Yazılar, Nâzım Hikmet’in çok yönlü yazar kişiliğini farklı bir boyutta sunuyor: “Orhan Selim” imzalı Akşam yazılarında İstanbul’un bugün bile diriliğini koruyan temel sorunlarını irdelerken kendi adıyla ve çeşitli takma adlarla ırkçılığın tarihçesinden çağının sanatına, kültürüne, dış politikasına ve kendi serüvenli yaşamına geniş bir yelpazeden dünyayı kuşatıyor…” Nâzım Hikmet Külliyatı’nın düşün damarı…
Edebiyat Anketi
Nâzım Hikmet Diyor ki
Geçen sayımızda başladığımız edebiyat anketine bu nüshamızda da devam ediyoruz. Bir şair veya muharrir hakkında başkalarının düşüncelerini toplamaya mukabil, ona kendini izah ettirmek ve kendi hakkında ne düşündüğünü söylemek gibi ayrı bir tarz takip eden bu anketler okuyucularımızın alakalarını çekmektedir.
Bu nüshamızda en yeni neslin, en orijinal şahsiyeti olan Nâzım Hikmet’le konuşuyoruz.
* * *
— Mayakovski’nin tesiri altında kaldığını ve onu kopya ettiğini söylüyorlar?
— Hece veznini bırakıp “vezinsiz” yazı yazmaya başlamamın ilk verimi “Açların Gözbebekleri”dir. Ben bu yazıyı yazdığım zaman Rusça bilmezdim ve Mayakovski’nin adını bile duymamıştım. Ne malum? diyecekler. Şahitle ispat ederim.
Mayakovski bir nevi Rus aruzunun bir çeşit, son haddine vardırılmış, müstezatlı tarzıyla yazar. Hani Hâmit’in “Mevkii Viyana” diye başlayan bir yazısı vardır, işte aşağı yukarı onun gibi.. Halbuki benim yazılarımda böyle muayyen bir veznin son haddine vardırılmış müstezatlı tekniği yoktur. Ahengi ve “vezni” anlayış bakımından aramızda hiçbir benzerlik olmayan Mayakovsi’yle muhteva bakımından da ayrılırız… O, her şeyden önce ve her şeye rağmen ferdiyetçidir. Ben, değilim…
Rusça öğrendikten ve Mayakovski’nin eserleri ve şahsıyla tanıştıktan sonra ondan birçok şey öğrendim. Fransızcayı öğrendikten sonra birçok Fransız şairlerinden ve Rusçayı öğrendikten sonra da birçok Rus şairlerinden birçok şey öğrendim. Bunların arasında Mayakovski de vardır. Harp sonrası edebiyatında dil bakımından hâkim olan cereyanın en güzel örneklerini Mayakovski’de okudum. Bir aralık, bir iki yazımda, Mayakovski’nin değil, umumiyetle “fütürizm”in tesiri altına düştüm. Fakat bu “fütüristlik” devrim çok çabuk geçti.
Bugün beni verim bakımından Mayakovski’yi taklit etmekle itham edenler Mayakovski’yi aslından okumamış, onu tetkik etmemiş olanlardır. Çünkü Mayakovski’yi aslından okumuş olsalardı “müstezatlı” Rus “aruzunu” görürlerdi ve bu büyük şairi tetkik etselerdi onun “ferdiyetçiliğini” anlarlardı.
— Şiirlerinin onları nesirden ayıran muayyen ölçüleri, şekilleri var mı?
— Yazılarımda umumiyetle, topyekûn muayyen “ölçü” ve muayyen “şekil” yok. Fakat ölçü ve şekil var. Hem de bana göre, tecrübelerime göre; umumiyetle, önceden tespit edilmiş muhtelif hece ve aruz vezinlerini yahut bunların müstezatlı tarzlarının ölçü ve şekillerinden daha ince hesap edilmesi, daha ustalıkla kullanılması lazım gelen bazen bir lastik gibi uzayıp kısalması kolay, bazen demir bir çember gibi mahdut ölçü ve şekiller… Ne hece vezni, ne aruz, hem “hece vezni”, hem “aruz”, hem de onlardan başka bir şey, hem de bunların hepsinin a’mal-i erbaa ile değil, müsellesat-ı kereviye ile birleşmelerinin meydana getirdiği sentetik netice. Hem melodi, hem armoni. Hem kafiye, hem kafiyesizlik, hem “mısra-i berceste”, hem “kül”. Hem solo keman, hem orkestra, yani bütün bu mürekkepliği ve bütün hareketiyle, mazisi, hali ve istikbali ile realiteyi ve o realite içindeki faal insanı “iç” ve “dış” âleminde aksettirmesi lazım gelen şiire uygun dinamik şekil ve ölçüler… “Bütün bu söylediklerin bir sürü mücerret laf,” diyecekler… “Senden ölçü ve şekil sorduk; 6-5, 7-7, failâtün fâilâtün gibi hudutları çizilmiş çerçevelerin var mı, dedik,” diyecekler… Öyle ise, bende onlar yok… Fakat ben onlardan daha mürekkep, daha yüksek bir şekle, bir ölçüye, hareket ve değişme halindeki muhtevaya uygun bir hareket ve değişme halindeki çerçevelere ulaşmak istiyorum.
Benden evvelki hececilerden edebi teknik telakki itibariyle bu suretle ayrılıyorum. Fakat benden evvelki hececilerle bir müşterek tarafım var gibi geliyor. Onlarda da, bende de ışık ve vuzuh daima ön planda gelmiştir.
— Sanat hakkındaki telakki?..
— Sanat hakkındaki telakki denince akla ilkönce, şu sual gelir : “Sanat sanat için midir, sanat muayyen bir gaye için mi?”
Bence bu sual ters sorulmuştur. Sorulacak sual şöyle olmalıdır :
“En geniş manasıyla hangi sosyal şartlar dahilinde ve bu sosyal şartların hangi sınıfi, ferdi, ruhi tezahürlerinde sanat sanat içindir iddiası ortaya atılır ve sanatkâr bu iddianın peşinde koşar? Ve hangi sosyal, sınıfi, ferdi, ruhi şartlar ve sebeplerle sanatkâr, sanat gaye için bayrağını çeker?” Sosyal muhitiyle, sosyal sınıfıyla tezat içine düşen sanatkârda sanat sanat içindir nokta-i nazarına rastlarız. Aksi takdirde sanat gaye içindir, cemiyet içindir görüşü ileri atılır. Ben kendi sosyal sınıfi muhitimle tezat halinde değilim. Bundan dolayı da “Sanat sanat için değildir!” diyorum. Bence “Sanat sanat için değildir” demek, sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Bilakis sanatı cemiyet içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatkârı “insan ruhlarının mühendisi” olarak görmek demektir…
— Eserlerinde yapmak isteyip de yapamadığın taraflar.
— Şiirde mürekkep, diyalektik realizme ulaşmak istiyorum.
Zola ve Balzac, ilk bakışta bu iki romancı realisttirler. Fakat hakikatte Zola’nın realizmi tek taraflıdır, buna karşılık Balzac’ın realizmi çok taraflı, realiteyi bütün mürekkepliği mazi, hal, istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizmdir. Ben şiirde işte böyle bir realizme; onun şiire tatbiki bakımından; ulaşmak istiyorum. Fakat hâlâ ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir “propaganda” edasını taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.
— Kendini münekkitlerce anlaşılmış addediyor musun?
— Hem evet, hem hayır… Bazen muayyen bir sosyal muhitin adamı olan muayyen bir münekkit bana ağız dolusu çatıyor, benimle alay ediyor, bana kızıyor. İdeolojime düşman olan bu münekkidin beni çok iyi anladığına eminim… Sonra bazen yine aynı muhite mensup başka bir münekkit beni methediyor. O zaman da bu münekkidin beni anlamadığını görüyorum. Bence yazılarımı en iyi anlayan münekkit Nurullah Ataç’tır. Belki her zaman beni benim okuyucularımın anladığı gibi anlamıyor. Fakat birçok tenkitlerinden şahsen istifade ettiğim için Nurullah Ataç’ın beni çok defa iyi anladığını sanıyorum. Hani o adeta benim “resmi” münekkidim gibi bir şey…