Sabitâlem Mahallesi, birbirine paralel konumlanmış, her biri kaydırağa benzeyen altı sokak ve bu sokakların her iki yanına dizilmiş yeşil, kireç, tuğla, sidik sarısı, pembe ve sıklıkla da sıva rengi gecekondulardan müteşekkil bir mahalle olup, nüfusunu Allah’tan gayrı bilen yoktur. Yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki “her şey dahil” otellerin su parklarına benzer.
Çöplüğün ortasında ilahe gibi açan çiçek, mahalleliyi şaşkına çeviriyor. “Anadolu Kaplanı”, çocuklarına hiddetle soruyor: Siz işçi çocuğu musunuz yoksa patron çocuğu musunuz? Fiskobirlik’ten emekli kadınla sosyal medya bağımlısı genç adam arasında absürt şeyler yaşanıyor. Siyahlı beyazlı tekir kedi, küçük bir anafora kapılmış gibi kendi etrafında dönüyor. Taşralı delikanlı, “PLASURE EROTİK ŞHOP”tan ağlayarak kaçıyor. Kahraman Şirketler Topluluğu’nu böcekler istila ediyor…
Eyüp Aygün Tayşir, çok sevilen romanları 4 Hane 1 Teslim ve Tuhaflıklar Fabrikası’ndan sonra ilk kez bir öykü kitabıyla karşımıza çıkıyor. Kendine özgü efsunlu üslubuyla, neşe ve hüznü harmanlayan hikâyeler anlatıyor.
Sabitâlem Mahallesi, 1990’lı yıllardan günümüze dek uzanan, memlekette sabitimizin hiç değişmediğini gösteren öykülerin kitabı.
İÇİNDEKİLER
Anadolu Kaplanı…………………………………………………………………………………………….9
Sabitâlem Mahallesi………………………………………………………………………………..17
İntikam…………………………………………………………………………………………………………………..43
Nakliyeci Zeki 1……………………………………………………………………………………………..51
ÖKKG…………………………………………………………………………………………………………………………59
Hatırlayamazken………………………………………………………………………………………..65
Fiskobirlik’ten Emekliyim………………………………………………………………..73
Kahraman Şirketler Topluluğu…………………………………………………..81
Beklerken……………………………………………………………………………………………………………119
Nakliyeci Zeki 2…………………………………………………………………………………………..129
Sex Shop……………………………………………………………………………………………………………..135
There is fiction in the space between
You and reality
You will do and say anything
To make your everyday life seem less mundane
Kurgu var arasındaki boşlukta
Seninle gerçekliğin
Her şeyi yapacak ve söyleyeceksin
Yaşamının sıradanlığını azaltmak için
– Tracy Chapman, Telling Stories
Anadolu Kaplanı
Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla…
Yola çıkalı iki saatten biraz fazla olmuştu. Halis Bey, direksiyonunda oturduğu bordo renkli Mercedes 500 SEL’in gösterge panelindeki saati son birkaç dakikadır sık sık kontrol ediyordu. Saat başı olunca hafifçe öne eğilip sağ elinin işaret parmağıyla otomobilin radyo-kasetçalarının açma-kapama tuşuna bastı. Tuşu, sahilde çakıl taşları arasında bulduğu narin bir kabukluyu parmaklarının arasında sıkmadan tutan bir çocuğu akla getirerek tutup, hafifçe sağa çevirdi: “… kırsalında teröristlerle girilen mücadelede…” Halis Bey radyoyu kapadı ve devri yükselen motorun güven veren sesinden başka bir ses duyulmaz oldu. Bir müddet böyle devam etmişlerdi ki yeniden radyo-kasetçalara uzandı ve ucu dışarıda duran kaset, ağılın ağzına kadar gelip orada kalakalan, ardından hafifçe desteklenince ürkek bir sesle ilerleyerek içeri giren bir koç gibi gözden kayboldu: “Ve evfûl keyle izâ kiltum vezinû bil kıstâsil mustekîm, zâlike hayrun ve ahsenu te’vîlâ…” Arka koltukta, aralarında birer yaş olan iki oğlunun yanında oturan Hatice Hanım, başörtüsünü alnına doğru çekip 10 düğümünü sıklaştırdı. O yaz lise ikiye geçen Necmettin’le ortayı bitiren kardeşi Abdullah birbirlerine baktılar.
Abdullah gözlerini kapatıp başının arkasını deri koltuğa çarparak bayılıyor taklidi yaptı. Tavşan dişleriyle altdudağına bastıran ve gözlerine hırslı bir bakış yerleştiren Necmettin, sağ eliyle örttüğü sol elini hafifçe aralayıp işaret ve orta parmakları arasından uzanan başparmağını kardeşine gösterdi ve sonra önüne dönüp birden hidayete ermiş gibi huşu içinde babasının oturduğu koltuğu izlemeye koyuldu. Bu esnada, ön koltukta bir süredir kâh dizlerinin üzerinde yükselen kâh kırmızı tacını düzeltirken alnına düşen bir iki ince siyah teli küçücük elleriyle kenara çekip cama resim yapan kâh Susam Sokağı izlerken öğrendiği şarkıları mırıldanan Iraz da edeplice yerleşti yerine; beyaz külotlu çorabının üzerine giydiği kot eteğinin uçlarını, annesinin evde masa örtüsünü düzelttiği gibi avuç içleriyle tarayarak düzeltti ve sol elinin başparmağını ağzına götürüp kemirmeye başladı. Otomobilin arka koltuğundan ara ara kesilip sonra yeniden yükselen hışırtılar duyuldu.
Bakışları dikiz aynasına kayan Halis Bey, arabanın tavanına doğru yükselen sulu partiküllerin aynadaki yansımasını izlediği o kısacık anda, dinamitle patlatılan madenleri hatırladı. Zihnindeki koku ortamın kokusuna karışarak genzine doldu. Hatice Hanım, özenle soyduğu ve ortadan ikiye böldükten sonra kırık bir vazoyu yapıştırır gibi yeniden yan yana getirdiği portakalı iki koltuğun arasından uzattı. Dikiz aynasında kocasının özenle düzeltilmiş gri bıyıklarıyla yine özenle yana taranmış gri saçları arasında gözlerini buldu. Halis Bey, gözlerini aynada hanımının gözleri ile buluşturup başını sağ tarafındaki kızına doğru devirdi. “Soyarım ona da, sen al!” Halis Bey’in sertleşen bakışları Hatice Hanım’ın dikiz aynasındaki elini görüntüden silerken arabanın içinde şıngırtılar duyuldu. Portakalı annesinin elinden almak için başını hafifçe yana çeviren Iraz’a, Hatice Hanım, ne dediğinin anlaşılmasını zorlaştıran bir serilikle çıkıştı: “Yemelini!” Iraz portakalı aldı; yarısını bütün olarak ağzına götürünce kemiğini ağzında gezdiren sevimli bir köpek yavrusuna benzedi.
Diğer yarısından bir dilim kopardı; dizlerini altına alıp yükseldi ve sol yanına döndü. Dizlerinin üzerinde pıt pıt ilerleyerek, iki ülke arasındaki hudut karakolu misali iki koltuğu ayıran orta konsola yaklaştı ve portakal dilimini babasının ağzına doğru uzattı. Halis Bey’in gerili yanakları gevşedi, ağzı hafifçe açıldı, gözlerini yoldan ayırmadan başını hafifçe kızına doğru çevirdi, portakalı ayrık dişlerinin altına yerleştirdi ve sağ elini direksiyondan çekerek dışarıda kalan portakalı içeri itti.
Çiğneyip yuttuktan sonra, “Teşekkür ederim canım benim!” dedi kızına. Iraz gülümsedi; babasının çene altındaki çukurun aynısı kendi çene altında da belirdi. Kızının bir dilim daha uzatmaya hazırlandığını görünce Halis Bey, annesine mızmızlanarak itiraz eden küçük bir çocuk gibi, “Yok!” dedi önce. Sonra büyüyüp yeniden baba oldu ve sevgi dolu bir sesle, “Sen ye. Beğenmezsen annene ver atsın!” diye ekledi. Halis Bey’in bakışları dikiz aynasında karısını aradı: “Yatak mı bu portakallar?” “He!” “Pıt!” Cama bir böcek çarpıp dağıldı; Hatice Hanım’ın zihninde unun üzerine kırdığı yumurtanın imgesi belirdi. Halis Bey, 500 SEL’in geniş camlarına su fışkırtıp silecekleri çalıştırdı. “Yaz günü niye portakal alıyosan yanına? Yaz zamanı yaz meyvesi kış zamanı kış meyvesi yenir!” Hatice Hanım ağzını çarpıtarak güldü: “Onu da sen al çok biliyosan! Yol kenarında görürsek!” Halis Bey, “Vıyy!” dedi ve yola odaklandı. “Ve kur’ânen faraknâhu li takraehu alen nâsi alâ muksin ve nezzelnâhu tenzîlâ…”
“Yesene!” Iraz’ın gözleri kısıldı, kaşları ve dudakları benzer bir biçim alarak büzüştü, hokka burnunun kenarları yumurtadan yeni çıkmış bir serçe yavrusunun güçsüz kanatları gibi usulca kıpırdanıp tekrar hareketsizleşti. Iraz iki koltuk arasından arkaya uzattığı portakalı geri çekecekti ki dikiz aynasında kocasıyla göz göze gelen Hatice Hanım, “Iyh!” diye bir ses çıkardı ve dişlenip bırakılmış portakalı kızının elinden aldı. Oğlanlara baktı, gofret yiyorlardı. Bir dilim koparıp ağzına attı. “O da şeker değil mi? O da şeker! Ne dedi Doktor Ramiz sana?” “Ramis doktor mu Allah aşkına, ne biliyomuş o!” “Doktor değil ya ne, sığırtmaç mı? Hey Allah’ım! Beş yüz kişiye baktırıyoruz biz onu fabrikada! Boşa yürüyosun sen sabahları. Zaten yürümek neye yürümek, dedikoduya yürümek! Onun gelini onu etmiş, bunun kızı şuna kaçmış… Sonra kahvaltıda yarım kilo reçeli ekmeğe sürüp…
Memleket yanıyor siz hiç!” İkinci dilimi de gülerek ağzına atan Hatice Hanım, bakışlarını sağ yanına çevirip yolu izlemeye koyuldu. Yol kenarındaki ağaçlar, ters istikamete akan bir bant üzerinde ilerliyor gibi hızla ve tek tek gözden yitiyorlardı. Necmettin, Abdullah’ın dizleri üzerinden eğilerek uzanıp aradan Iraz’ı dürtünce, hem Abdullah hem de Iraz ağabeylerine baktılar. Necmettin’in elindeki kaset henüz Halis Bey’in görüş alanına girmiyordu. Necmettin, kız kardeşine, bir yere gitmeyi işaret eder gibi kafasıyla, “Hadi!” dedi. Iraz gözlerini kocaman açtı.
Necmettin, başını bir tikten mustarip gibi iki kez yana attı bu sefer ve gözlerini kardeşininkiler gibi belertip çok kısık bir sesle, “Heydi!” dedi. Hatice Hanım, omzunun üzerinden oğluna bakıp ağzını çarpıtarak güldü ve tekrar sağına dönüp yolu izlemeyi sürdürdü. Iraz uzanıp kasetialdı ve başını başlarına geleceği bilir gibi iki yana salladı. Bir müddet bir şey yapmadan bekledi. Uygun olduğunu düşündüğü bir an, ahşap kaplama konsolun ortasında, babasının makamındaki gizli oda gibi, varlığı ilk bakışta belli olmayan bölmenin hemen üzerinde duran teybe uzandı ve sağ elinin işaret parmağıyla tuşa dokundu. Otomobile yayılan ses sustu ve yerini kasetçaların kaseti dışarı alan mekanizmasından gelen robotik sese bıraktı. Iraz, dışarı çıkan kaseti alıp diğerini yuvaya yerleştirdi. Halis Bey, “Sadakallahülazim” diye mırıldanırken göz ucuyla kızına baktı.
“O mahur beste çalar müjgânla ben ağlaşırız…”
Iraz, göğsü hizasında tuttuğu kaseti ne yapacağını bilemiyordu. Konsola bırakmayı düşündü; önce beline sonra konsola baktı, vazgeçti. Uzanıp camın önüne koymayı geçirdi aklından. Yüksekliği beğendi ama yine vazgeçti. Yolu izlemeyi bırakan Hatice Hanım, sol omzu üzerinden ve sol kaşını kaldırarak oğullarına baktı sırayla. Sonra iki koltuğun arasından kocasına… Sol eliyle direksiyonu tutan Halis Bey, sağ eliyle bacağına vurarak tempo tutuyordu. Bu hareketlilikten başlayıp bakışlarıyla gri kumaş pantolonu izleyen Hatice Hanım, Halis Bey’in güzelce boyanıp cilalanmış siyah pabucuna kadar indi. Necmettin, babasının arkasından bir mirket gibi dikilip kilometre saatine baktı; 140-150-160… Iraz koltuğuna büzüştü.
“Sıfatım kat’i çopur, ellerim mağrur yağlı…”
Halis Bey daldı. Herkes bir çalışırken iki çalıştığı, kısacık boyuyla imalathanede bantlar arasında oradan oraya bir top gibi yuvarlandığı, patronundan “Atom karınca bu!” övgüsü aldığında kıpkırmızı olduğu, ustabaşılığa terfi ettiği, ellerinin yağ kir içinde kaldığı günlere gitti önce. Birkaç ay önceki ölümüne hâlâ inanamadığı Turgut Özal’ın ekonomi politikaları sayesinde açtığı, şimdi hatırasında paslı bir peynir tenekesine benzeyen ilk imalathanesini düşündü sonra.
Evine gitmeden, ailesini görmeden geçen günlerini, her şeyle tek başına ilgilendiği zamanları… Fabrikada, Ramazan ve Kurban Bayramlarında, mevsime göre ama bahçede ama makamının önünde bayramlaşmak ve elini öpmek için dizilenlerin oluşturduğu sıranın yıldan yıla uzayışını… İşleri büyütmek için aldığı kredinin taksitlerini ödeyememe korkusuyla uykusuz kaldığı geceleri, hiç görmediği diyarlardan gelecek hammaddeleri beklerken gazetelerde o ülkelerin içişlerine ilişkin haberler arayışını, hava durumunu bile anbean izleyişini…