Felek Beni Okyanustan Aşırdı | Orhan Gazi


Şu Sydney’e düşeli ben çile çektim, gülemedim
Kara yazmışlar yazımı, çok uğraştım silemedim

Bu satırları yazan Orhan Gazi, bundan yaklaşık yarım asır önce Samsun’dan kalkıp ta Avustralya’ya gitti, ekmek parası için…
Uçakla neredeyse bir günlük yol…
Takvimler 10 Haziran 1970’i gösteriyordu.
Tam 15 yıl Türkiye’ye dönemedi Orhan Gazi, zira yol uzun, yolculuk masraflıydı…
Bu arada boş durmadı Avustralya’da: Sydney’deki ilk Türk restoranını açtı…

Avustralya’da çıkan ilk Türk plağına imza attı… Türk Musiki Derneği’nin kurucularından oldu… Yeri geldi Türk spor kulübü için çalıştı, yeri geldi tiyatro sahnesine çıktı… Kısaca vatan millet sevgisi neyi gerektiriyorsa, yabancı ellerde Türkiye en iyi nasıl temsil edilecekse o da onu yaptı. Ömrünün yarısından fazlasını geçirdiği Avustralya ikinci memleketi oldu. Çocukları orada doğdu, orada büyüdü…
Ama vatan hasreti ağır bastı, 43 yıl sonra doğduğu topraklara kesin dönüş yaptı. Ve yaşadıkları unutulmasın, örnek alınsın diye bu kitabı yazdı.

İçindekiler

Başlarken……………………………………………………………………………….7
Beşiri’deki çocukluk yıllarım…………………………………………………9
İlkokula başlayış – 1950 ……………………………………………………….14
Samsun ve babamın seyrüseferleri………………………………………15
Trabzon yılları……………………………………………………………………..17
İlk grubumuz: Mavi Yıldızlar………………………………………………20
İstanbul macerası…………………………………………………………………22
Yeniden Trabzon …………………………………………………………………23
Yurtdışına müracaat…………………………………………………………….25
Yolculuk başlıyor…………………………………………………………………29
Fabrika hayatı başlıyor………………………………………………………..34
Sosyal yaşamın başlaması ve “Avustralya Türküsü”nün
doğuşu……………………………………………………………………………38
Türk Cemiyeti çalışmaları……………………………………………………44
İlk Anzak yürüyüşüm ve spor kulübü çalışmaları ………………48
Gece kulübünde program ……………………………………………………51
Tiyatro çalışmaları……………………………………………………………….54
Avustralya’da ilk Türk plağının yapılışı ve konserler………….56
Zeki Müren konserinde sahne alıyorum………………………………59
Hikmet Feridun Es ve eşiyle tanışıyorum ……………………………62
Biraz da politika…………………………………………………………………..64
Avustralya’nın yerlileri Aborjinler………………………………………66
Türkiye’den bir misafir: Zorbay Kalkan ………………………………68
Sydney’de ilk Türk restoranı: Comet …………………………………..70
Ali Rıza Köprülüleroğlu ile tanışma ve
Türk Musiki Derneği’nin kuruluşu ………………………………..72
On beş yıl sonra Türkiye’ye dönüyoruz ………………………………76
Yıllardır oturduğumuz semtten ayrılıyoruz ………………………..79
Ev sahibi oluyorum……………………………………………………………..81
2000’li yıllar ve hüsran…………………………………………………………83
Bir televizyon programının düşündürdükleri ……………………..88
Emekliliğe doğru…………………………………………………………………92
İkinci kaza……………………………………………………………………………95
Sağlık sorunları……………………………………………………………………98
Fabrika günlerinden…………………………………………………………..105
Spor kulübü anıları ……………………………………………………………108
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın etkileri ………………………………………113
Sıra dışı bir tatil………………………………………………………………….115
İki vatandaşlık hakkı………………………………………………………….117
Avusturalya hakkında kısa bir bilgi…………………………………..120
Ülkemdeki değişimler ……………………………………………………….124
Bu düşmanlık neden? ………………………………………………………..126
Yurda dönüş planları…………………………………………………………128
Avusturalya’nın köpekbalıkları ve diğer şeyler…………………131
Veda ediyoruz……………………………………………………………………135
Albüm ……………………………………………………………………………….139

Başlarken

Sevgili okurlar! Elinizdeki bu kitapta, ömrünün yarısından çoğunu dünyanın bir ucunda geçiren bir gurbetçinin vatan hasretini sazının tellerine bağlayıp yıllarca nasıl türküleriyle gidermeye çalıştığını, Anadolumuzun her köşesinden kopup gelen vatandaşlarımızın zorluklarla uğraşıp Avustralya gibi uzak bir ülkede nasıl tutunduğunu okuyacaksınız. Avustralya’ya gitmeden önce İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndaki mülakatta iş bulma müdürüne bir soru yöneltmiştim: – Oraya indiğimizde bizleri karşılayacak, Türk cemiyeti veya yetkilileri olacak mı? Aynen şu cevabı vermişti: Hayır, orada kendi cemiyetinizi, her şeyinizi kendiniz kuracaksınız. Nitekim de öyle oldu. Daha sonraları camilerimizi, spor kulübümüzü, musiki derneğimizi, cumartesi Türk okullarımızı, hatta tiyatromuzu bile kendi çabamızla kurduk. Şunu da belirtelim ki bunları başarmamızda birçok konuda etnik gruplara kolaylıklar sağlayan ve çok kültürlülüğe önem veren Avustralya devletinin de katkısı olmuştur. Yıllar sonra Avustralya ile Türkiye arasında kurulan dostluk tarihe mal olmuş niteliktedir. Bilhassa 1990’lı yıllarda Avustralya Harp Gazileri “R.S.L” kulüplerinin girişlerine, Mustafa Kemal Atatürk’ün Anzaklar için söylediği hitabenin konulması çok büyük bir yakınlaşma ve dostluk yaratmıştır. Bu dostluğun Türk toplumu üzerinde de iyi bir etkisi olmuştur.

Avustralya’da yaşayan Türk vatandaşlarımız da benim bildiğim kadarıyla Sydney’de toplumun antipatisini çekecek bir hareket içinde olmamışlardır. Yedi yıldır Türkiye’de olduğuma göre bizimle gidenler orada elli yılını doldurdu. Küçükler büyüdüler, okullara gidip meslek sahibi oldular, evlendiler ve aileler kurdular. Eskiden büyüklerimiz “Nerede karnın doyarsa orası vatanındır” derlerdi. Artık onlar için Avustralya da ikinci vatan oldu. Sydney’de geçirmiş olduğum kırk üç yılda yaşadıklarımı acı tatlı her yönüyle anlattığım bu kitapta gözden kaçırdıklarım da olabilir, bunun için oradaki vatandaşlarımdan özür diliyor, öz vatanlarından hiçbir zaman kopmamalarını diliyor, hepsini hasretle kucaklıyorum. Saygılarımla

Beşiri’deki çocukluk yıllarım 

Yıl 1949, Siirt’in Beşiri kazasındayız. Babamın polis olduğunu, ablamın okuldan gelip benimle oyun oynadığını, oradaki insanlarla Kürtçe konuştuğumuzu, bayramlarda araba gibi tezgâhların üzerindeki kırmızı boyalı yumurtaları, sokakta yanan ateşin üzerinden atlayanları hâlâ hatırlıyorum. Toprak evlerin damları kiremitsiz düz olduğundan yaz geldiğinde damların üzerine cibinlikli karyolalar konulurdu. Evimizin üstünde iki karyola vardı; birisinde babamla annem, diğerinde ise ablamla ben yatardık. Çünkü yaz geldiğinde orada akrep çok olduğundan evlerin içinde yatılmıyor, sivrisinek çokluğundan da cibinlik geriliyordu. Bir sabah erken kalkıp ablamla aşağı avluya inmiştik, sonra babam da aşağı indi.

Ev sahibi amca ve eşi Fatma Teyze konuşurken yukardan annemin canhıraş feryadıyla irkilip yukarı çıktık. Annem, yatakları düzeltirken benim yastığımın altında avuç içi büyüklüğündeki akrebi görünce ister istemez çığlık atmış. Fatma Teyze’nin beyi koşup aşağıdan, büyükçe bir maşa getirip hareketsiz duran akrebi maşayla sıkıştırarak aşağıya indirdi. Orada, Beşiri’de daha yeni olduğumuz için birçok şeyi bilmiyorduk, gerçi büyüklerimize söylemişlerdir ama biz de çocuk olarak yavaş yavaş öğrenecektik. Fatma Teyze’nin eşi olan amca bize bir şey gösterecekti, avluda toprağın üstüne ispirtoyla yuvarlak bir daire belirleyip ateşlediler ve akrebi dairenin ortasına bıraktılar. Ablamla birlikte korku dolu gözlerle bu olayın sonunu merakla izlemeye koyulduk. Akrep etrafı alev alev yanan daireden ne tarafa gitse çıkamıyordu, bir müddet sonra bir patlama sesi duyduk; akrep intihar etmiş,kendisini sokup öldürmüştü.

Fatma Teyze ve beyi bize bu konuda bazı öğütler verdi; mesela, evler toprak olduğu için odaların duvarlarında parmak kalınlığında delikler oluşurmuş, akrepler gündüz o deliklere saklanırlarmış. “Sakın o deliklere parmağınızı sokmayın!” dediler. Ablamla birlikte söylenenleri can kulağıyla dinledik, hele de o akrebi gördükten sonra. Bir gün civar köylerden olacak Fatma Teyze’ye çok küçük, beyaz, sevimli bir kuzu getirdiler; ablam da ben de kuzuyu çok sevmiştik. Fatma Teyze, “Kuzunun adını Gazi taksın” dediğinde hiç tereddüt etmeden, “Cumhuriyet olsun” demiştim. Cumhuriyet sözcüğünü nereden duyduğuma değil o yaşlarda bugün bile şaşırıyorum. Cumhuriyet’i çok sevmiştik, o da ismine alışmış ve bizi sevmişti. Gel zaman git zaman Cumhuriyet’le o kadar kaynaştık ki nereye gitsem peşimden geliyordu; o tatlı sesiyle arada bir meliyor, hayatımıza neşe katıyordu; aileden biri olmuştu adeta.

Babam özel işleri için Ankara’ya gidip döndüğünde bize bazı hediyeler getirmişti. Annemin ve ablamın hediyeleri giyim eşyaları olurken bana da meşin top almıştı fakat evimize aldığı hediye büyük bir kutuydu. Babam kutuyu açarken içinden ne çıkacağını merakla bekliyorduk. Babam kutuyu açıp “İşte size gramofon” dedi. Gramofonun ismini duyuyorduk ama çocuk aklımızla ne olduğunu bilmiyorduk. Gramofon kurulup çalmaya başlayınca çok hoşumuza gitti. Evimiz, küçük kuzumuz Cumhuriyet’ten ve gramofondan sonra bir başka neşelenmişti. Tabii taş plaklarımız da vardı, o zamanın sanatçılarını bugün bile hatırlıyorum.

Safiye Ayla, Münir Nureddin Selçuk, Celal Şahin, Malatyalı Fahri Kayahan, Celal Güzelses, Cemil Cankat aklımda kalanlar. Henüz okula başlamamıştım ama babamın, ablamın söylemlerinden öğreniyordum. Gramofonun üzerinde “E.M.I” harfleri ve “Sahibinin Sesi” yazarmış; bir de köpek resmi vardı. Nerden bilebilirdim ki yıllar sonra Avustralya’da, Sydney’de aynı plak şirketinde ben de 45’lik plak dolduracağımı… Aynı plakları her gün çala çala ezberlemiştim, en çok da halk müziği severdim.

Beşiri küçük bir kaza diye geçiyordu o zamanlar, bugünkü kazaları karşılaştırdığınızda Beşiri bir köy gibiydi. Hatırladığım kadarıyla sağlı sollu dükkânlar vardı, onlar da ahşap barakalardı. Düz ve yeşil bir ovanın ortasında sarı boyalı büyük bir bina vardı; ara sıra babamın yanına o binaya gidiyordum, demek ki orası polis karakolu, kaymakamlık ve diğer resmi kurumları da içinde barındırıyordu. Sabahları ekmek almaya tabii ki beni gönderiyorlardı. Evimizin iki yüz metre uzağında askeri bir karakol vardı, kapısında devamlı bir asker durur, bana çok heybetli görünürdü. Gelip geçerken onun yüzüne bakarak geçerdim. Askerlerden biri bir gün bana, “Anneni ve babanı keseceğim” demişti, çok korkmuştum.

Koşarak eve geldim, ağlıyordum. Annem ve babam ne olduğunu sorunca onlara durumu anlattım. Babam, “Yok oğlum o iyi bir abidir, sana şaka yapmış” diyerek geçiştirdi ama aynı asker birkaç defa aynı şeyi tekrarlayınca babam elimden tutup beni nizamiyeye götürdü ve komutana durumu anlattı; bir daha da böyle bir şey olmadı. Çocukluk anılarımın çoğu Beşiri’ye ait. Birkaç tane memur hanımı birbirlerine gidip geliyordu. Bir iki de oralı komşu aile vardı. Annemin misafirliğe gittiği evlerin tavanlarında iri iri narlar, ayvalar asılı dururdu ve çok dikkat çekerdi. Odaya girdiğimde gözümü onlardan ayıramazdım ve annemin kulağına acıktığımı söylerdim. E

v sahibi, “Ne oldu çocuğun bir isteğimi var?” diye sorar, içerden bir dilim ekmek ve büyük kesmeşekerlerden getirirdi. “Ben onlara değil, tavanda asılanlara acıktım” deyince ev sahibi kadın mahcup bir şekilde ve buruk bir ses tonuyla, “Ama onları alamayız ki” derdi. Annem anlatıyordu; ben dört yaşındayken yine böyle bir misafirlikte odada çocuklarla oynuyormuşuz, benim yaşlarımdaki bir çocuk parmağını duvardaki bir deliğe sokmuş ve aniden bir çığlık sesi duyulmuş. Akrep sokmuş çocuğu, maalesef kurtaramamışlar. Beş yaşıma geldiğimde koştuğum zaman karnımda bir ağrı başlar, hastalanırdım. Annem köy tabiriyle, “Sende dalak var” derdi. Ben çocuk olduğum için anlamazdım. Midem bulanır, beni rahatsız ederdi.

Civar köylerden bize bazı zamanlar bir teyze gelirdi, annem de benim rahatsızlığımdan ona bahsedermiş. Kadıncağız beni de çok severdi; “Onu ben iyileştiririm” diyerek annemi ikna etmiş. Bir yaz günüydü, beni alıp köye götürdü. Çadırlarda kalıyorlardı, bir sürü de koyunları vardı, yemyeşil bir ovada koyunlar yayılmış, çıngırak sesleri ve ağustosböceklerinin ötüşlerinden başka bir şey duyulmuyordu. Gece olmuş, ay ışığı bütün ovayı aydınlatmıştı; hayatımda yıldızları bu kadar yakın görmemiştim, yere düşecek gibilerdi. O teyze bana akşam otlardan bir yemek yapıp yedirdi, gece yarısında istifra ederek uyandım, içim dışıma çıktı tabiri vardır ya aynen öyle oldum, sonrasında bana ayran içirdiler. Sabah uyandığımda gayet iyiydim, sıcak sütü de içtikten sonra yola koyulduk. Birkaç saatlik yolculuktan sonra Beşiri’ye geldik. Annem ve babam isteyerek gönderdikleri halde beni çok merak etmişlerdi. Annem sorduğunda ben cevaplıyor, hastalığımın dışında yine de güzel zaman geçirdiğimi ve oraları anlatıyordum. Gerçekten de o sebze yemeğini yiyip istifra ettikten sonra hastalığımdan eser kalmadı.

Bir de küçük kuzumuz Cumhuriyet’i getirenin beni köye götüren teyze olduğunu köydeki koyunları görünce anlamıştım. Sonradan kendisi de söylemişti zaten. Beşiri’de günlerim dışarıda çocuklarla babamın Ankara’dan getirdiği topla oynamakla, avluda Cumhuriyet’le gramofon dinlemekle geçiyordu. Bir gün babam eve geldiğinde artık şark hizmetinin sona erdiğini, Ankara’ya dönmemiz gerektiğini söyleyince önce çok sevindik. Sonrasında ise sevincin yerini hüzün aldı; babam tayin haberini Fatma Teyze’ye ve beyine anlatınca onlar da çok üzüldüler. Onlardan ve Cumhuriyet’ten nasıl ayrılacaktım? Bir zaman sonra ayrılık günü geldi, eşyalarımızı bir at arabasına yükledik; o günün eşyaları bir at arabasına sığıyormuş, bugün ise büyük kamyonlara sığmıyor.

Ev sahibimizden ve komşularımızdan gözyaşları içinde ayrılıp yola koyulduk. Babam ve annem arabanın önüne, ablamla ben eşyaların üzerine oturduk. Yemyeşil ovaların arasından gidişimiz hâlâ gözümün önüne gelir. Gideceğimiz yer Kurtalan tren istasyonuydu. Yolculuğumuz pek uzun sürmedi. Babamın yıllık izinlerindeki gidip gelişimizden olacak Batman’ın Kurtalan ilçesinin ismini öğrenmiştik. Ablamla tren yolculuğunu çok sevdiğimizden bir an evvel tren istasyonuna gitmek istiyorduk. Eşyalarımızı trene verdikten sonra biz de kompartımanlara yerleştik. Uzun bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştık.

İlkokula başlayış – 1950

Babamın tayini Çorum vilayetinin İskilip kazasına çıkmıştı. Ankara’da biten tren yolculuğunun ardından otobüsle Çorum’a, oradan da İskilip’e geldik. İskilip’e yerleştikten sonra babam ablamı okula yazdırmıştı; ablam da okuluna birkaç günde alışmıştı bile. Daha sonraları sıra bana geldiğinde, babam ile annemin elimden tutup beni okula yazdırıp gözyaşları içinde bıraktıkları günü hiç unutamıyorum.

Meğerse bir günlük heyecanmış. Alıştıktan sonra okulu çok sevmiştim. Bu arada halkımızı da başka bir heyecan sarmış, seçimler olmuş, Demokrat Parti seçimi kazanmış, hükümeti kurmuş ve NATO’ya da girmiştik. Bunun karşılığında ise ülkemizden Kore’de başlayan savaşa asker göndermesi isteniyormuş. Yaşım küçük olmasına rağmen büyüklerin konuşmalarına ve radyo haberlerine kulak kabartıyor, can kulağıyla dinliyor, birisi aklımızda kalmasa diğeri kalıyordu. Halk radyolarının başına toplanıyor, günü gününe haberleri heyecanla takip ediyordu. Her gün çalınan “Ankara’da yedim taze meyvayı”, “İskilip üstünde bir kara bulut, ana ben gidiyom sen beni unut” gibi ayrılık türküleri kulağımıza yer etmişti.

Benzer İçerikler

Düşerken

yakutlu

Ab-ı Hayat

yakutlu

Sakin Adamın On Günü | Mehmet Eroğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy