Comtesse de Ségurün küçük kahramanı, yaramazlıkların, muzipliklerin başı Sophie, bu kez başına olmadık işler gelmiş biri olarak karşımıza çıkıyor. On dokuzuncu yüzyılın edebiyat geleneğinde önemli bir yer tutan gezi, yolculuk, seyahat ya da serüven edebiyatı adlarını verdiğimiz tür, burada çocuk edebiyatı alanından bir örnek sunuyor. Sophienin Yaramazlıkları kitabında olaylar gündelik hayatın içinden alınmıştı. Burada ise asıl serüveni Sophienin kuzeni Paulün bir gemi kazası sonrası yaşadıkları oluşturuyor.
Tatil: Bir yuvaya dönüş öyküsü.
***
ÖNSÖZ
De Ségur’ün çocuk karakterleri, masal kahramanları değil, gerçek çocuklardır; hakiki küçük yaramazlar gibi kirlenir, haşarılık eder, dövüşür, yalan söyler, aptalca, çocukça yanlışlar yapar, çoğu zamanda ipin ucunu kaçırırlar. Sophie’nin Yaramazlıkları, Küçük Örnek Kızlar ile Tatil bir üçleme oluşturur.
Elbette her yazar gibi, Sophie’nin yazarı da zamanın dışında, tanımlanamaz, özellikleri belirsiz bir “masal dünyasında” yaşamadı. Lewis Carroll, “Alice’i” tavşan deliğinden bütün o tuhaflıkların yaşandığı, yukarıdaki ya da deliğin öteki ucundaki dünyanın bir tür “tersini” sergileyen bir âleme gönderdi, ama kendisi 19. yüzyılın İngiltere’sinde yaşayan bir üniversite hocası, matematikçi, mantıkçı ve fotoğrafçıydı. Lewis Carroll dil ve mantık oyunlarının dolup taştığı bir metin koydu okurunun karşısına. Soylu de Ségur de Avrupa’nın en çalkantılı yüzyıllarından birinde, gene en çalkantılı ülkelerden birinin şartlarında bu metinleri kaleme aldı. 1852 yılında Louis-Napoleon kendini imparator ilan ettirip Fransa’da 2. İmparatorluk dönemini başlattı. Yaklaşık 20 yıl süren bu dönem, Fransa’da, düzeni koruma kaygısının öne çıktığı, sanayi üretiminin, dış ticaretin büyüdüğü, sanayileşmenin içinde buharlı makine kullanım payının eskiye göre beş kat arttığı, Fransa’nın dış ülkelere ticari yatırımlar yapmaya yöneldiği bir dönemdi. Sophie’nin Yaramazlıkları (1864), özellikle eğitim sisteminin modernleşmesi yönünde önemli adımların atıldığı bu yıllarda doğdu.
Sophie’nin Yaramazlıkları kitabının önsözünde Sophie ve öteki çocukların hayatın içinden alınma gerçek kimseler olduklarını, kitabın, 19. yüzyılın ortasında, geçim derdi bulunmayan, aristokrat aile çevresinin eğitim anlayışlarını ve kaygılarını yansıttığını söylemiştik. Bu kitap bağlamında “tatil” kavramına dair bilmemiz gereken çok önemli bir şey var. Bir çocuk hatta gençlik edebiyatının ortaya çıkması, 18. ve 19. yüzyılın kavşağına rastlıyor; çünkü bu dönem, Avrupa’da mecburi eğitimin yavaş yavaş yaygınlaştığı dönem; okuma artık bu işe merak sarmış, ona özellikle önem veren insanların yoğun bir uğraşı olmaktan çıkıp herkesin olağan, vazgeçilmez özellikleri arasına girmeye başlıyor. Buna bağlı olarak da ortaya bir “kitap pazarı”, daha doğrusu edebiyat pazarı çıkıyor; çıkınca da daha 1800’lü yılların başından itibaren bir “çocuk ya da gençlik” edebiyatı anlayışı oluşmaya başlıyor. Ancak yüzyılın en başındaki çocuk kitapları, bu elimizdeki gibi, yaramazlıkları, dolayısıyla da serüvenleri anlatmaktan çok, okul derslerine destek olmaya yönelik bilgileri hikâyeleştirip anlatmaya yöneliyor. 19. yüzyılın ortasına doğru ise çocuk ve gençlik edebiyatı artık ayrı bir alan olarak kendi sınırlarını az çok belirlemeye yöneliyor. Yöneliyor ama, başlangıçta okul eğitimine yardımcı olmaya çalışan çocuk kitapları, bu kez de ahlaki eğitimi öne çıkartıyor; dönemin insanlarının kafasında bir “çocuk” ya da “genç” resmi veya “anlayışı” var. Bu anlayışa göre, çocuğun ya da gencin inancı, aile içinde ve dışarıda toplumda nasıl davranması, nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda biraz şablonlaşmış, kalıplaşmış görüşler var. İşte edebiyat da bu anlamda bu kalıpları çocuklara biraz yumuşatıp, hayatın içine yayıp benimsetme görevi taşıyor. Neler yaygınlaşmıyor ki bu dönemde; tipler, klişe kahramanlar çıkıyor ortaya; çocukların cinsiyetine göre, iki ayrı kanalda gelişiyor çocuk edebiyatı. Yıllıklar, diziler vb. bütün çocuk kitapları pazarını kapsıyor.
Bu edebiyatın, çocuğu, bir bakıma “kapanıp kitap okuduğu” odasında dışarıdaki dünyanın kötülüklerinden, çirkin yanlarından, gerçeklikten de uzak tutma kaygısı, o yüzyılın pedagojisinin temel ilkesi oluyor; her şeyin yolunda gittiği, insanların belli kurallara uydukları sürece mutlu yaşayabilecekleri “iyi” bir dünya modeli bu pedagojinin, öteki deyişle eğitim anlayışının temel modelini oluşturuyor.
Zorunlu eğitimin yaygınlaştığı 19. yüzyılın ortasında, çocuklara bir şeyler “yaşatmak” da ancak tatillerde mümkün. Birinci kitapta çocuklar henüz okul eğitiminin öncesindeki dönemde bol bol yaramazlık yapacak fırsatı bulmuşlardı; şimdiyse tatil, gene ufak tefek yaramazlıklar yapabilecekleri, birbirlerine bir şeyler anlatabilecekleri bir ara dönemi oluşturuyor. Bu kez kahramanlarımız büyümüş, Sophie’nin başına da bu büyüme yıllarında gelmedik kalmamış. Neler yaşadığını kitaptan öğreneceğiz; ancak dikkatli okursak özellikle 19. yüzyılda Avrupa insanının dünyayı kafasında uygar ve uygar olmayan dünya olmak üzere ikiye ayırdığını göreceğiz. Çünkü bu kısa yazının girişinde de belirttiğimiz gibi, anlatıcımız Comtesse de Ségur, babası Moskova’da, Napoleon’un Rusya seferi sıralarında valilik yapmış bir soylu. Comtesse de Ségur Fransa’da bir başka aristokrat ile evlenip Paris’e yerleşiyor. Aristokratlar ya da öteki deyişle soylu tabaka, özellikle bu dönemde, alabildiğine muhafazakâr ve Victoria Çağı ahlakı denen, İngiltere merkezli katı ahlak kuralları anlayışının cenderesinin dışına kolay kolay çıkamıyor. Yazar, Avrupa’yı merkez olarak almakla kalmayıp kendi toplumsal zümresinin kendine çizdiği ahlaksal, inançsal sınırın da içinde ikinci bir merkezi temsil ediyor. Bugün “Üçüncü Dünya” dediğimiz, o zamanlar “vahşiler”, tanrıtanımazların dünyası olarak görülen uzak dünyaların, başta da Amerika ve Avustralya’nın yerli halkına Avrupa merkezci anlayışın uygarlık dediği şeyi götürmenin, oralara iyiyi, doğruyu, insanlığı taşımak anlamına geldiğini de hatırlatacak olursak, kitabın izlediği anlayış modelini de az çok kavramış oluruz.
Sophie’nin, öldü sanılan Paul’ün, Amerika yolculuklarında başlarına gelen olayların ardından Avrupa’da tekrar bir araya gelişleri, bir tür “yuvaya dönüş” masalını andırıyor. Yuva (Avrupa/Fransa) güvenin, koruyuculuğun, sevgi ve sıcaklığın mekânı olarak simgeleşirken, serüven edebiyatının ya da fantastik edebiyatın bir şeması da bir kez daha tekrarlanıyor. Olayların olumlu, iyi kahramanları, eninde sonunda bir dönüş yolu bulup biraz daha olgunlaşmış, deneyimler yaşamış, özellikle de iyiyi kötüyü birbirinden ayırt etmeyi öğrenmiş kişiler olarak başlangıç noktasına ulaşırlar. Fantastik edebiyatın şemasındaysa bu dönüş, genellikle bir rüyadan uyanma şeklinde olur.
Öyleyse, olay kahramanlarının olgunlaşmalarının, büyümelerinin ne anlama geldiğine karar vermek, özellikle iki kitabı karşılaştıran okurumuza kalmış bir iştir. O da tıpkı 170, 180 yıl önceki küçük kahramanlar gibi, aslında okuma, çalışma odasını terk etmeden, serüvenler üzerinden dünyayı tanıyacaktır bu kitapla. Ama bu dünya, şimdi, 21. yüzyılda onun tanıdığı dünyayla nereye kadar örtüşmektedir; bu karşılaştırma bile ilginç olacaktır.
Birinci kitapta öyküler, yaşanan gündelik hayatın içinden alınmıştı. Bu kez ise, yaşanan hayat bir tür dış çerçeve oluşturuyor. Dışarıdan gelen insanlar (Normandiyalı, Kaptan ve Paul) bize aradan geçen zaman boyunca yaşanan olayları anlatıyorlar. Bu anlatılanlar sayesinde, “tatil döneminin” sınırlı zaman aralığını aşıp uzun süreli bir serüvenin, Avrupa dışındaki dünyasına da geçebiliyoruz.
Veysel Atayman
Kasım 2004, İstanbul
TATİL
Pek sevgili yavrum, TATİL’deki küçük JACQUES olmak için henüz fazla küçüksün; ama eminim ki ileride onun kadar iyi, sevecen, cömert ve mert; sonra PAUL gibi kusursuz; daha sonra da Mösyö DE ROSBOURG gibi yiğit, inancına bağlı, manevi değerlere sadık biri olacaksın. Seni seven ve kutsayan büyükannenin dileğidir bu.
Comtesse de Ségur,
doğumunda Rostopchine
Paris, 1858.
I
GELİŞ VAKTİ
Fleurville şatosunda müthiş bir hareketlilik vardı. Camille ve Madeleine Fleurville ile arkadaşları Marguerite de Rosbourg ve Sophie Fichini sürekli hareket halindeydiler. Merdivenlerden inip çıkıyor, koridorlarda koşuşturuyor, sıçrıyor, gülüyor, bağırışıyorlardı, Madam de Fleurville ile Madam de Rosbourg çocukların bu davranışlarını onaylamıyor, ama yine de onlara karışmıyor, sadece çocukların hallerine bakıp gülümsüyorlardı. Çocukların anneleri, şatoya ulaşan yolu gören bir salonda oturmuşlardı. Bu arada dakika başı küçük kızlardan biri başını kapıdan uzatıp, “Geliyorlar mı?” diye soruyordu.
“Henüz yoklar, sevgili yavrum,” diye yanıt veriyordu annelerden biri.
“Hah! Çok iyi, işimizi bitirmemiştik,” diyen küçük kız bir ok gibi anında kaybolup arkadaşlarına, “Hâlâ her şeyi tamamlamak için zamanımız var!” diye sesleniyordu.
Camille: “Ne iyi! Sophie, çabuk bahçeye koşup çiçek iste…”
Sophie: “Hangi çiçeklerden?”
Madeleine: “Yıldızçiçeği¹ ile rezedelerden² iste. Bunların hem düzenlenmeleri kolay oluyor, hem de kokuları fazla baygın değil.”
Marguerite: “Ya ben, Camille, ben ne yapayım?”
Camille: “Sen de Madeleine’le birlikte koşup, çiçeklerin saplarını gizlemek için yosun bul. Ben de mutfakta vazoları yıkayıp suyla dolduracağım.”
Sophie bahçeye koşup, içi güzel kokulu yıldızçiçekleri ve rezedelerle dolu kocaman bir sepet getirdi.
Marguerite ile Madeleine, bir el arabasıyla yosun getirdiler.
Camille de iyice yıkanıp, kurulanmış su dolu dört vazoyla döndü.
Dört küçük çocuk yaptıkları işe öylesine hararetle sarıldılar ki, çeyrek saat sonra, vazolar zevkli bir biçimde, yıldızçiçekleri ve rezede dallarının aralarına serpiştirildiği çiçeklerle düzenlenmişti. Kızlar, vazolardan ikisini kuzenleri Léon ve Jean de Rugès’e ayrılmış olan odaya, diğer ikisini de küçük kuzen Jacques de Traypi’nin odasına götürdü.
Camille: (Her yanı gözden geçirerek) “Şimdi her şey tamamlandı sanırım. Yapacak başka bir şey görmüyorum.”
Madeleine: “Jacques odasını beğenip mutlu olacak; sevimli bir oda oldu!”
Sophie: “Masasının üzerine koyduğumuz resim koleksiyonu da onu çok eğlendirecek.”
Marguerite: “Geliyorlar mı diye gidip bir bakacağım!”
Camille: “Evet, git; biz de geliyoruz zaten.”
Marguerite koşarak gitti; gitmesiyle soluk soluğa gelmesi bir oldu, “İşte! İşte nihayet göründüler!” diye bağırdı.
Camille, Madeleine ve Sophie, acele annelerinin de bulunduğu evin girişine gittiler. Hiç şüphesiz koşa koşa gidip kuzenlerini daha onlar yoldayken karşılamak isterlerdi, ama anneleri engel oldu.
Kısa bir süre sonra arabalar çocukların sevinç çığlıkları arasında evin girişi önünde duruyordu. Arabadan önce Mösyö ve Madam de Rugès ile çocukları Léon ve Jean, daha sonra da Mösyö ve Madam de Traypi ile çocukları küçük Jacques indi. Bir anda bir karmaşa, bir gürültü, insanı şaşkına çeviren bağırış çağırışlar oldu.
On üç yaşındaki Léon, iri yapılı, sarışın, yakışıklıydı. Çabuk öfkelenen, biraz huysuz, biraz tembel ve çabuk pes eden bir yapısı vardı, ama aslında iyi bir çocuktu.
Jean, on iki yaşındaydı. Canlı, siyah gözlerinde uysal bir ifade vardı. Cesur, kararlı, iyi kalpli, hoşgörülü ve sevecendi.
Jacques ise yedi yaşındaydı. Güzeldi. Saçları kumral ve bukleliydi. Gözlerinden adeta zekâ fışkırıyordu. Pembe yanaklı, cıvıl cıvıl, kararlı ve iyi kalpliydi. Huysuzluk yaptığını göremez, kindar davranışlarına rastlayamazdınız.
Camille: “Ne kadar büyümüşsün, Léon!”
Léon: “Ne kadar güzelleşmişsin, Camille!”
Madeleine: “Jean küçük bir adam olmuş artık.”
Jean: “Gerçek bir adam demek istiyorsun herhalde; sen de adeta gerçek bir küçükhanım olmuşsun.”
Marguerite: “Jacques, seni tekrar gördüğüme ne kadar sevindim bilemezsin! Birlikte ne güzel oyunlar oynayacağız!”
Jacques: “Ah, evet! İki yıl önceki gibi bir yığın aptallık da yapacağız!”
Marguerite: “Yakaladığımız kelebekleri hatırlıyor musun?”
Jacques: “Elimizden kaçırdıklarımızdan ne haber?”
Marguerite: “Ya karınca yuvasının üzerine koyduğumuz şu zavallı kurbağayı?..”
Jacques: “Ve senin için yuvasından aldığım şu küçük kuşu; hani elimde fazla sıkmıştım da ölmüştü…”
“Oh! Ne güzel eğleneceğiz!” diye hep bir ağızdan bağıran çocuklar belki de yirminci kez sarılıp öpüştü.
Bu karşılamada Sophie biraz geride duruyordu. Çocuklar arabadan indiklerinde sarılıp onu da öp
————
1 Yıldızçiçeği: Çiçekleri katmerli, yıldız biçiminde ve türlü renklerde bir süs bitkisi.
2 Rezedeçiçeği: Muhabbet çiçeğigillerden 1,5 m yüksekliğinde, tohumlarından kandil yağı, çiçeklerinden sarı boya çıkarılan otsu bir bitki.