu.
Öyle çabuk toparlanıyor, öyle çabuk eski Osman oluyordu ki şaşıyordum. Her haliyle güzel olan adamlardandı. Alnının tatlı kavsiyle bal rengi gözleri, kırkı yeni geçen yaşına ve kırlaşmış sakallarına rağmen yüzüne aklına eseni yapan, çocuksu bir hava veriyordu. Gerçekte de öyleydi. Çocuksuydu. Zayıf karakterliydi. Onun, bende garip bir şefkat gösterme isteği uyandıran, beni zamanı geçmişçe, gereksizce anneleştiren bu çocuksu haline âşık olmuştum. Ben zaten bu yaşa gelene kadar çok fazla adama âşık olmuştum. Hayata hep kendimi birilerine âşık olduğuma inandırmaya çalışarak tahammül etmiştim.
Ama hep birilerine âşık olmaya çalışarak sefil olmuştum. (Aslında âşık olduğum herkes tekti, Ali’ydi.) Ben kendimi aşkın içinde kaybedemezdim. Ben kendimi hayatın içinde kaybederdim. Âşık “gibi” bir şey olurdum, (bir şey işte.. âşığa benzeyen, aslında değil). Ama sefaletim “gibi” değildi, gerçekti. Osman’ın o çocuksu yüzünün ardında çelik gibi bir bencillik, ağlatıcı bir zayıflık olduğunu çabuk görmüştüm. Ama inkâr etmiştim. Sevilmek istemiştim. Ömrüm sevilmek isteyerek geçmişti. Sevilmek için güzelliğimden başka verebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Ama güzelliğimi herkes istemiyordu. İsteyenler de çabuk bıkıyorlardı. Osman yıllardır beni çok sevdiğini söylüyordu. Buna bazen inanıyordum, bazen inanmıyordum.
Beni bazen gerçekten seviyor, bazen sevmiyordu. Ben de onu bazen seviyor, bazen sevmiyordum. (Aşkımızın ipini çektiğim geceden beri hiç sevmiyordum.) Sevginin kesintisiz bir şey olduğuna inanmıyordum. Sevgi doğuyordu. Sonra bir gün ölüyordu. Ölünce hiç doğmamış gibi oluyordu. Osman’ın gözlerinin altı kararmış, alnı kırışmıştı. Olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Başını göğsüme yatırıp, parmaklarımı arasından geçirmeyi sevdiğim, hâlâ gür saçları karmakarışıktı. O mahut geceden beri sinirliydi, iyi uyuyamıyordu. Geceleri olur olmaz saatlerde uyanıp bana sımsıkı, boğacak kadar sıkı sarılıyordu. Dehşetle uyanıyordum. Başucu lambasını yakıyordum. “N’apıyorsun, boğacak mısın beni?” diyordum. Evet desin diye bekliyordum. Artık bir şey desin, ne olacaksa olsun. Korkunç bakıyordu. Ama cevap vermiyordu. Kalkıp salona gidiyor, sigara içiyor, bazen balkona çıkıyor, geri geliyordu. Yatağa döndüğünde her yanı buz kesmiş oluyordu. Bu kez yumuşacık sarılıp “Isıt beni, n’olur.. ısıt-ısıt-ısıt!” diyordu. Dişleri takırdıyordu üşümekten. Nefesi buz kokuyordu. Mutfağın kapısında dikilirken gözüm pijamalarına ilişti. Kenarlarına lacivert biye geçirilmiş, uçuk mavi, ipek pijamasının düğmeleri açıktı. Altı kasıklarına kadar inmişti, işemek üzereymiş gibi görünüyordu. Osman’ın pijamalarından nefret ediyordum.
Ona kaç kere, “Senden başka yatarken pijama giyen kalmadı, farkında mısın? Millet fanilayla yatıyor artık,” demiştim. Her defasında, milletin neyle yattığını nerden bildiğimi sormasını beklemiştim. Sormamıştı. (Sorsaydı onu kuşkulandırmak, huzursuz etmek için manidar bir havayla gülüp geçecektim. Televizyonda görüyorum, dizilerdeki adamlar hep fanilayla yatıyor demeyecektim.) Ekmekleri yumurtaya bulayıp tavaya koyuşumu izlerken, beyazlarını yolduğu göğüs kıllarıyla oynuyordu gene. Geçen yaz “Yolmakla bitiremezsin, boşuna uğraşma,” demiştim. Hava çok sıcaktı geçen yaz. Klima doğru düzgün soğutmuyordu.
Burgazada’daki ev çoktandır Teoman’ın olduğu için yazı İstanbul’da geçiriyorduk. Osman kanepeye uzanmış, Pekin olimpiyatlarının açılışını izliyordu. Üstünde bir tek boxer’ı vardı. Reklam girdikçe göğsüne bakıyor, beyaz kılları yolup atıyordu. “Haklısın,” demişti sonunda. “Kopardıkça artıyor mu, n’oluyor bu sıçtığımın beyazları!” Nar gibi kızarmış yumurtalı ekmekleri tabağa aldım. Şarkıya devam ettim. Bir kış günüydü başladı, bu hazin macerası ömrümüzün.. ömrümüzün.. (Bizatihi bir hazin macera olan ömrümüz!) Plastik kutudan tam yağlı beyazpeyniri çıkardım. Porçini mantarlı kaşarı ince uzun dilimledim. Tulum ve rokfor peynirlerinin sert plastiğini mutfak makasıyla kestim.
Yağlı kâğıtlara sarılmış sucukları, fıstıklı karabiberli salamları, sebzeli jambonu, füme dili çıkardım. Mutfak darmadağındı. Bu sıcak, buharlı, penceresiz mekânda hiçbir şeyin yerini doğru dürüst bilmediğimden, boş zamanlarımda, (paramız olduğunda tabii), dükkân dükkân dolaşarak aldığım pahalı tabakları bulmak için bütün dolapları açmam gerekiyordu. Açtığım kapakları kapatmıyordum. Çektiğim çekmeceleri itmiyor, kavanozları yerine kaldırmıyordum. Sağa sola yağ sıçrıyordu, silmiyordum. Osman halime giderek daha çok hayret ederken petekli balı, Bodrum mandalinası, frambuaz ve taze ceviz reçellerini, çikolatalı fındık ezmesini, buz gibi suda yıkadığım fesleğen dallarını, Çengelköy bademlerini ve çeri domatesleri, İtalyan malı zeytin ezmesini ve halis tereyağı, kaymak, pekmez ve tahini tabaklara koydum. Bardakların en büyüklerinden ikisini sıktığım portakal suyuyla doldurdum.
Mutfaktaki küçük masa doldu taştı. Osman “Misafir mi var?” diye sordu şaşkın şaşkın. “Hayır,” dedim. Açtığım dolapta bir yığın baharat bulunca sevindim. Ekstra sızma zeytinyağına çöreotu, haşhaş tohumu, anason ekledim. İri, parlak, siyah zeytinlerin üstüne limon kabuğu rendeledim. Yeşil zeytinlere sarmısaklı zeytinyağı gezdirdim. Birer avuç ceviz ve bademi, buğulanmış bir siyah üzüm salkımını peynir tabağına yerleştirdim. Sanki kahvaltıda iki kişi değilmişiz, sanki mutluluktan ölüyormuşuz, günlerden de pazarmış üstelik, ev misafirle dolup taşacakmış, saatlerce neşe içinde yiyip içecekmişiz gibi kahvaltı hazırlıyordum. Osman’ın şaşkınlığı kızgınlığa dönüştü. “N’apıyorsun sen ya? Madem kimse gelmeyecek, niye her şeyi çıkarıp ziyan ediyorsun?” diye bağırdı. Hem güldüm, hem şaşırdım. Osman zarar, ziyan, israf nedir, bilmezdi çünkü. Ayrıca Osman bağırmazdı da, yüksek sesle bile konuşmazdı. Çocukluğumda babaanne demem gereken nefretlik Fikriyanım’ı hatırladım. Asla benimsemediğim, “babaannem” diyemediğim Fikriyanım, gerçekten babaannemdi, babamın özbeöz annesiydi. (Annemden nefret ettiği için benden de nefret eden korkunç büyükanne.) Yemeğimi bitirememişsem ve babam yanımızda değilse, kaşığın tersiyle parmaklarımın eklem yerlerine vurur, “Madem yemeyecektin niye ziyan ettin!” diye bağırırdı. Parmaklarıma vurmasın diye, gözyaşlarım aka aka yemeğimi bitirirdim. Bitirince beni sevecek sanırdım, yine sevmezdi. Yüzüme küçümseyerek bakardı. Kâküllerimi çekiştirirdi. “Söyle bakalım, sen de büyüyünce anan gibi orospu mu olacaksın?” derdi. Gülüşündeki kötülükten anlardım ki, anam gibi orospu olayım istiyor. Ama beni babaanne mahvetmedi.
Beni ben mahvettim. Ya da beni hayat mahvetti. Ya da babam, annem, babaanne, Süleyman Amca, herkes. Beni kimin mahvettiğini bilmiyorum. Sadece mahvolduğumu biliyorum. Osman öfkeyle bağırınca aklımdan bir an masanın örtüsünü çekip üstündeki her şeyi yere indirmek, mutfakta ne varsa kırıp dökmek geçti. Yapmadım. Bugün için bambaşka planlarım vardı. Planlarımı bozmaya niyetim yoktu. Osman’ı kuşkulandırmamalıydım, açık vermemeliydim. “Hadi otur,” dedim kaygısızca. Sanki yetmiş küsur saattir gözüne uyku girmeyen ben değildim. “İçimden geldi kahvaltı hazırladım, ne var?” Kahvaltının zenginliği gözünü okşamıştı, oturdu. Bardaklara çay, tabaklara ikişer dilim yumurtalı ekmek koydum.
Birini ısırdım. Sıcacık, yumuşacıktı. Çok güzel olmuştu. “Fikriyanım yumurtalı ekmeğe ekmek balığı derdi,” dedim ağzım dolu dolu. “Bunun neresi balığa benziyor Allah aşkına?” Cevap bekler gibi bakıyordum, gülüyordum. “Sana babaanne Fikriyanım’ın ne kadar korkunç bir kadın olduğunu anlatmış mıydım?” Halimdeki delimsirek neşe sesime de yansımış olmalı ki çok gerildi.