Tanrılar nerede?
‘Büyüsü bozulmuş dünyanın’ modern sakinlerinden bazılarına göre öldüler. Bazılarına göre, başka bir âlemden bizi izleyip sadece gerek gördüklerinde müdahale ediyorlar. Evreni yaratıp kendi köşelerine çekildiklerini söyleyenler de var. Kimine göreyse hiç var olmadılar; insanlığın olgunlaşınca inanmaktan vazgeçtiği çocukluk hayalleri ve korkularıydılar.
Oysa dünyanın dört bir yanında tanrıların, ataların, iyicil ve kötücül ruhların ve hayaletlerin günlük hayatın olağan bir parçası olduğu topluluklar insanlık tarihinin büyük bölümünde vardı, bugün de var. Bu ruhsal varlıklar yağmuru yağdırıyor, bitkileri büyütüyor, insanlarla birlikte avlanıyor, bazen onlara düşman oluyor, hatta onlarla evleniyorlar. Her evde, her ağacın dibinde bizi izliyor, bazen ödüllendiriyor, bazen de cezalandırıyorlar.
2021 yılında aramızdan ayrılan aykırı antropolog Marshall Sahlins’in yetmiş yıla varan bilgi birikiminin ve deneyimlerinin zirve noktası olan bu eser, bir yandan gözden düşmüş, uzun süredir can çekişen antropoloji biliminin durumunu değerlendirirken, diğer yandan da onu yeniden canlandırmanın ve tanrılarla iç içe yaşayan halkları ve kültürleri anlamanın yeni bir yolunu öneriyor. Afrika’dan Amerika’ya, Kuzey Kutbu’ndan Yakındoğu’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada, her taşın altından ruhların çıktığı, her köşe başında bir tanrıya denk gelinen ‘büyülü’ bir dünyada okuru etkileyici bir yolculuğa çıkarıyor. Bu kültürlerin, insanlığın ‘çocukluk çağının kalıntıları’ olmadığını gösteriyor.
İçindekiler
Önsöz 11
Teşekkür 13
Giriş
Dünya-Tarihsel Kültür Devrimi 16
1
İnsanın Sonluluğu 35
2
İçkinlik 57
1. Kategorilerin Düzeltilmesi 60
2. Görünebilirlik 64
3. İnsanlar Ruhlardır 67
4. İnsanların ve Ruhların Topluluk İlişkileri 82
3
Üstkişiler 101
1. Animizm 105
2. Türlerin ve Mekânların Efendileri 115
3. İblisler ve Hayaletler: İnsanların Üstinsan Karşıtları 122
4. Bireysel Koruyucu Ruhlar 127
5. Atalar 131
6. Tanrılar: “Tanrısallık Tektir” 144
7. Tanrısallığın Fenomenolojisi: Varlık ve Nitelik 155
İçindekiler
4
Kozmik Yönetim Biçimi 168
1. Kozmolojide Hiyerarşi, Toplumda Eşitlik 171
2. Kozmik Devlet 183
Sonsöz 226
Kaynakça 229
Dizin 241
Önsöz
Tikopia kabilesinin1 kıdemli şefinin (Ariki Kafika) kanosunun tamir edilebilmesi için tanrıların kanodan tahliye edilmeleri gerekiyordu. Şef, bu tanrılardan biri olan kız kardeşinin ölmüş oğlunun bir yere gitmemesini, olduğu yerde kalmasını isteyince, ilahi varlığın ruhu, orada hazır bulunan bir medyumun bedenine girdi. Yeni Zelanda doğumlu antropolog Raymond Firth, bu durumun yaygın bir olay olduğunu ve izleyicilerde şaşkınlık veya hayret yaratmadığını belirterek, bu işte “katıksız teknik veya ekonomik faaliyet olarak adlandırılabilecek bir şey tespit etmenin hakikaten zor” olduğunu söylüyordu (1950, 120). Gerçekten de teknede tos böceği bulunduğunda, usta zanaatkâr hemen kanonun tanrılarını çağırmıştı: “Bu tarafa, burada uğraştığım kanoya bakın.” Kanonun ahşabını yiyip kemiren tos böcekleriyle mücadele edebilmek için “maddi araçların yanı sıra tanrıların gücü de [mana]” gerekiyordu (121). Mana içinse bir başka şeften, tanrıların elinden çıkmış ünlü bir keser ödünç alınmalıydı. Bu alet özellikle kano işlerinde yararlı oluyordu çünkü keskin dişleri ve vahşiliğiyle bilinen gri resif yılanbalığı olarak zuhur eden belirli bir tanrıyı cisimleştiriyordu. Zanaatkâr, yılanbalığı tanrının adıyla keseri kanonun çürüyen yerlerine vurunca “Çürüme ve gövdeyi kemiren böcek yok olur. Tanrı onları ânında yer, böcekler ölür ve ortadan kaybolur” (122). Bu vakada da aynen böyle olmuştu: Tamirat tamamlanmış ve en sonunda kano tanrıları kanoya tekrar binmişlerdi.
Tikopia yerlilerine yılda iki kez Tanrıların İşi için ihtiyaç duyuluyordu. Bu işlerin arasında şeflerin kanolarının yeniden kutsanması ve balık avlarının bereketli geçmesi için her filonun ilk mahsulünün klanın büyük tanrılarına sunulması da bulunuyordu. Hatta balıkların yakalanmasının sorumlusu da teknelerin mürettebatı değildi.
Balık avlarının bereketli geçmesi için tanrıların tekrar tekrar yardıma çağrılmaları –bazıları kendi ilk balık hediyelerini sunmak üzere tanrıları övüyordu– bizzat baş kano tanrısının balık avına katılmasıyla yerini buluyordu ve onun avlara bizzat katılımı hayati bir önem taşıyordu. Elinde bir keser veya değnekle tekneye –payanda bulunmayan– sancak tarafından eşlik eden tanrı “elindeki aletle istediği balığı avlayıp kanoya getirmek” için suya dalıyordu. (Firth 1967, 74). Tıpkı diğer geçim faaliyetlerinde olduğu gibi balıkçılıkta da insanlara, tanrılara yardımcı olan birer araç muamelesi yapılması, görülmedik bir durum değildir.
Bu vakada balıkları tanrılar yakalıyor ve insanlara bahşediyorlardı, olan buydu. Başka yerlerde olduğu gibi burada da kendilerine kurban olarak sunulacak yiyecekleri veya başka ikramları temin etmekten sorumlu olanlar ruhgüçler olduğundan, kendi çıkarlarına olan bu işlemler, İngiliz sosyal antropolog Edmund Leach’in argümanını (1976) doğrulamaktadır: Tanrılar onlara sunulan kurbanı kendileri de öldürebileceğine göre, kurbanı verenlerin ona sundukları esas şey saygı ve itaattir.
Giriş Dünya-Tarihsel Kültür Devrimi
Fiji Adaları’nda Hristiyanlığı yayma çabalarının ilk günlerinde, bir şef hayranlıkla İngiliz misyonere şöyle demişti: “Gemileriniz hakiki, silahlarınız hakiki, öyleyse tanrınız da hakiki olmalı.” Bunu söylediğinde, bugün ortalama bir sosyal bilimcinin o sözlerden anlayacağı şeyi, yani “tanrı” kavramının, genel olarak “din” gibi yerleşik siyasi düzenin bir yansıması, seküler güçleri meşrulaştırmak için tasarlanmış işlevsel bir ideoloji olduğunu kastetmiyordu. Öyle olsaydı İngiliz tanrısının varlığının bu şekilde açıktan ikrarı, silahların ve gemilerin maddi gücünün dinî imgelerle ifade edilişi olurdu.
Oysa şef bunun tam tersini söylüyordu, yani İngiliz gemileri ve silahları, bu yabancıların ayrıcalıklı bir erişime sahip oldukları görülen tanrısal gücün ki Fiji dilinde buna mana deniyordu– maddi ifadeleriydi. Fiji dilinde “hakiki” (dina), mana kelimesinin yüklemlerinden biridir. Tıpkı ritüellerdeki konuşmaların ortak son sözü olan “Mana, hakikidir” tümcesinde olduğu gibi, şefin söylediği şey, tanrısal mana ile donatılmış İngiliz gemileri ve silahlarının, İngiliz tanrısının kudretinin gerçeklik kazanmış hâlleri olduklarıydı. Bu olay elinizdeki çalışmanın daha geniş bağlamını ve süregelen motivasyonunu da özetliyor: kültürel düzende bundan yaklaşık 2.500 yıl önce –Alman psikiyatr ve filozof Karl Jaspers’ın 1953’te verdiği isimle– “Eksen Çağı”nda başlayan ve bugün de dünya çapında devam eden radikal dönüşüm (Jaspers 1953). MÖ. 8 ile 3. yüzyıllar arasında Yunanistan, Yakındoğu, Kuzey Hindistan ve Çin’de doğup dört bir yana yayılmış ayrıksı uygarlıklar, dünya-tarihsel ölçekte hâlâ devam eden bir kültürel devrim başlattılar. Bu süreçte meydana gelen esas değişim, tanrıların insan etkinliğine içkin [immanent] olmaktan çıkıp kendi gerçekliğine sahip aşkın [transcendental] bir “öte dünyaya” taşınmasıyla yeryüzünün insanlara kalmasıydı.
Böylece insanlar kendi yollarını çizip kendi kurumlarını yaratma özgürlüğüne kavuşmuş oluyorlardı. Halklar (yani insanlığın çoğunluğu), sömürgeler aracılığıyla yayılan Eksen Çağı ideolojileri özellikle de Hristiyanlık– tarafından dönüştürülmeden önce bir dizi ruhsal varlıkla tanrılar, atalar, bitkilerin ve hayvanların ve başka şeylerin barındırdığı canlar1 ve başka şeylerle kuşatılmışlardı. İnsan kültürünü bilfiil yaratanlar da işte bu irili ufaklı tanrılardı. Bunlar insan varoluşuna içkindi ve iyisiyle kötüsüyle, hayata ve ölüme varasıya insanın kaderini belirliyorlardı. Genellikle “ruhlar” olarak anılsalar da bu varlıklar zihin, mizaç ve irade gibi [insanlarda gördüğümüz] temel kişi özelliklerine sahiplerdi.
Dolayısıyla elinizdeki kitap boyunca onlardan genellikle “üstkişiler”2 [metapersons] veya “üstinsanlar” [metahumans] olarak söz edeceğim ve onları “ruhlar” olarak andığımda daima örtük ya da belirtik biçimde tırnak işareti içinde vereceğim ki o sırada insan olmayan kişilerden söz ettiğim anlaşılabilsin. (Benzer şekilde, bu bağlamda konuşurken “din” terimini kullanmak da yersiz olacaktır çünkü bu üstinsan varlıklar ve güçler, sonradan akıl edilmiş aşkın varlıklar değil, her türlü insan faaliyetinin hem ayrılmaz bir parçası hem de önkoşuludurlar.)
…