Bir Köşkünüz Var mı? | Tarık Buğra


Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının öncü yazarlarından Tarık Buğra; uzun ve derinlikli romanlarıyla, hikâye, tiyatro, fıkra ve deneme gibi edebî alanlarda dikkat çeken eserleriyle tanınmıştır. Bunun yanında, genç okurlarına daha fazla hitap edebilecek romanlar da kaleme almıştır.

1978 yılında Bir Köşkünüz Var mı? romanını yazan Tarık Buğra, bu kitapla âdeta döneminin kuşaklar arası ilişki biçimlerine ışık tutmuştur. Yazar, eserde aynı zamanda “aile”, “hayvan sevgisi”, “birliktelik” ve “değer” gibi kavramlara da sıklıkla değinir.

Hikâye, “Feneryolu ile Göztepe arasında kocaman bir ahşap köşk” çevresinde geçmektedir. Kitabın temel meselesi, bu köşkün akrabalar arasında bir tartışma konusu hâline gelmesidir. Köşkün sahibi dedenin oğlu, kitabın temel anlatıcısı; küçük torun Ümit de dinleyicisidir.

Köşkün asıl sahibi dedenin, torununa anlattığı anılar ve yaşadığı maceralar ise zihinlerde ve sayfalarda resmedilmesini kolaylaştıran keyifli anlatılardır.

BİR KÖŞKÜNÜZ VAR MI?

Dedem serüvenlerle dolu bir hayat yaşamış. Varlıktan dara düşmüş; çalışmış, çabalamış, yeniden varlığa kavuşmuş. Asıl önemlisi de savaş görmüş. Daha tam anlamıyla delikanlı olmadan, on yedi yaşında, öğrenimini bırakıp gönüllü yazılmış, Kurtuluş Savaşı’na katılmış. Sakarya’da, Dumlupınar’da, Gediz’de, Afyon’da Yunanlara karşı dövüşmüş, çeşitli yerlerinden yaralanmış, gazi olmuş. Bunlarla övünmekten tiksinirdi o. Övülmekten de hoşlanmazdı: Gerçek kahramanlar alçakgönüllü oluyor. Savaş konusu açılınca, bazıları: “Nasıl, nasıl? O yaşta? On yedi yaşında, ha?” diye şaşırırlardı.

Dedem de o zaman dalar ve: “Yemin olsun, benden de küçükler vardı,” derdi. Bunu söylerken gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüşümdür. Öyle anlarda içini art arda çekerdi. Dudakları kıpır kıpır oynardı. Anlardık ki, o gencecik şehitlerin ruhlarına Fâtiha okumaktadır. Evet, gerçek kahramanlar ve gerçek büyükler alçakgönüllü oluyor. Dedem de savaş hikâyelerinde kendisinden hiç söz etmez, kendisini ve kendi yiğitliklerini “biz” veya “bizim birlik” sözcüklerinin içerisinde unuttururdu. Anlattıkları hep arkadaşlarının cesaretleri ve kahramanlıkları olmuştur. Biz onun yaptıklarını arkadaşlarından öğrenmişizdir.

Arkadaşları da kendisine benzerdi. Hepsi de ağırbaşlı, ak saçlı, dengeli, sevgi dolu kimselerdi. İnsan, onlara, elinde olmadan saygı duyardı. Kırış kırış yüzlerinde ve alınlarında destanlar yazılıdır sanırdınız. Bayramlarda dedemi görmeye gelirlerdi. Onların sayıları artık çok azalmıştır. Ama yedi sekizinin gelişi bile bize zafer ordusunun yürüyüşünü hatırlatırdı: Külot pantolonlar, dolaklar, avcı biçimi ceketler, fişeklikler, bellerdeki kuşaklar ve bu kuşaklardaki büyük kamalarla omuzlarına çaprazlama asılmış filintalar ve mavzerler. Sonra madalyalar göğüslerinde güneş gibi parıldardı. Sanki hepsinin göğsünden, yüreklerinin üstünden bir güneş doğmaktadır! Ve sanki ülkemizi aydınlatan işte bu güneşlerdir. Bana öyle gelirdi. O kutsal savaşın ve bu alçakgönüllü savaşçıların hikâyelerini size, sırası geldikçe ve ben nasıl öğrenmişsem öyle anlatacağım. Önce dedemi gerektiği gibi tanıtmaya çalışayım.

Hepimiz severiz, ama dedemin hayvan sevgisi daha bir başkadır; bir tutkudur. Her şeyden çok onları düşünür, onlarla ilgilenir. Bu da bana, ne yalan söyleyeyim, biraz aykırı gelir. Bir gün bunu açık açık söyledim: “Dede,” dedim, “sen arıları, köpekleri, güvercinleri bizden de çok seviyorsun.” Güldü. Dedem gülünce daha bir şekerleşir. Laf olsun diye söylemedim bu “şekerleşir”i. Gözleri gerçekten de akide şekerlerini andırır. Açık ela ve yeşil yeşil menevişlidir onlar.

Ben hatırlamam; ama arada bir söylerler: Eskiden bir gün, daha kucaklara alınırken, bakmış bakmış da: “Dede, senin gözlerin şekerden mi?” demişim. Şimdi şimdi anlıyorum. Bana bunu söyleten şey, bu gözlerin sadece renkleri değildir. Bu gözler ağaçlara, çiçeklere, hayvanlara, insanlara, özellikle de çocuklara bakarken, ebemkuşağı gibi, en tatlı renklerle parıldardı. Siz de o zaman, anlamasanız bile sezerdiniz ki, sevme gücünün ve iyiliğin parıltısıdır bu. Bu parıltı dedemin kırış kırış yüzünü de aydınlatır ve bembeyaz saçlarında yankılanır. Ben o sözü söyleyince gene öyle oldu ve: “Hadi oradan, bücür,” dedi, “Tanrı, çocuklardan ve torunlardan daha çok sevilecek hiçbir şey yaratmamıştır.” Sonra da saçlarımı okşaya okşaya ekledi: “Ben, olsa olsa, arıları, güvercinleri, köpekleri, sizin onları sevdiğinizden daha çok seviyorum.

Tanısanız siz de benim gibi olurdunuz.” Dedeme bakılırsa, hemen hemen bütün hayvanlarda bizde bile olmayan bazı üstünlükler vardır. Anlattı da bana bunları. Söylediklerinin hepsi de beni şaşırttı. Hele Karabaş’ın hikâyesi! Öyle bir hikâyedir ki bu, dinlerken duyduğum heyecanı, korkuyu ve üzüntü ile sevinci bana hiçbir roman, hiçbir film verememiştir. Onu ben de size anlatacağım. Anlatmaya değer bu.

Dedemin evi İstanbul’da, Feneryolu ile Göztepe arasında kocaman bir ahşap köşktür. Batıdaki çatı katının geniş balkonundan Marmara ve Adalar görünür. Dört bir yanı bahçe ile çevrilidir. Bahçe, ama bir park kadar büyük bir bahçedir bu. Gün boyunca güneş alan sağ bölümde iki yüze yakın asma kütüğü vardır. Bu kütüklerde kınalı yapıncak, çavuş, balbal, müşküle üzümleri yetişir. Batıdaki arka bahçede, duvar boyunca kümesler, ahırlar sıralanmıştır.

Tam ortada suyu tulumba ile çekilen bir kuyu vardır. Bu bölümde sebze ekilir. Doğuya bakan ön bölümde incir, dut, kiraz, kayısı, erik, maltaeriği, Trabzonhurması ve nar ağaçları vardır. Burası, aynı zamanda bir çiçekliktir. Orada, mevsimine göre, bu meyvelerle birlikte yıldızların, lâlelerin, güllerin, kasımpatılarının her çeşidini ve bütün renklerini bulabilirdiniz. Bahar gelince evin ön cephesini saran morsalkımlar, hanımelleri ve onların az ilerisindeki leylaklar çiçek açardı.

Bunların kokusu sokaklardan bile duyulurdu. Kısacası, dedemin evi bir cennetti. Biz torunlar da oraya yaptığımız ziyaretlerden kucaklarımız çiçekler ve bahar dalları ile dolu dönerdik. Bu cenneti, birkaç günlüğüne de olsa, doğanın canlı renklerine hasret çeken apartman dairelerimize taşırdık. Öteki torunları, yani ablamı ve kuzenlerimi pek bilmem, ama ben bu cenneti rüyalarımda çok görmüşümdür. Ara bir parça uzayınca da anneme, babama, “Dedeme gidelim,” diye çok yalvarmışımdır. Mutluluk benim için o köşkte yaşamaktan başka bir şey değildi. Bunun dedem için de böyle olduğunu çok iyi biliyordum. Bunun için de ötekileri, iki halamla amcamı bir türlü anlayamıyordum. Çünkü onlar köşkün parsellenip satılmasını istiyorlardı.

DEDEM VE KÖŞK

Dedem, “aile” sözcüğünü özel bir önemseyişle söylerdi. Ona göre toplumların ruhu aile idi. Aileleri sağlam olan milletlerin sırtı yere getirilemezdi. Tek tek insanların da başarılı, mutlu ve iyi olabilmeleri aile bağlarının kuvvetine bakardı. Gene ona göre, öyle bayramdan bayrama, ayda yılda bir, bir araya gelmekle aile aile olmazdı. Bir seferinde: “Bu bacaksızlar biraz daha büyüyünce korkarım bayramlaşmalara da elveda çekeceğiz,” demişti. O böyle, kâh paylar kâh dert döker gibi konuştu mu bizim büyükler, yani annem, babam, halalarım, amcam ve onların eşleri başlarını eğer, iç çeker ve; “Ah bu İstanbul,” derlerdi. Onlara göre de suçlu kendileri değil, büyük şehirdi. Ama dedem bu özre kulak asmaz, güzel başını sallaya sallaya ve güneş yanığı yüzünü büsbütün kırıştırarak: “Hadi oradan.. ben biliyorum,” derdi. Neyi bilirdi? Onu da öğrenirdik: “Birbirlerine en yakın oturanlarınız bile, haftada bir olsun bir araya gelmiyorsunuz.” “Böyle aile mi olur hiç! Size değil, çocuklara yanarım.” Torunların gitgide birbirlerine yabancılaşıp çıkacaklarından korkuyordu o. Hak verirdim ben de. Çünkü kuzenlerimi çok seviyor, onları sık sık görmek istiyordum.

Benzer İçerikler

Cankız’ın Kuzuları

yakutlu

Gökten Not Yağıyor! – Rosie ve Musa’nın Maceraları

yakutlu

Bir Masal İyi Gelir | Judith Malika Liberman

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy