Ninesinin Şifacısı | Barbara Kosmowaka, Osman Fırat Baş


Sıradışı biri olan Mini Nine, uzun ömrü boyunca tüm dünyayı dolaşmış, ama hiçbir yerde çok uzun süre kalmamıştır; ta ki rahatsızlığı sebebiyle Erik ve ailesinin yanına taşınması gerekinceye kadar… Mini Nine bitkiler hakkında neredeyse her şeyi bilir, anlatacak hikâyesi hiç bitmez. Erik anneannesini çok sever, ikili bol bol sohbet eder, birbirlerini çok iyi anlarlar.

Kendi gücü ve yeteneklerinin farkında olmayan Erik, çekingen bir çocuktur ve pek fazla arkadaşı yoktur. Mini Nine’nin etkisiyle Erik, yavaş yavaş kendine güvenmeye başlar.

Fakat ne yazık ki işler her zaman istediğimiz gibi gitmez. O gün gelip de Erik ninesinin kaybıyla yüzleşmek zorunda kaldığında ne yapacaktır? Ninesinden yadigâr bilgelik, kendi değerini anlamasına, yeni arkadaşlar edinmesine ve büyümenin güzel yanlarını keşfetmesine yetecek midir?

Ninesinin Şifacısı, kendi yeteneklerine inanmaya, hayal gücüne ve hiçbir şeyin yok edemeyeceği nine-torun bağına dair dokunaklı bir hikâye.

***

Dilleri En İyi Çözen Büyücü

“Büyükannen bize kalmaya gelecek,” dedi annesi ve tost yapmaya devam etti. Böyle önemli şeyler konuşulurken tost kızartmaya nasıl devam edilir ki? Erik’in heyecandan dili tutulmuştu. “Mini Nine mi?” diye sordu. Hemen öğrenmek istiyordu. En azından bu açıklansındı bari! Gelgelelim açıklama yapmak için uygun bir zaman değildi. Erik’in evinde kahvaltı, en az konuşup tabağını bulaşık makinesine en çabuk koyanın kazandığı bir yarıştı. Erik hiç birinci olamazdı çünkü yarışlardan nefret ederdi. Yalnızca annesiyle babasını mutlu etmek için yarışa katılıyormuş gibi yapardı. Ama şimdi annesinin müjdelediği bu ziyaret hakkında olabildiğince çok şey öğrenebilmek için en sevdiği tosttan vazgeçmeye bile hazırdı. Mini Nine anneannesiydi, Erik hayatı boyunca onu ancak birkaç defa görmüştü. Babaannesi Maksi Nine’yi daha iyi tanıyordu. O geldiğinde odasını iyice temizlemesi ve babaannesinin sorduğu sorulara başı sonu belli cümlelerle yanıt vermesi gerekiyordu, çünkü Maksi Nine bir zamanlar müdürdü. Yöneticilik yapmıştı ve her şeyin en iyisini bir o bilirdi. Erik, ninesinin eskiden beri hiç değişmediğini fark etmişti. Nine emeklemeye mi, emekliliğe mi, işte öyle bir şeye ayrılalı çok olmuştu ama evlerine geldiğinde hâlâ müdür gibi davranıyordu. Yoksa bu yüzden mi herkes ondan biraz çekiniyordu? Hatta Balbina, Erik’in ailesinde Tombik, Tombak, Tombalak ve Balbina diye çağrılan dişi gine domuzu bile Maksi Nine’yi gördü mü uyuyormuş gibi yapardı. Aslında bütün aile biraz uyuyormuş gibi yapar, hatta Erik’in babası numaradan horlardı.

Bütün bu “mış gibi” yapmalarının nedeni ninesinin hiçbir şeyi beğenmemesiydi. Onun için çorbanın tadı hep biraz fazla ekşiydi, ekmek fazla taze, Erik’in boyu fazla kısaydı, annesinin de biraz zayıflaması ve saçlarına mutlaka bir şeyler yaptırması gerekiyordu. Annesinin –Erik’in babasının deyişiyle– kıvır kıvır, söz dinlemez, acayip saçlarına niçin ille de bir şey yapılması gerektiğini Erik hiç anlamıyordu. Çünkü hem babası hem de Erik, annesinin saçlarını en çok şimdiki haliyle seviyorlardı. Maksi Nine bu uyarılarını babasının koltuğuna kurulup en sevdiği televizyon dizilerini izlerken yapardı. En kötüsü de, Erik’e sürekli “Erik’cim” demesiydi.

“Kocaman delikanlıya yapılır mı bu?” diye düşünürdü Erik, ona durmadan böyle seslenen ninesinin “cim cim” lerini dinlerken. Mini Nine içinse o bir “genç adam”dı ve bu tanım Erik’in kendi hakkındaki düşüncesine en uygun tanımdı. Erik’in annesi, babası Michal’in de Maksi Nine’nin ona hep “Mihoooş” diye seslenmesine katlanmak zorunda kaldığını anlatıyordu ama bunu bilmek Erik’in işine yaramıyordu ki… Babası Maksi Nine için hep “Mihoooş” olmuştu ve buna bir şekilde katlanmıştı. Babasının çocukken nineden çektiklerini annesi ona sır olarak söylemişti ama bu Erik’in içini ferahlatmaya yetmemişti.

Erik, babasının Maksi Nine’yi gara götürüp uğurladıktan sonra eve neşeyle döndüğünü ve sanki annesi henüz gitmemiş de yeni gelecekmiş gibi sevindiğini fark etmişti. Mini Nine geldi mi habersiz gelirdi. Ve eşiği geçer geçmez ev tepetaklak olurdu. Evet, çatıüstü değil, kafaüstü tepetaklak! Mini Nine eski bavulundan tuhaf hediyeler çıkarırdı. Denizkabukları, ıtırlı baharatlar, komik güneş gözlükleri ya da sonradan annesinin saksılarına süs olacak renk renk çakıl taşları… Herkes kendine göre bir şey alırdı. Babası komik güneş gözlüklerini, annesi Hint baharatlarını, Erik ise denizkabuklarını… Sonra da mis gibi kokan çayın yanına oturulurdu ve Mini Nine dilleri çözerdi. Gerçekten bilirdi bunu yapmayı! Hayır, ayakkabı bağcıklarını çözer gibi değil. Aslına bakılırsa bunu nasıl yaptığı da bilinmez ya neyse. Bir anda herkes aynı anda konuşmaya ve kahkahalar atmaya başlardı. Nine, gözleri ışıl ışıl, anlatılan aile hikâyelerini dinlerdi.

Bir keresinde Erik dayanamayıp niçin böylesine sıradan şeyleri merak ettiğini sormuştu ona. Çünkü nine Erik’in okulunu, babasının yeni inşaat projesini ve annesinin karides tarifini sorardı. Orman şeyleri, gülleri miymiş ne, işte onlar tuttu mu tutmadı mı öğrenmek isterdi. Böyle şeyler işte!.. Erik’in babasının arabanın kışlık lastiklerini değiştirip değiştirmediğiyle bile ilgilenirdi. Kendisi gerçek maceralar yaşarken niçin tutup da böyle ipe sapa gelmez şeyleri sorardı ki?

Ninesi Erik’in bu sorusuna, üzerlerine derin derin düşünülürse sıradan şeylerin bile olağanüstü maceralara dönüşebileceği yanıtını vermişti.

O âna kadar Erik’in derin derin düşünmeye hiç zamanı olmamıştı ama ninesinin bu dediklerinin son derece önemli olduğunu kabul etmişti. Ve mutlaka üzerine derin derin düşünülmüş bir görüştü bu. Çünkü Mini Nine sürekli koşuşturma halinde olsa da her zaman çeşitli şeyleri etraflıca düşünmek için zaman bulmayı bilirdi.

Mesela ninenin Balbina’yla dostluğunu ele alalım. Dostluk dedikleri şey onlarınkiydi işte, gerçi bu durumun Erik’in rahatını kaçıran yanları da yok değildi. Örneğin ninesi ondan nazikçe ama kesin bir dille, Balbina’nın suyunu daha sık değiştirmesini ve onu ayakkabı dolabına kapatmamasını istemişti. Doğruya doğru, bunlardan başka kabahatleri de olmuştu Erik’in. Neyse ki gine domuzu Erik’in bu haylazlıklarını ağzından hiç kaçırmıyordu. Ama genellikle sessiz sessiz oturan Tombilik’in bile nineyi gördü mü dili çözülüyor, anlattıkça anlatıyordu. “Anne,” diyerek sorusunu yineledi Erik. “Mini Nine mi? O mu bize kalmaya gelecek?” Annesi evet, deyince Erik öyle çok sevindi ki acayip yanık tostunu bile mızmızlanmadan yedi.

Tostunun niye yanık olduğunu ve annesinin kapkacağın yanında niçin üzgün üzgün dikildiğini düşünmemişti. Bunları düşünemezdi çünkü aklı ninesi gelince beraber yapabileceklerini planlamakla meşguldü. Nineyi mutlaka ağaç evine çağıracaktı. Doğrusu biraz dardı ama yalnızca ona ait bir yerdi. Orada dürbünle saatlerce etraf gözlenebilir, Kızılderilicilik oynanabilir ya da bağdaş kurup oturarak dinozorlar hakkında kitaplar okunabilirdi. Sonunda da ninesi ona tüm dünyayı dolaşıp topladığı, incelediği ve kitaplarında yazdığı şifalı otları anlatırdı. Beraber ormana giderlerdi ve Erik ninesine gizli sığınağını gösterirdi. Ağaç ev tam bir sığınak sayılmazdı, yaparken babasından yardım aldığı derme çatma bir barakaya benziyordu. Ama Erik şimdiye kadar oraya kimseyi davet etmemişti. Zaten çok yakın arkadaşı da yoktu, arkadaşlarından bazılarını –örneğin Ufaklık ve Topuzcuk gibilerini– buraya getirecek olsa barakasıyla mutlaka alay ederlerdi.

Sonra nineye Hav-Miyav Hayvan Barınağı’nı da göstermesi gerekiyordu. Orada herkes Erik’i tanıyordu, çünkü her cumartesi kafeslerin temizliğinde çalışıyor, hatta köpekleri yürüyüşe çıkarıyordu. Özellikle de en sevdiği köpek Bay Goldie’yi… Oraya bisikletle gidebilirlerdi. Aslında çok yakındı ama bisikletle gitmek çok daha keyifli olurdu.

“Mini Nine bisiklet sürmeyi sever mi?” diye soran Erik, birden endişelenmiş ve soru dolu bakışlarını annesine dikmişti. “Bilmiyorum, motosikletini tercih eder ama…” dedi annesi üzgün bir sesle. “Ama benim motosikletim yok… Sen bisikletini ödünç versen? Etrafı gezerdik. Hiç değilse Hav-Miyav’a gidip gelirdik… Anne, nineme bisikletini ödünç verir misin?” Erik erkenden harekete geçmeye karar vermişti. Çünkü sonra, sık sık olduğu gibi, ninesi misafirlik süresini yine kısa tutacak ve Erik’in planladığı bütün keyifli aktiviteler onun bir sonraki gelişini bekleyecekti.

Annesinin keyfi herhalde yerinde değildi. Çünkü onay vermek, “Tabii ki canım,” demek yerine Erik’i azarlamıştı. Gömleğinde erik reçeli lekesi görmüş, hemen üstünü değiştirmesini istemiş, sonra da gözlerini devirip kahvaltıda mızmızlanmasına kızdığını belli etmişti. Böylece Erik, planlarının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden emin olamadan, okulun yolunu tuttu ama bu şanssız günün devamı da vardı.

Sınıfa girmeden önce Ufaklık öyle bir şaplak indirdi ki sırtına, Erik iki büklüm oldu. Bunu gören Topuzcuk güldü ve bağırdı:

“Bakın, yarım Erik nasıl olurmuş görün!” Ortalık yıkıldı kahkahadan, çünkü Erik eğildiğinde başındaki NBA şapkası da yere düşmüştü. Çalçene kaçırır mı bu fırsatı, hemen başladı bas bas höykürmeye:

“Erik’in kafasının lazımlığı düştü yere!”

Neyse ki öğretmenleri elinde yoklama listesiyle geldi de gülüşmeler kesildi. Sınıfa girmek için kapıda büyük bir itiş kakış başladı. Erik şapkasını yerden aldı ama başına tekrar takmadı. “Yoksa gerçekten lazımlığa mı benziyor?” diye söylendi kendi kendine. Daha geçenlerde şapkasını gören Ufaklık’ın hayranlıktan dili tutulmuştu. Şimdi bir de gelmiş lazımlık diyorlardı… Erik derin bir iç çekti ve pencere kenarındaki yerine oturdu. Hiç değilse sınıftaki en iyi yer onundu. Pencereden, çiçeğe durmuş leylaklar görülüyordu. Gece yağan yağmurda ıslanmış, şimdi güneşte kurutuyorlardı kendilerini. Erik’in gözleri ne zaman onlara kaysa tatilin yaklaştığını hatırlıyordu. “Erik, yavrum, ne düşünüyorsun öyle?” diye sordu öğretmeni birden. “Tatilin yaklaştığını düşünüyorum, öğretmenim,” diye dürüst bir yanıt vermiş ve sınıfı yine kahkahaya boğmuştu Erik. Neyse ki bu sefer kimse alay ederek gülmemişti. Çünkü onun gibi diğerlerinin de –hatta Ufaklık ve Topuzcuk’un bile– aklında yalnızca yaklaşan tatil vardı. Son dersten sonra Erik uyanık davrandı ve sataşmaya yer arayan Ufaklık ve Topuzcuk’u atlattı, ona hep ha ağladı ha ağlayacak gibi bakan utangaç Pola’ya dostça el sallayıp hızlıca evin yolunu tuttu.

Eve döndüğünde ninesinin rengârenk motosikletini görmeyi, ninesinin onu başında kocaman hasır şapkasıyla verandada karşılayıp şapır şupur öpmesini umuyordu. Öptükten sonra da hayranlıkla mutlaka, “Uzamışsın, genç adam!” ya da “Büyümüşsün, yakışıklı oğlum benim!” diyecekti. Erik bu sözleri işitince başını daha da yukarı kaldıracak ve gerçekten birkaç santim uzadığına kendisi de inanacaktı. Çünkü Mini Nine’ye göre torunu sürekli büyüyordu ve bu büyüme işini diğer oğlanlardan daha yavaş yapıyor diye üzülmesine hiç gerek yoktu.

Erik bir keresinde, “Sınıfın en kısası ben olsam bile mi?” diye sormuştu, sesinde onu sevindirecek bir yanıt işiteceği umuduyla. “Evet, sınıfın en kısası olsan bile,” demişti ninesi ciddi bir sesle. “Bazıları yalnızca boy atar, sen büyüyorsun,” diyerek meyveye üşüşmüş sinekleri kovalar gibi kovalamıştı Erik’in aklındaki bütün endişeleri.

Ama bu kez evin önünde kocaman bir çöp kamyonu duruyor, verandada ise in cin top oynuyordu. “Zararı yok,” diyerek kendini avuttu Erik. “Gidip Balbina’yla ilgileneyim. O küçük ispiyoncunun hakkımda atıp tutacak bir şeyi olmasın nineme.” Sonra bir koşu odasına gitti. Gine domuzunun kafesi pırıl pırıldı; yine de ne olur ne olmaz diye kafesin sahibinin tüylerini hızlı hızlı fırçaladı Erik, bir yandan ikisinin de çok sevdiği bir şarkıyı mırıldanıyordu. Temizlik işleri bitince, “Bak, uyarıyorum seni!” diye fısıldadı Balbina’ya. “Tertemizsin, karnın tok, sanki düğüne gidecekmişsin gibi de taradım tüylerini. Ninem geldiğinde yine fazla bikbiklersen ona geçenlerde yatağımda ne bulduğumu söylerim. Sen de biliyorsun ki bulduğum pek hoş bir şey değildi.”

Mutfakta annesi dalgın dalgın soğan rendeliyordu. Demek ki Erik’in şansız günü henüz bitmiş değildi. “Soğan çorbası mı var bugün?” dedi Erik oflayarak ve yakındaki sandalyeye çöktü. Bazen annesini anlamakta zorlanıyordu. Yemek diye sık sık önüne nefret ettiği bu su içinde yüzen soğan parçacıkları konurken o nasıl uzayıp büyüyecekti? Üstelik annesi de bu iğrenç yemeği yaparken acı çekiyor, gözlerinde hep yaşlar oluyordu. “Ninemin ne zaman geleceği belli oldu mu?” diye sordu, en azından hayalinin az sonra gerçekleşeceği umuduyla. Karşılığında gözü yaşlı bir yanıt aldı: “Yakında.” Ama Erik’in beklediği yanıt bu değildi. “Hemen, az sonra gelecek. Belki gelmiştir bile, kapıdadır,” densin istiyordu. Ama “yakında” sözcüğünün Mini Nine’nin tarzına çok yakıştığını da kabul etmek gerekirdi. Bu, hem bu pazar öğle yemeğinde bizde olabilir hem de yaz tatilinin ortasında gelebilir demekti. Gecenin bir yarısı motosikletini sokağa usulca park edebilir ya da kahvaltı saatinde çat kapı yapabilirdi. Geldi mi de kahkahası daha merdivenlerden işitilirdi. Nine için saatlerin, günlerin ve hatta ayların bile öneminin olmamasına herkes alışmıştı. Kısacası o gelme zamanı geldiğinde gelirdi ve bunu da hep tam zamanında yapardı.

Erik annesinin niye kendisi kadar heyecanlı olmadığını hiç anlamıyordu. Sevinçten hoplayıp zıplayacağı yerde hâlâ neşesizdi annesi, hatta aklı burada değil gibiydi.

“Annen geliyor ama sen hiç sevinmiyorsun!” dedi Erik sitemle. “Benim annem gelecek olsa sevinçten havalara sıçrardım!” “Geliyorum diye hiç sıçradığını görmedim…” deyip Erik’e hafif bir güvensizlikle baktı annesi. Bu Erik’e biraz dokunmuştu. “E ama senin hiç uzaktan geldiğin olmuyor ki!” diye yanıt verdi. Annesi iç geçirdi, o sırada Erik’in gözüne kısacık bir anlığına tıpkı arkadaşı Pola gibi, yani az sonra gözyaşlarına boğulacakmış gibi göründü. Annesi elini Erik’in omzuna koydu ve “Ben de ninenin gelmesini bekliyorum,” dedi. “Bekliyorum ve artık yanımızda olsun istiyorum. Ancak yanımıza hasta biri olarak gelecek olması beni üzüyor.” Soğan annesinin gözlerini hâlâ yakıyor olsa gerekti. Ama Erik’in iyi haberleri vardı. “Kaygılanma,” dedi. “Mini Nine dünyadaki bütün şifalı otları bilir! Derdine çare olacakları da biliyordur mutlaka!” “Umalım ki öyle olsun.” Ama içten değildi annesinin gülümsemesi. Hüzne kapıldığı zaman hep yaptığı gibi başını önüne eğmişti. “Yani şey mi… Ninem bisiklete binemeyecek mi?” diye sordu Erik sessizce. Çoğu zaman gökyüzünden bir parça gibi parıldayan gözleri şimdi neredeyse tamamen lacivert olmuşlardı. “Pek binemez herhalde.” “Ormana da mı gidemeyecek? Uzak değil ki? Benim barakayı görmeye gelemez mi?” “Korkarım ki gelemez,” diye yanıt verdi annesi, çok üzgün olduğu her halinden belliydi.

Erik, Mini Nine’nin şöminenin üzerinde duran fotoğrafına daldı gitti. Rengârenk motosikletine binmiş oturuyordu ve yüzünde de o coşku dolu gülümsemesi vardı. “Öyle olsa bile konuşabiliriz,” derken yüzü aydınlandı. “Nihayet bana hayatını anlatabilecek! Şifalı otlar topladığı, balta girmemiş ormanları… Dedemi anlatır! Onun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum,” diye mırıldandı hüzünle. “O anneannenden çok farklıydı,” dedi annesi, çok düşünceli görünüyordu. O kadar ki, aklına gelen hatıralar yüzünden alnında bir çizgi belirmişti. “Senin anneannen dünyayı merak eden, kafesinden kaçıp giden bir kuş gibidir. Dedense daha çok Balbina’ya benzerdi. Evini, bir avuç bahçesini, terliklerini ve sabah gazetesini severdi…” “Kötü bir şey mi bu?” diye sordu Erik. “Hayır,” diye yanıt verdi annesi. “Yani onun için önemli olan sakin bir hayattı. Deden öldüğünde nineni artık hiçbir şey burada tutamadı. O zamanlar üçümüz bu evde otururduk. Balbina gibi ufacıktın sen… Annemse motoruna atlamış dünyayı dolaşıyordu çılgınlar gibi. Seni öpüp koklamak için arada bir uğruyordu…” “Mest olmak için yani!” diye düzeltti Erik bilmiş bilmiş. “Mest olmak için,” diye onayladı onu annesi. “Ama sonra yine yollara düşerdi. Artık dinlenmek istiyor. O yüzden yanımıza dönüyor.” “Anladım,” diye onayladı Erik. Annesi içini döktükten sonra biraz rahatlamış gibiydi. Yüzüne baktığında artık o kadar üzgün görünmediğini fark etti Erik, yanaklarındaki gamzeler belirginleşmişti.

O gün, soğan çorbasından bile beter bir şeydi beklemek. Erik’in bütün öğleden sonrasını almıştı. Ha bire pencereden dışarı bakmaktan yorulduğunu hissedince gardıroptan içi ninenin uzak yerlere yaptığı gezilerden gönderdiği kartpostallar ve fotoğraflarla dolu karton kutuyu çıkardı. “Bunları bir düzene sokmanın tam zamanı,” diye düşünüp haritayı halının üzerine serdi.

Erik’in odasının zemini dünyanın en uzak yerlerini anlatan renkli bir öyküye dönüşüvermişti. Afrika sapsarı kumlarıyla parıl parıl parlıyor, başında türbanıyla ninesi bir devenin gölgesine saklanmaya çalışıyor. Hindistan’ı sel götürüyor ama Mini Nine’nin yüz ifadesi sanki bunun hiç farkında değilmiş gibi… Ellerinde gizemli bitkilerle dolu iki koca sepet tutmuş, fotoğrafçıya gülümsüyor. Şurada ise uzaklardaki bir taygada1 ama hiç de orası taygaymış gibi değil! Nine bir grup şifalı ot toplayıcısıyla birlikte kitapların önünde durmuş. Bunlar çok akıllı insanlar olmalı, çünkü birçoğunun saçları beyaz, gözlükleri ve beyaz önlükleri var. Erik’in okulda bu fotoğrafı gösterip taygada genel olarak hep kütüphanelerin görüldüğünü anlatması epey bir olay olmuştu. Ama şimdi Mini Nine’nin bunca tuhaf ve uzak yeri kendi gözleriyle görmüş olmasına inanmak onun için de güçtü.

Öyle aman aman akıllı olmasa bile Erik de bir süredir gözlük takıyor, bu sayede her şeyi daha net görüyordu. Ama gördüğü şeyleri kendi gözleriyle görüp görmediğinden emin değildi. Fotoğraflardaki gibi resimleri hayvanat bahçesinde, internette ya da babasının gezi kitaplarında gördüğü olmuştu. Neyse ki ninesi öykü anlatmayı öyle iyi biliyordu ki, onun gittiği yerlere gidebilmek için bağdaş kurup yere oturmak ve anlattıklarını can kulağıyla dinlemek yetiyordu.

“Gör bak Balbina, yine dünyayı bedavadan dolaşacağız. Ve eminim birçok yeni insan tanıyacağız!” diye fısıldadı Tombilik’in kafesinden tarafa. Fısıldamak zorundaydı çünkü uzunca bir süredir Balbina’nın da bu fotoğraflara üzgün üzgün baktığı izlenimine kapılmıştı; Tombilik sanki fotoğraflardaki nineyi canlandırmak ve neşeyle vik vik ederek onu selamlamak istiyormuş gibiydi. “Yakında neşeyle vik vik edeceksin,” diye söz verdi Erik güven vererek, sonra fotoğrafları kutuya koydu.

Basket Sahasında Bir Balet

Babasının arabasının evin bahçesine o havalı girişini görebilmek için Erik’in birkaç gün daha beklemesi gerekmişti. Ninenin rengârenk motosikleti ışıl ışıl parlıyordu parlamasına ama hareketsizdi ve bu defaki yolculuğunu arabanın römorkunda yapmıştı. Ninesi de hareket edemiyordu. Ona hiç ama hiç mi hiç yakışmayan bir tekerlekli sandalyede oturuyordu.

Neyse ki daha ninesini görür görmez Erik’in aklına muhteşem bir fikir gelmişti: Bu iç karartıcı sandalyeye renkli renkli çiçekler ya da yıldızlar çizmek! “Ama yıldızlar daha iyi olur, yani uzay, çok daha havalı durur,” diye düşündü ve bu düşüncesini ninesine hemen çıtlattı. Sonra ona sarıldı ve eline koca bir ot demeti tutuşturdu. “Ah, ne kadar güzeller,” diye fısıldadı duygulanan ninesi. “Nereden buldun bunları?” diye sordu hayranlıkla. Erik, “Çayırdan!” dedi gururla. “Umarım içlerinde şifalı ot da bulursun,” diye ekledi biraz sıkılganca, çünkü ninesinin hangi bitkileri sevdiğini bilmiyordu. Bunu bilmiyordu ama yaz tatili ne demek biliyordu ve yaz tatilinin her yıl aynen bu yılki gibi başlamasını diliyordu. Misler gibi kokan demeti hemen fark etmişti Balbina. Erik ve Mini Nine sanki ona bakmıyormuş gibi yapıyorlardı. Konuşacakları onca konu, birbirlerine soracakları bir sürü soru vardı. Kimin umurunda olacaktı ki nineyi karşılarken verdiği demeti hapır hupur yiyen Balbina!

Sonraki günler çok çabuk geçti. Zaman o kadar hızlı geçiyordu ki Erik annesiyle babasının saatleri ileri aldığından kuşkulanmaya başlamıştı. Ninesinin anlattığı hikâyenin en heyecanlı yerinde odaya dalıyor, uyku vaktinin geldiğini söylüyorlardı. Ama bu bir filmi sonu gelmeden durdurmak gibiydi! İlk yarının sonunda maç bitti demekti! Daha da fenası, annesinin keki fırında tam kızarmaya başlamışken dünyanın sonunun gelmesi gibi bir şeydi!

Annesiyle babasının bu oda baskınlarından sonra Erik uslu uslu yatağının yolunu tutuyordu tutmasına ama yatağa girince artık kimse ninenin maceralarını ve karşılaştığı insanları uzun uzun düşünmesine engel olamıyordu. Mini Nine’nin anlattığı bazı hikâyeler o kadar inanılmazdı ki, Erik onun hayal gücünün çok renkli olduğundan birazcık kuşkulanmaya başlamıştı. Onunki gibi bir hayal gücü ancak yazarlarda ve bir de Ufaklık’ta vardı. O da inanılmaz hikâyeler anlatırdı, yani aslında bir ayak üstünde kırk yalanın belini bükerdi.

Yalnız Mini Nine hiç de uydurukçuluk yapacak birine benzemiyordu. Dolayısıyla Erik’e yalnızca ninesinin koskoca Amazon Nehri’ni burnu bile kanamadan geçtiğine, alev alev yanan bir Kızılderili çadırından kaçtığına, kaçarken beraberinde şamanın iki kızını da kurtardığına ve sonra kendisinin hayatını kurtaran bir yunusun sırtında yüzlerce deniz mili gittiğine inanmak kalıyordu… Bu hikâyelerden her biri rengârenk kapaklı, güzel bir kitap olmayı ve Erik’in odasındaki kitaplık rafını süslemeyi hak ediyordu. Ama bütün bunları okulda anlatabilmesi en iyisi olurdu! Hayatında çok da özel bir şeyler olduğu yoktu. Şimdi bir şeyler oluyordu ama bu sefer de okullar tatildi…

Kahvaltıda derdini açtı ninesine. “Hayatım şu yulaf ezmesi kadar sıkıcı,” dedi ciddi bir sesle. “Niçin öyle düşünüyorsun?” diye soran Mini Nine hayretle kaşlarını kaldırmıştı. “Her yeni gün yeni bir maceradır!” deyip gülümsedi. “Her gün mü?” Erik hayal kırıklığına uğramış gibiydi. “Ama dün hiç de önemli bir şey olmadı.”

Benzer İçerikler

Sandıktaki Sır

yakutlu

Katıraslan

yakutlu

Tan Yeri II – Fecir | Merve Özcan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy