Kırk dört yıl önce kaybettiği aşkın hatırasında yaşayan Raci Bey,
on yıllar sonra İstanbul’a dönen eski öğrencisi Fehim, Fehim’in eski aşkı Deniz, Deniz’i terk eden kocası Güngör, artık sınıfta oturmaya tahammül edemeyen Cem, kahvede karşılaştığı uzun boylu esmer
kız, Suriyeli öğretmen Fadi ve oğlu Halim, Cihangir’de çok soğuk
12 günde geçen bir hikâye. Fehim neden geri döndü? Geçmişin hayalleri bugün gerçek olabilecek mi? İlk romanı Hodbinler ile çağdaş edebiyatımıza yepyeni bir soluk getiren Saruhan Doğan’ın rüyaların gerçeğe karıştığı, elinizden bırakamayacağınız yeni romanı Likit Ruh.
“…Cıva nehirlerinde yüzdüğümüz, sabah uyanıp pencereden baktığımızda ufka kadar uzanan çatı dağlarına hayran olduğumuz –çünkü içinde yaşadığımız bu şehrimizi sevmeyi öğrenmiştik–
selüloz kirpiklerinin soluk ışıkta parladığı gecelerde televizyonu
kapatıp birbirimize anlatamadığımız hayaller kurduğumuz, hatıra parçacıklarının arasına reklamların karıştığı bir zamanda yaşıyormuşuz ve, haydi tahmin et Yadigâr, her şey, her şey yolundaymış…”
Ayşe’ye
Kendim olduğum tek yer orası, kalbimin dilini konuştukları ülke.
Iris Murdoch, İtalyan Kızı
Birinci fasıl
Şeylerin Geçiciliği
Asfalttan yükselen buharın üstünde kanser gibi büyüyen bu şehir, inci gerdanlıklar gibi uzanan otobanlar, metan rüzgârlarının örttüğü plastik çimler. Alışveriş kanalındaki kızın makyajı akmış, kolit hastaları ilaçsızlıktan ölüyorlar ve siz bütün bunların içinde, tarihin, göçlerin ve bu büyük çöküşün tam ortasında buraya, bu şehre doluşmuş ağır ağır çürüyor sunuz. Ben de işte, sizi seyrediyorum. Siz, bu şehrin insanları, asbest lekeleri, poliüretan şekiller, o güzel hayalden arta kalmış jelatin kaplı gölgeler. Ağızlarınızdan içeri girmiş bütün o iğrenç şeylerden, hayvanların kanlarından, irinlerden, toprağın içinden sökülmüş köklerden ve ekşimiş, bozulmuş sulardan, mayalardan, bağırsaklarınızda dışkıya dönüşmüş soslardan, baharatlardan ve sakatattan, ortodonti damakla rından, salyalardan, terden ve hepsinden, hepsinden kötüsü suratlarınızdan hiç eksilmeyen o varla yok arası gülümseme lerden gelen çürüme kokusunu alabiliyorum.
***
İhtiyar adam siyah kapaklı bir defteri açıp dolmakâlemle yazılmış satırları okumaya başlıyor:
“Seni daha önce bir kez görmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, dikkatimi çekmemiştin. İlk toplantıydı. Muallimler odası, o zaman öyle diyorduk. Siyah bir hırkan vardı, hatırlıyorum. Saçların topluydu, ilk günün olduğu için toplamıştın her halde. Yeni bir okul, yeni müdür, yeni arkadaşlar. Seni şimdi bugün görsem, veya o ilk günden sonraki herhangi başka bir günde görsem yine hemen delicesine âşık olacağım kadar sen din lakin fark etmedim işte seni o ilk günde. Sonra, ikinci kez gördüğümde, ilk anda, o ilk bakışta hemen anladım, sana o vakit âşık olmuştum.”
“Aşkın tesir ve tecelli ettiği her şeye kendi tabiatını aşıladığını o zaman henüz bilmiyordum.
Kumral saçlarından, ela gözlerinden, ama galiba en çok da sesinden, sesinin içine gizlenmiş o esrardan gelen yabancı, vahşi bir saadetin vaadiyle hayatımın her anını senden bir haber, bir işaret, bir ilham bekleyerek geçi receğimi bilmiyordum. Sana, sesine, hallerine, endamına aşina olduğum o zamanlarda, gözlerim gözlerine rastlamak için hep oturmayı sevdiğin o köşeyi arardı odada. Kahve içerken fincanı nasıl tuttuğunu, birisi o latif ismini söyleyip sana ‘Selma’ diye seslendiğinde başını nasıl çevirdiğini, gülüşünü, bileğindeki incecik saate bakarken gözlerini nasıl aşağı düşürdüğünü, bacak bacak üstüne attığında dizlerini nasıl yana çevirdiğini, nasıl, bazen, bana bir anlığına baktığını hatırlıyorum.”
Bu sayfayı, bu hatıra parçasını ne zaman yazdın Raci Bey? Kaç kez, kaç kez baştan yazdın, okudun ve yeniden yazdın? Ve sonra yeniden, yeniden. Bu defterlerden hiç kimseye bahsetmedin, bu senin gizli âlemin.
Defteri kapatıyorsun. Zayıf gözlerinle karşıya, eski berjer koltuğun sırtına tünemiş o tanıdık simaya, bana bakıyorsun. İnsan gibiyim, neredeyse, tek farkım beyaz rengim ve kanat larım, tavana değecek kadar büyük, bembeyaz kanatlar. Ben, bu şehrin üzerinde uçup sizi seyreden şahidiniz, Yadigâr.
***
Saatler geçti, gece sona erdi, güneş doğdu. Hava hala çok soğuk. Tophane’deki küçük apartmanın çatı katında çay demlenmiş, birazdan kahvaltı edecekler.
Nihan kırklı yaşlarının başlarında. Banyodaki küçük ay naya eğiliyor, iki eliyle koyu, hafif dalgalı saçlarını toplayınca yüzü açılıyor, kahverengi gözleri, kaşları, kemerli burnu, ağzı, dudakları ortaya çıkıyor. Sokakta yürüdüğünde pek fark eden olmuyor, sert bir güzellik bu.
Zeynep’in sesini duyuyorsun. Anne diyor içeriden, siyah çorabımı gördün mü? Zeynep, canım, kızım. Anne siyah çora
bımı gördün mü? Dişlerinin arasında tuttuğun tokaları saçının iki yanına takıp mutfağa gidiyorsun. Makinanın yanında, sepette, dün yıkadım. Bir duvar yanda, genç kız sepete eğiliyor.
“Bugün okulu kırıyorum. Bilardo salonuna gidilecek. As lında o salonu pek o kadar da sevmiyorum. Üstelik orada harcayacak param da yok. Yani var da harcarsam haftanın kalan kısmında açıkta kalacağım. Pek önemsemem bu para meselesini onun için de takılmıyorum, yani gitmek gitme mek meselesinde param var yok diye kasmıyorum. Yani işte bugün okulu kıracağız hep beraber ama bütün bunları düşü nünce keyfim biraz kaçıyor. Aslında seviyorum okulu. Yani aslında ben bilardo veya king falan oynamak istemiyorum ama işte bugün okulu kırıyoruz. Bazen bazı şeylerin olması gerekir, bu da işte öyle bir şey.”
***
Üst sınıf mahalledeki güvenlikli, peyzajlı – ne sevimsiz ta bir – sitedeki dubleks dairede Deniz banyo aynasına eğiliyor, iki tokayı dudaklarıyla tutup saçlarını topluyor. Kâlemle çi zilmiş bir burun, eskilerin hokka gibi dedikleri türden, güzel ama biraz yorgun gözler, yanaklar, kaşlar, ama hepsinden de çok o mutsuz ifade. O mutsuz ifade mi Deniz’i böyle güzel yapan? Saçını topladı nihayet, tokalarını takıyor.
‒ “Güngör yüzüğümü gördün mü?”
‒ “Nereden göreyim senin yüzüğünü Deniz Allah aşkına?” Sorma işte bu soruyu. Artık bitti.Senin eşyaların ve onun
eşyaları artık aynı şeyler değil. Hayatlarımızın çimentosu, ev lerimizi ve bizleri bir arada tutan o küçük şeyler, şarap kadeh lerimiz, havlularımız, Amerikan servislerimiz ve sana doğum günlerinde almayı pek sevdiğim atkıların ve senin çorapların tek tek arada kontrol ettiğim eskimiş mi diye ve sonra lamba larımız mesela ve o lambalarımızın içinde bizim için yanan,bu aileyi bir mutluluk ve huzur ışığıyla ince bir zar gibi kap lamak için parlayan ampullerimiz, biblolarımız, benim çan talarım senin kravatların Cem’in spor ayakkabıları ve başka şeylerimiz, havlularımız, örtülerimiz, çarşaflarımız ve bütün öteki şeyler, diğer şeyler, bizi biz yapan şeylerimiz. Artık bunlar yok. Onun için senin yüzüğün de yok artık. Lavaboya, banyo dolabına bir kez daha bakıyorsun. Sonra banyodan çıkıp mutfağa geçiyorsun. Kahve hazır, glütensiz ekmek kı zarmış, dolaptan yağsız labne, taze çilek ve bal çıkarıyorsun.
‒ “Cem neredesin oğlum?”
İncecik, upuzun bir çocuk giriyor mutfağa. On altı yaşın da. Siyah bir kapüşon, altında gri okul pantolonu.
‒ “Sana bir tost yapayım mı?”
Yapma anne ben zaten kahveye gidiyorum orada yerim. Yapma bu mutfağa dayanamıyorum. Fümegri yer karoları nıza, minimalist salonunuza, duvardaki resimlere, espresso makinenize ve mangolu müslilerinize, ve kıyafetlerinize, cilt lerinize, kremlerinize, marka tişörtlerinize ve marka ayakkabılarınıza da.
Çelik gibi ütülü beyaz bir gömlek, açık mavi bir kravat. Mutfakta Güngör sahnesi. Ayakta bir kaç kâşık müsli yiyor, yanında şekersiz meyveli yoğurt. Birazdan kapıdan çıkıp ara basına binecek, sağ arka koltuğa yerleşip kendisini şoförü nün güvenilir ellerine teslim edip gazetesini açacak. Hayatın güvenle çevrili rutini, deri koltuklardan yükselen sonsuz iç ferahlığı. Kendisine bir espresso yapıyor, küçük bir ekmek parçasına labne sürüyor.
‒ “Cem toparlan çıkıyoruz.”
Cem’i okula baba bırakıyor sabahları. Bu beraber son sabahları. Güngör küçük valizini hazırladı, şimdilik bir otelde kalacak. Ne demek bu ‘şimdilik’? Yani bir karara varana kadar. Yani? Yanisi bu işte, Güngör bu sabah evi terk ediyor.