Radyo Popov | Anja Portin


Dokuz yaşındaki Alfred yapayalnız bir çocuk. Annesi çoktan ortadan kaybolmuş, babası ise iş seyahatlerinden dönmek bilmiyor. Bir gece, posta kutusuna yün çorap ve yiyecek koyan Alfred gibi İhmaledilen çocuklara yardım eden nazik kadın Amanda’yla tanışıyor.

Alfred’in hayatı bu gizemli kadın sayesinde tamamen değişiyor. Amanda’nın evinde, Rus fizikçi A.S. Popov’un tasarladığı bir radyo vericisi buluyor; ve kendisi gibi İhmaledilen çocuklar için bir radyo programı yapmaya başlıyor. Böylece Alfred için her şeyi yerinden oynatacak acayip bir macera başlıyor!

Radyo Popov, heyecan verici ve komik olay örgüsüyle okurlarının en gözde klasiklerinden biri haline gelecek sıcacık bir roman.

***

ANJA PORTIN, 1971’de Helsinki’de doğdu. Helsinki ve Turku üniversitelerinde Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimi gördü. İlk kitabı Obituary (Ölüm İlanı) 2019’da yayımlandı. 2020’da Finlandiya’nın en prestijli çocuk edebiyatı ödülü olan Finlandia Junior’u Radyo Popov kitabıyla aldı.

***

HEYULA

Ben Alfred. Bu hikâyenin anlatıcısı; İhmaledilen Alfred. Hikâye anlatan herkes, hikâyelerin bir tür başlangıcı olması gerektiğini bilir. Olayları harekete geçiren bir şey… Hikâyelerin bir yanardağın patlaması, birinin doğması veya ölmesi gibi kimi şoke edici karışıklıklarla başladığını görürüz. Ya da birisi harika bir posta alır. Öte yandan bazı hikâyeler, örneğin; birinin koridorda uyumasının kendi yatağından daha iyi olup olmayacağını test etmeye karar vermesi gibi önemsiz kaprislerle başlar. Tıpkı bir ekim gecesi, tıpkı bunu yapmaya karar vermem gibi.

O gece uyumak için mümkün olan her şeyi denemiştim: Pencereyi açıp yastığı çevirdim. Çoraplarımı giyip çıkardım. Su içip banyoya gittim, bir turşunun yarısını yedim ve tekrar su içtim ama yine de bir türlü uyku tutmadı.

Hiçbir şey işe yaramayınca kolumun altına bir yastık ve battaniye alıp salona geçtim. Koridordaki sert halıya başımı koydum ve geceleri pijamanın cebinde bulundurduğum feneri de yastığın altına yerleştirdim. Koridordaki halı aylardır süpürülmemişti. Kum taneleri sırtımı acıttı ama sonuçta ezile ezile altımda ince bir toz haline geldi. Bunun dışında uyuduğum yer gerçekten iyi hissettirdi. En azından uykusuz gecelerime renk kattı. Koridora öylece uzandım ve gecenin sesini dinledim. Radyatör gıcırdadı ve bir ağaç dalı pençeleriyle mutfak penceresini çizdi. Bunların haricinde gece sessiz gibiydi. Tabii midemin bitmeyen guruldamasını saymazsak… Açtım. Hem de çok aç…

Babamla Killi Sokak, 4 numarada yaşıyoruz. Yoksa, “Babamla yaşıyorum,” mu demeliydim? İşin doğrusu babam uzun süredir eve uğramıyordu. Teoride babamla birlikte geniş dairemizde yaşasam da pratikte babam yokken üç oda ve bir mutfaktan oluşan o alanda aslında saklanıyordum.

Babam gideli en az bir ay olmuştu, belki de daha fazla, zamanın nasıl geçtiğinin artık farkında değildim. Babam çalışıyordu, kendi deyişiyle işini yönetiyordu ya da dünyanın herhangi bir yerinde önemli insanlarla çeşitli anlaşmalar yapıyordu. İtalya’da veya Meksika’da olabilirdi. Ya da belki Bali’de bir yerlerde… Babam nereye gittiğini ve ne zaman döneceğini asla söylemezdi. Bir gün hiçbir uyarıda bulunmadan koşarak kapıdan içeri girer, çantasından çirkin bir heykel ya da vazo çıkarır ve onu kitaplığa kaldırırdı. Çok geçmeden kanepeye gömülür ve tekrar gitme zamanı gelene kadar yerinden kıpırdamazdı.

Babam seyahate çıkmadan önce genelde yiyecek alırdı ama bu sefer markete gitmeyi unutmuştu. Belki bana biraz yiyecek parası bırakmıştır diye düşünüp heyecanlandım. Böylece, bir kez olsun ne yiyeceğimi seçebilecektim. Makarnaya veya kuru ekmeğe talim etmek zorunda değildim! Taze meyveler, peynirler ve fırından yeni çıkmış çıtır ekmekler!.. Babamın kumbarasının bulunduğu dolabı heyecanla açtım ve paslı teneke kutuyu çıkarmak için eğildim. Gelgelelim kavanozun dibinde sadece birkaç bozuk para vardı; bu da bayat ekmek ve tuvalet kâğıdından başka hiçbir şeye yetmeyecekti.

Ben de çaresiz mutfak dolabında bulduklarımla yetinmek zorunda kaldım. Pirinç, sosis, galeta, ketçap, birkaç turşu, çörek, çay ve bal. Ama zaman içinde stoklar tükenmeye başladı. Bugün son makarnayı da pişirdim ve kavanozun dibindeki ketçap kalıntısını bıçakla kazıdım. Akşam atıştırmalığı olarak babamın en sevdiği, benimse nefret ettiğim bergamotlu çayı içip bisküvi yedim. Su kaynatamadığım için çayı musluktan akan sıcak suyla yaptım. Çünkü babam elektrik faturasını ödemeyi unutmuş, makarnayı pişirdikten kısa bir süre sonra elektrikler kesildi.

şte orada, zifirî karanlıkta, sırtımın altında kum taneleri ve yanımda bir fincan ılık çayla uzanırken, merdiven boşluğundan ayak sesleri geldi. Aniden adımlar durdu ve bir şey tıkırdadı. Sonra tekrar adımlar, duraklama ve yine TIKIRTI. Bir adım, bir duraklama, bir TIKIRTI. Sonunda ayak sesleri kapımızın arkasında durdu. Heyula artık benden sadece bir kol boyu uzaktaydı. O güç anda midemin guruldaması yerimi belli eder diye korkmuştum ama neyse ki midem son anda seslerin kesildiğini fark etti. Rahatlayarak iç çektim. Ya da yorgunluk ve can sıkıntısıyla. Belki de her ikisiyle. Bazen görünürde hiçbir sebep yokken de iç çekebilirsiniz.

Kapının ardında sessizlik hâkimdi. Nefesimi tutup dinledim. Kapının diğer tarafındaki de –her kimse– muhtemelen aynı şeyi yapıyordu o sırada. Rahatlamaya çalıştım ama sonra bir iç çekiş içimden kopuverdi ve bu adeta kuyu kadar derin bir iç çekişti.

Birden kapının arkasından bir hışırtı duyuldu. Derin bir nefes aldım ve, “Kim var orada?” diye seslendim. Cevap yok. Belki de heyula sorumu duymamıştı. Bu sefer kulağımı kapıya dayayarak, “Kim o?” diye sorumu tekrarladım.

Kapıdaki posta deliğinin kapağı gıcırdayıp bir şey yere düşene kadar koridordaki ürkütücü sessizlik devam etti. Yastığımın altındaki el fenerini alıp kapının altına doğru tutunca, yerde bir gazetenin olduğunu gördüm.

Belki de heyula, kapıdan içeri giren bir gazete dağıtıcısıydı. Babam sürekli seyahatte olduğu için gazete aboneliğini uzun zaman önce iptal etmişti. Gazete okumayı ne kadar çok sevdiğimi elbette bilmiyordu. Öyle ki, bazı zamanlar eski gazeteleri çöp kutusundan çıkarıp baştan sona okurdum. Şimdi elektrik de kesilince, kapının altındaki gazete, gökten düşen bir külçe altın gibi değerli olmuştu benim için. Çünkü bu, dünyayla olan tek bağlantımdı. Cep telefonumu şarj edemiyordum. Ne televizyon ne bilgisayar ne de herhangi bir elektronik cihaz çalışıyordu. Dünyada olup bitenlerden haberdar olmak ve kendimi tüm o karmaşanın ortasında hayal etmek için gazeteyi önüme serdim.

Seçim kampanyalarının, devrimlerin ve gösterilerin içinde… Alışveriş merkezindeki genç kalabalığın ve futbol stadyumunun çılgın gürültüsünün içinde… Kasırgaların, volkanik patlamaların ve göğü yaran meteor yağmurlarının ortasında… Gelgelelim bu sefer hayal gücüm kapak sayfasından öteye gidemedi çünkü sayfayı açar açmaz halının üzerine küçük kırmızı bir elma yuvarlandı. Yerden elmayı alıp ısırdım ve tekrar gazeteyi elime aldım. Garip bir şekilde düğüm düğümdü. Hızlıca gazetenin katlarını açıp el feneriyle içini aydınlattım. İçine gri yün çoraplar ve kâğıt havluya sarılı bir sandviç tıkılmıştı. Bulduğum şeye hayretle baktım. Gazete dağıtıcısı yanlışlıkla sandviçini gazetenin arasında mı unutmuştu? Yoksa bu aptalca bir şaka mıydı? Yine de yün çoraplarımı giydim. Temiz ve sıcaktılar ve üç çizgileri vardı: Mavi kırmızı ve yeşil. Açgözlülükle ekmekten bir parça kopardım ve salatalık dilimlerinin ıslattığı yulafın tadı damağıma yayıldığı sırada heyula aklıma geliverdi. Ayağa fırladım ve kapıyı iterek açtım. Fakat merdiven boşluğu karanlık ve sessizdi. Heyula sırra kadem basmıştı.

AMANDA LEHTIMAJA

Ertesi gece yine koridordaki halının üstündeydim. O heyulanın gerçekte kim olduğunu ve tekrar gelip gelmeyeceğini öğrenmek istedim. Öğle yemeğini yine kapıdaki posta deliğinden atar mıydı acaba? Cep telefonumun şarjı bitmişti ama çalar saatin pillerinde hâlâ güç vardı. Saati yere, yanıma koydum ve kayıtsızca akreple yelkovanın ilerleyişini izledim. Acaba heyula bu gece de saat iki buçukta mı gelecekti?

Zaman yavaş ilerliyordu ve midem gurulduyordu. Günlerden pazardı ve gazetede bulduğum sürpriz atıştırmalıklardan beri turşu ve galeta ekmeği dışında hiçbir şey yememiştim. Gelecek sefere sıcak yemeğimi anca okul açılınca, yani bir hafta sonra yiyeceğim çünkü güz tatili pazartesi bitecek. Yaklaşan öğle yemeğini düşünmek bile beni hasta ediyordu. Turşular ve galeta ekmekleri?

Veya galeta ekmeği ve turşu? Sıcak musluk suyuna batırılmış galeta ekmeği, turşu ve hatta çay. Iyy! Bir çözüm bulamazsam muhtemelen bir haftaya kalmaz açlıktan öleceğim. Belki insanların bahçelerinden yaprak toplayarak ya da şehirde gördüğüm adam gibi kendimi gümüş rengine boyayıp canlı heykel gösterisi yaparak yemek parası kazanabilirim.

Neyse ki üzerine düşünmem gereken bir şeyler vardı… Alt kapıdan bir tıkırtı ve koridordan sesler gelmeye başladı. Bir adım, bir duraklama, bir TIKIRTI. Bir adım, bir duraklama ve yine bir TIKIRTI. Kalktım. Kapıya yaklaşıp kulağımı dayadım. Koridorda dikkatlice ilerleyen ayak sesleri duyuldu, sonra ortalık sessizliğe büründü. Heyula şimdi kapının arkasında duruyordu. Kapı aniden ortadan kalksaydı, kulaklarımız birbirine yapışabilirdi. Heyulanın kulağının benimkine değdiği düşüncesi bile irkilmeme neden oldu. Aklında ne vardı? Heyula başkalarının posta kutularına da mı gizlice sandviç bırakıyordu, yoksa sadece bana mı kafayı takmıştı? Belki de hediyeler beni cezbetmek için bir yemdi.

Aklım korkunç şüphelerle dolmuştu. Ben de çoğu zaman böyleydim işte. Şüpheci. Yalnızken her şeyden kolayca şüphe etmeye başlanır ya. Bu nedenle geceleri kapının arkasından gizlice dolaşan birinin iyi niyetli olduğunu düşünmek zordu. Sandviç ve yün çoraplarda hoş olmayan bir şeyler olabilir diye düşündüm. Şantaj ve tehditler. Kötü niyetli bir şaka. Yavaş yavaş ve acı verici şekilde öldürecek gizli bir hücre zehirleyici. Her şey olabilir.

Ancak hiç kolay pes etmeye niyetim yoktu. Saldırı en iyi savunmadır. Babam bir keresinde içi tıkış tıkış valizi kapatırken böyle gözdağı vermişti. Nefesimi tuttum ama sonunda havayı dışarı üflemek zorunda kaldım. İçimden, bir tünelden esen şiddetli bir rüzgâr gibi bir iç çekiş uğuldadı ve salonun duvarları tarafından emildi, sanki tüm oda onun gücünden titredi. Sonra kapıdaki posta kutusunun kapağı çarptı ve yere bir gazete düştü.

Kapıyı iterek açıp heyulanın tam önündeki merdiven boşluğuna doğru koşarken, “Saldırı en iyi savunmadır,” diye fısıldadım.

Heyula irkildi ve geri sıçradı. Kaçmasın diye hemen ceketinin eteğine yapıştım. Heyula sarsıntının şiddetiyle sendeledi ve kucağından yere bir şey düştü. Ayaklarımın altında küçük elmalar olduğunu fark ettim. Heyula bir şeyler mırıldandı ve elmaları toplamak için çömeldi, bense hâlâ ceketinin eteğinden tuttuğum için sendeleyerek peşinden sürüklendim. Dizlerimin üzerine çöktüm ama tam o sırada sürüngen kafasını kaldırdı ve çeneme o kadar sert vurdu ki, muhtemelen tehlikeli bir suçluyla karşı karşıya olduğumu unuttum.

Çenemi tutup, “Ö-özür dilerim,” diyerek kekeledim.

Heyula bana bakmadı bile. Elmaları bir yığın halinde toplamaya ve omuz çantasına doldurmaya başladı. Aniden kendimi bir garip hissettim ve ne yapacağımı bilemeden ona yardım etmeye başladım. Yerden topladığım elmalardan birini gizlice pijamamın cebine koyarken gerisini heyulaya verdim.

“Teşekkürler,” diye homurdandı ve ayağa kalktı. Heyula ceketinin eteğini düzeltti, pervasızca zıplayan çocuklarla ilgili bir şeyler mırıldandı ve sonunda doğruldu. O kadar karanlıktı ki, yüzünü göremedim ama sesi boğaz ağrısı çeken bir kadına benziyor gibiydi. Çok uzun boylu değildi ve özellikle tehdit edici bir yanı da yoktu.

….

Benzer İçerikler

Mona Lisa Senfonisi | Kayahan Demir

yakutlu

Çalıkuşu

yakutlu

Gizli Bahçe | Frances Hodgson Burnett

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy