Birden Minör 11’in önüne siyah bir gül düştü. Ne kadar beklenmedik bir durumdu. Nereden çıkmıştı? Şimdi ne yapacaklardı? Yağmur’un aklına Müge ve Tilda ile yaptıkları konuşma geldi.
Siyah gül, bir silah olabilirdi. O sırada bir vızıltı duydu. Bir elektronik böcek etraflarında dönüyordu. Az önce gördükleri böcek değildi bu. Daha küçüktü ve doğrusu fazlasıyla düşmanca bakıyordu.
***
içindekiler
İroni …. 9
Kozmik Oda’da küçük bir kız! …. 16
Siyah Kül …. 20
Tuğçe Tiçır …. 29
Dört dörtlük bir yıl …. 40
Çok gizli, çok önemli bir haber …. 50
Arkadaşlık sırrı …. 60
Çiçekli not defteri …. 77
Gizemli gül …. 97
Ajan K …. 110
Maria Huanita …. 125
Hayalet virüs …. 141
Minör 11’in kısa hikâyesi …. 147
Soğuk ve ısırgan gecenin gözleri …. 157
Fiyasko! …. 175
Yağmur ve Minör 11’in sergüzeşti …. 189
Kozmik gizli toplantı …. 212
Çelme 21 …. 222
Tuhaf bir polisiye vakası …. 230
Karman çorman …. 234
Gizemli bir keşif …. 246
Çiçekçi Kızlar Takımı: ÇKT …. 258
Gece yolculuğu …. 282
Gizlilik anlaşması …. 290
Kale’ye giriş …. 308
Acıbadem Operasyonu …. 316
İşler tıkırında …. 327
İroni
Küre şeklindeki bir dünya haritasını, elimizle hafifçe iterek döndürmenin ironik bir yanı vardır. Şehirler, ülkeler, adalar, kıtalar, okyanuslar parmaklarımızın ucundan kayıp gider. Ama ayakkabılarımız bir milim bile yerinden oynamaz.
Oysa Afrika’da bir çöl fırtınası yaşanmaktadır o anda. Avustralya’da bir çekirge sürüsü yemyeşil bir tarlayı kıtır kıtır yemekle meşguldür. Amazon’da henüz başlayan yağmur, kelebeklerin kanatlarını ıslatmıştır ve Akdeniz sahilinde güneşlenmek isteyen bir fok balığı yüzmeye ara vermiştir.
Bunları izleyen biri dünyanın ne olağanüstü bir gezegen olduğunu düşünür. Öyledir de! Mevsimler geçip giderken bahçeleri bürüyen rengârenk çiçekler, milyonlarca kar kristali, denizlerin gizemli maviliklerinde gezinen haylaz balıklar, bu düşünceyi haklı çıkarır.
Ne yazık ki, akla hayale gelmeyen hileler, düzenler kuran kötü yürekli insanlar da vardır bu gezegende. Düşünceleri, milyonlarca karanlık fikrin bahçesidir. Ve bu karanlık fikirler yüzünden Akdeniz’de güneşlenmek isteyen fok balığı, sivri uçlu bir mızrağın hedefi olur.
Bir bilim adamı, tek dokunuşla yüzlerce insanı öldürecek ileri teknoloji bir silah tasarlar…
Onunla fikir akrabalığı olan arkadaşı, insanlar üzerinde korkunç etkileri olan bir virüsü saksıda çiçek büyütür gibi büyütür laboratuvarında.
Dijital bir ajan, komşu ülkenin güvenlik bilgilerini pervasızca çalar…
Ve bunlar, başlamak üzere olan gizemli ve korkunç olayların birer halkasıdır. Hepsine karşı, kar tanesi desenli elbise giyen küçük bir kız vardır sadece. Dünya haritası ironik bir şekilde dönerken, siyah lastik ayakkabı giyen bir adamdan kaçmaktadır. Ne kadar hızlı koşarsa koşsun, adımları Lastik Ayakkabılı Adam kadar büyük ve hızlı değildir. Aralarındaki mesafe giderek kapanır! Daha hızlı koşmaya gayret eder Küçük Kız. Daha hızlı! Daha hızlı!
İkisinin de henüz görmediği gizemli biri vardır yakınlarda. Siyah gözlüklerinin arkasından olanları izlemektedir. Birden Küçük Kız’ın ayaklarının dibine simsiyah bir gül düşer… Parlak ve tuhaf kokulu bir gül! Küçük Kız onu almak için eğilirken bir vızıltı çoğalır kulağında… Ve birden tanımadığı biri kolundan hızla çeker!
Tabii o anda biz bunların hiçbirini bilmiyorduk. Nasıl bilebilirdik ki? Sabah neşeli neşeli okul servisine binmiş, ilk derste akıllı uslu öğretmenimizi dinlemiş ve teneffüsü iple çekmiştik. Kahvaltıda içtiğimiz sıcak ve şekerli çayın tadı hâlâ damağımızdaydı.
Gerçi Osman o sabah sıcak süt, Yağmur taze sıkılmış portakal suyu, Batuhan da yüzde yüz doğal elma suyu içmiş, İlker bol şekerli ve limonlu çayı tercih etmişti. Uluç, tercih hakkının olmadığını, annesi ne hazırlarsa onu içmek ve yemek zorunda olduğunu söyledi. Çünkü ya okul servisi erkenden gelip dat dat kornaya basıyor ya da kendisi uyuya kalıyordu!
Tabii şimdi şunun günü sütlü, bunun günü portakallı veya elmalı diyecek değildik. Hatta kimin alel acele evden çıktığı da pek önemli değildi. Yani insan güne hoş bir içecekle başlayınca aklına kötü şeyler olacağı gelmiyor. Hem de hiç.
İlk dersimiz bitmiş, teneffüse çıkmıştık. Jankat, ders boyunca oflayıp puflamıştı. Öğretmenimiz bir kere bile yerinden kalkmasına izin vermemişti çünkü. Zavallı Jankat, hava yağmurlu olduğu için bahçeye de çıkamadı. O da Osman ve Mete ile oyun kurdu ve yuvarlak dünya haritasında ülke bulmaca oynamaya başladılar. Çok geçmeden Emel, Işıl ve Cem de katıldı oyunlarına.
Derya sırasında uykulu uykulu esniyor, Yağmur pembe simli kurdelesini düzeltiyor, İlker yeni aldığı BJK çıkartmalarını Uluç’a gösteriyordu. Her zamanki okul günlerinden biriydi yani. Ta ki Müge çantasından bir gazete çıkarana dek!
Sabah kapılarına bırakılan gazeteyi okula getirmişti.
-Bugün annemle babamın işleri varmış. Erkenden gittiler. Ben de gazeteyi yanıma aldım. Nasılsa evde okuyacak kimse kalmadı, diye açıkladı.
Müge gazete, dergi okumayı çok sever. Bazen koltuğunun altında kıvrılmış bir dergiyle gelir okula. Böyle zamanlarda;
-Kendimi şimdiden gazeteci olmuşum gibi hissediyorum, der ve ciddi bir havaya bürünür.
Ne de olsa gazetecilik, dünyanın en ciddi mesleklerinden biri…
İlker içinse en ciddi meslek futbolcu olmak… Haliyle gazetedeki en ciddi sayfalar da, spor sayfaları! Bu yüzden Müge’nin elinden spor sayfalarını neredeyse çekiştirerek aldı.
Yağmur, magazin sayfalarına göz atmak istiyordu. Dilek ve Tilda da günlük haberleri okumak… Müge hiçbirini kırmadı. Magazin sayfalarını Yağmur’a verdikten sonra Dilek ve Tilda ile birlikte günlük haberleri okumaya başladı. Sık sık, “A şuna bak!”, “Sen bir de şunu gör!”, “Vay canına, dünyada neler oluyor!” diyorlardı.
Aslında gazete ve dergilerle ilgili bir ödevimiz yoksa okula günlük yayın getirmeyiz. Bazen öğretmenimiz bir haberi takip etmemizi ister. Genellikle bilimsel gelişmelerle ilgili bir haber olur bu. Uzay aracı Merak’ın Mars’ta çektiği fotoğraflar, Kepler teleskopunun derin evrene ait son keşifleri, Cern deneyi, araştırmalarımız arasındadır mesela. Haber takibi esnasında, internet, televizyon kanalları ve radyolar çok işimize yarar.
Birden Dilek gazetedeki resimlerden birini gösterip “Hiii!” yaptı. Yüzü bulutlanarak kimliği gizlenmeye çalışılmış küçük bir kızı işaret ediyordu. Ne vardı bunda anlamamıştık. Hemen her gün gözleri bantlı veya yüzü bulutlu insan resimleri çıkıyordu gazetelerde.
O insanlarla yörüngeleri asla kesişmeyen yıldızlar gibiydik. Yörüngelerimizin en çok yaklaştığı anlarda bile birbirimizden habersiz, zıt yönlere doğru uzaklaşıp gidiyorduk. Kaldırımda birbirlerinin yanından geçip giden iki yabancı gibi…
-Tanımadınız mı, diye sordu Dilek.
-Yoo, dedi İlker umursamaz bir tavırla. Tanımak zorunda mıyız?
-Gözüm bir yerden ısırıyor amaaaa, diye dalga geçti Batuhan.
-Minör 11 bu, dedi Tilda. Baksanıza Minör 11!
İşte o zaman, yörüngeleri birbirine çok yaklaşan iki yıldız beklenmedik bir şekilde çarpıştı. Uzaklarda başlayan tuhaf bir öyküyle, bizim sınıf öykümüzün yolları kesişti ve başımızı kaldırıp yanımızdan geçen yabancının yüzüne baktık. Bulutluydu ve iyi seçilemiyordu. Ama tanımıştık, onu! Geçen yıl sık sık giydiği, kar tanesi desenli hırka üzerindeydi. Boynunu hafifçe eğmiş ama mağrur bir edayla duruyordu.
Yağmur, çığlığını yutmak için elleriyle ağzını kapadı! Derya uykulu gözlerini dört açtı! İlker ve Uluç spor sayfalarından başlarını kaldırıp bize baktı. Jankat, Osman ve Mete oyunu bırakıp yanımıza geldi.
-Yok canım, dedi Hamza.
İyice eğilmiş inanmayan bir yüzle resme bakıyordu. Daha doğrusu gözlerine inanamıyordu.
Şaşırtıcı, beklenmedik ve dudak uçuklatacak türden bir haberdi resmin altındaki. Üçüncü sayfada, yan sütunun en altında küçücük bir manşet olarak verilmişti.
‘‘Kozmik Oda’da küçük bir kız!’’
“İki gün önce erken saatlerde Kozmik Oda’ya giren üst düzey üç yetkili, küçük bir kız çocuğuyla karşılaşınca gözlerine inanamadı. Adı sır gibi saklanan çocuğun ülkemizin en gizli ve karmaşık şifresiyle şifrelenmiş odasına nasıl girdiği hâlâ gizemini koruyor. Şüpheliyi sorguya çeken yetkililer resmî bir açıklama yapmadı…”
Ayrıntılara girmeden hazırlanmış kısa bir haberdi. İnsanın zihninde uyanan birçok soruya cevap vermiyordu. “Gerçekten Minör 11 mi?” diye soruyor ve yüzü bulutlu Küçük Kız resmine bakıyorduk.
-Bunu neden yapsın ki, diye sordu Yağmur.
-İşte cevaplanması gereken soru bu, dedi Hamza. Bunu neden yapsın?
-Belki babasıyla birlikte içeri girmiştir ve babası onu orada unutmuştur, dedi Işıl. Geçenlerde İngiltere başbakanı da kızını restoranda unutmuştu.
Bu haberi biliyorduk. Bir süre önce günün olayı olmuş, bütün televizyon kanallarında yayınlanmıştı.
-Tabii Kozmik Oda’ya çorba içmeye gitmişlerdir, diye yapıştırdı İlker. Analı-kızlı çorbası mesela… Anası dışarı çıkmış, kızı içeride kalmıştır…
Hepimiz İlker’e kötü kötü baktık. Minör 11, annesini küçükken kaybetmişti çünkü. İlker bunu hatırlayınca biraz pişman oldu. Ama belli etmedi.
-Bence kesin babası onu orada unuttu, diye üsteledi Işıl.
-Belki de Minör 11, Kozmik Oda’nın şifresini kırmıştır, diye tahmin yürüttü Osman.
Uzak bir ihtimal değildi. Minör 11’in bilgisayarla neler yapabileceğini biliyorduk. Yine de Kozmik Oda’nın şifresini kırmak için, insanın aklını peynir ekmekle yemesi gerekirdi. Ortada bir sebep yoksa müdür beyin kapısını bile tıklatmıyorduk biz. Peki ya, ortada çok ama çok çok önemli bir sebep varsa?
-Bu haberi takip edeceğim, dedi Müge. Hem de her ayrıntısını.
Söylemeye bile gerek yoktu, biz de takip edecektik.
Bir gizemin tam eşiğinde bulunduğumuzu bilmiyorduk o anda. Bunu düşünecek vaktimiz de olmadı. Ahtapot Nalan, koridor nöbetçisiydi. Sınıfımızın açık kapısından gazete okuduğumuzu görmüştü.
-Sizi müdür yardımcısına şikâyet edeyim de görün gününüzü, diyerek Müge’nin elinden gazeteyi çekip aldı. Uluç’un elindeki spor sayfalarınınsa ancak yarısını alabildi.
Ahtapot Nalan’ın estirdiği kutup rüzgârı öğretmenimizin sınıfa girmesiyle tatlı bir yaz esintisine dönüştü.
-Örtmenim, örtmenim, diye bağırarak ona Ahtapot Nalan’ın söylediklerini aktardık.
-Ben müdür yardımcısıyla konuşurum, merak etmeyin, diyerek içimizi rahatlattı.
Ardından da derse başladı. İçimizdeki merak pencereye vuran yağmur tanelerine karışıp gitti. Sürekli “Minör 11” diye bağıran huzursuz bir duygu kaldı geride.
Öğretmenimizin tahtaya yazdığı kelimeleri, cümleleri dikkatle izliyorduk. Fakat yuvarlak dünya haritası, hayalimizde hiç durmadan dönüyordu. Pelikanlar, kurbağalar, fok balıkları, istilacı çekirgeler, ağaçlar, yıldızlar, şehirler geçip gidiyordu. Minör 11 geçip gitmiyordu bir tek. Zihnimize demir atmış gibi bize bakıyordu!
Bizden hayli uzakta başlayan öykü, kıvrılmaya başlamıştı. İlk kıvrımında Ajan Lebdemeden vardı. Kozmik Oda olayının sırrını çözmek için görevlendirilmişti. Veriler iki özel görevliden başka birinin daha içeri girdiğini işaret ediyordu. Giriş işlemi yapılmıştı fakat girişi yapan kişinin kimlik bilgileri belirsizdi. Bilgisayar bu bilgileri okuyamamış, yine de giriş gerçekleşmişti. Lebdemeden, Küçük Kız’ın “İçeride biri daha vardı.” sözlerini hatırladı. Kırıcıların “Dijital Hayalet” dedikleri kişi o muydu?
Bilinmeyenin peşinde koşmanın en iyi yolu bilinenlerin izini sürmektir. Lebdemeden bu düşünceyle, o gün binaya giriş yapan bütün isimleri ve kamera görüntülerini istedi.
Uzuuun bir liste geldi önüne ve uzuuun bir kamera kaydı. Vakit kaybetmeden çalışmaya başladı.