Sophienin Yaramazlıkları ve Tatil romanlarının olayları arasında kalan zaman boşluğunu bu üçüncü romanın ilginç olayları dolduruyor. Sophienin dünyası ile Camille ve Madeleine adlı iki küçük kızın yaşadıkları dünya, birbirine taban tabana zıt olan iki eğitim ve yetiştirme anlayışının karşılaşması anlamına geliyor. Otoriter bir kişiliğe sahip olan ve eğitimi şiddet uygulayarak gerçekleştirebileceğini sanan Sophienin insafsız üvey annesi, sadece yanlış bir yetiştirme tarzının temsilcisi değil, biraz da kötünün cisimleşmiş hali. Sophie, anlayışlı, hoşgörülü, sabırlı ve sevgi
dolu Madam de Fleurville sayesinde gerçek benliğine kavuşuyor.
Küçük Örnek Kızlar: Farklı iki yetiştirme tarzı.
***
ÖNSÖZ
Elinizdeki kitap, 19. yüzyılın başlarında soylu bir Fransız ile evlenip Fransa’ya yerleşen Rus asıllı Comtesse de Ségur’ün yazdığı Sophie’nin Yaramazlıkları ve Tatil adlı çocuk romanlarının üçüncüsü. Aslında önceki iki romanı okumuş olanlar hemen göreceklerdir: Bu romanda yaşanan olaylar, zaman olarak bu iki romanın arasına rastlamaktadır. Ne demek bu “zaman olarak öteki iki romanın arasına rastlamak” diye soracak olursak, ilginç bir sonuç çıkacaktır: Bir edebiyat metninin, diyelim ki bir öykünün, bir romanın olaylarının geçtiği zaman, edebiyat kavramıyla söyleyecek olursak “kurmaca” zaman, yazarın elinde, istediği gibi oynadığı, şekil verdiği bir balmumu, oyun kili gibi bir şeydir. O isterse bir öykünün, bir romanın geçtiği zamanı yüzlerce yıl öncesine götürebilir; isterse, henüz kimsenin yaşamadığı, belirsiz bir geleceğe taşıyabilir. Romanın, öykünün olayları, kişileri, akla gelebilecek her şey onun elinde, gönlünce kullanabileceği bir malzemedir. Bu malzemeyi ona niçin veririz ve her şeyle istediği gibi oynamasına neden ses çıkartmayız?
Biraz zor bir soru. Gündelik hayatımızda herkesten ciddiyet, dürüstlük bekleriz. Bize yaşananları, kişileri, ilişkileri gerçek halleriyle anlatmasını, yazmasını isteriz. Çünkü doğru bilgilenmek, okulda olsun, dışarıdaki hayatımızda olsun, vazgeçemediğimiz bir ihtiyaçtır. Peki bu durumda, bir yazar yalan mı söylüyor, bizi birkaç bin seneden beri aldatıyor mu edebiyat ve edebiyatçılar? Çünkü belki de Gılgamış Destanı’nı da sayarsak, dört beş bin sene öncesinden gelen, sözlüden yazılıya geçmiş metinler ortalıkta dolaşmaktadır.
Bir bakıma bu soruya rahatlıkla “evet” cevabı verebiliriz. Edebiyatçılar, yazarlar destanlarıyla, öyküleriyle, romanlarıyla bizi bir bakıma aldatıyorlar yüzyıllardan bu yana; çünkü kendi hayal ettikleri, tasarladıkları, gerçekteki dünyadan farklı olan bir dünya yaratıp bizi içinde dolaştırıp duruyorlar. Bunun en çarpıcı örneği, ilk büyük roman sayılan Şövalye Don Kişot’un maceralarını anlatan o büyük eserdir; Şövalye, kafasında kurduğu, hayali bir dünyayı gerçek dünyanın yerine koyup kötülüklere saldırır. Aslında ortada böyle bir şövalye yoktur. Cervantes adlı büyük İspanyol yazarı, kafasında hayali bir dünya kuran bir şövalye ve yardımcısını bize anlatırken bizi iki kere aldatmış olur. Çünkü, hayal kuran bir şövalyeyi hayal ederek, tasarlayarak kurmuştur bu romanı.
Peki niçin yapar yazar bunları?
En başta okura bir şeyler söylemek için. Onun kafasında bir derdi vardır, hayat hakkında çözülmesi gereken sorunlara vereceği ya da vermeye çalıştığı cevaplar bulunmaktadır.
Edebiyat tarihi denen ve ele geçmiş edebiyat metinlerini değişik kaygılara göre sınıflandıran bir bilim kolu bulunmaktadır. Bu sınıflandırma, zamanla “çocuk ve gençlik edebiyatı” diye bir üst başlık oluşturup, bu başlığın altına yazılagelmiş bütün metinleri topladı ve çocuk/gençlik edebiyatını öteki edebiyat metinlerinden ayıran özellikleri belirlemeye çalıştı. Başlangıcında, 18. yüzyılda daha çok eğlendirici, ufuk açıcı olan çocuk/gençlik edebiyatının, 18. yüzyılın içlerine doğru daha çok öğretici, eğitici olmaya yöneldiğini biliyoruz.
Comtesse de Ségur’ün çocuk romanları da bu eğitici, öğretici, ahlak dersi veren kitaplara tipik birer örnek sayılıyor. Öyleyse romanın yazarının bir amacı bulunmaktadır. Eğitmek, doğru davranış ve tutumu göstermek, sadece eğitilenin değil aynı zamanda eğiticinin, yetiştiricinin önüne “kılavuz” koymak.
Kısacası, bir yazar olarak Comtesse de Ségur bizi aldatıyor. Hem de gerçek hayata, kendi yakın çevresine bakarak da olsa, kendi kurduğu “bir dünyayı” okura dersler verecek şekilde “anlatıyor.” Gerçi bizi, ünlü İspanyol Cervantes gibi iki kez aldatmıyor, hem hayal kuran bir kahramanı anlatan hem de hayal kuran bir kahraman varmış gibi yapan biri değil; tersine, romanına yazdığı küçük bir açıklamada “Benim örnek kızlarım bir hayal ürünü değiller” gibi biraz tuhaf bir açıklama da ekliyor: Sanki onların gerçek hayatta birer karşılığının bulunması, vereceği derslerin inanılır ve güvenilir olmasının bir garantisiymiş gibi. Tuhaf bir açıklama gerçekten de.
Bir romanın, öykünün inandırıcı olması, amacına ulaşması, çocuk edebiyatının bu öbeğinde olduğu gibi, küçüklere ya da anne babalara öğüt verirken ayağını sağlam basması, öyküsünün, romanının geçtiği yerlerin, kişilerin, hatta yaşananların gerçek hayatta bir karşılığının bulunmasına bağlı değildir.
Kaldı ki, biraz düşünürsek “gerçek hayat” da neyin nesi, diye de sormamız gerekebilir. Çünkü hem tanıtımdan hem de önceki romanlardan bilmekteyiz: Roman yazarının hayatı, 18. yüzyılın ortasındaki soylu, aristokrat dediğimiz, 18. yüzyılın sonuna doğru artık iyice gücünü tüketen, hani biraz da “müzelik” olan, fosilleşmeye doğru yola çıkmış toplumsal bir öbeğin içinde geçiyor. Öyleyse onun hayatının daha o dönemde bile ne kadar “temsili” olduğu haklı olarak sorulacak bir soru?
Verdiği öğütler, ahlak dersleri, içinde yaşadığı dönemin, toplumun, dünyanın çok dar bir alanına sıkışmış hayatlardır. Ama olsun, zaten biz de onu okurken, aslında buradan hayat dersi almaya çalışmıyoruz, farkında olalım olmayalım, geçmişteki bir dönemde, dünyanın belli bir yerinde ve belli koşullar altında insanların, özellikle çocukların yaşadıklarına, heyecanlarına, sevinç ve kaygılarına ilişkin çok şey öğreniyoruz. İşte bu açıdan bakıldığında, Comtesse de Ségur bize “anlattıklarım gerçek” dediğinde, bir pencere aralamış oluyor ve o dönemin soylular sınıfındaki çocukların hayatına bakmamızı sağlıyor.
Diyeceksiniz ki, genel geçerli başka alınacak dersler yok mu?
Kitap, önce okuduğunuz öteki iki kitabın (Sophie’nin Yaramazlıkları ve Tatil) olaylarının geçtiği zaman diliminin arasında yaşanan olayları ve ilişkileri anlatıyor. Camille ve Madeleine, anneleri Madam de Fleurville ile şatoda yaşamaktadırlar. Babaları ölmüştür. Bir gün yakınlarında bir yerde bir kaza olur. Kazada yaralanan küçük kız ile annesi bu şatoda bir süre, toparlanıncaya kadar kalmak üzere şatoya misafir edilir. Ancak küçük kız ile ötekiler çok iyi anlaşınca, hep birlikte yaşamaya başlarlar. Kadının adı Rosbourg’tur, kocası ise Tatil romanından bildiğimiz deniz kazasında kaybolan kaptandır. Camille ve Madeleine örnek kızlardır; saygılı, terbiyeli, ağırbaşlı, uslu, akıllı ve özellikle de hoşgörülüdürler. Kaza sonucu şatoya yerleşen küçük kız Marguerite yaşça onlardan küçüktür, benzer özellikleri taşımakla birlikte biraz sinirli, çabuk öfkelenen biridir. Yakınlarda ise üvey kızı Sophie ile birlikte Madam Fichini yaşamaktadır; sonradan görme, kibarlığı, asaleti sindirememiş biridir. Sophie’ye kötü davranmakta, yapmadığını bırakmamaktadır. Derken, Sophie ile öteki kızlar tanışır; Madam Fichini seyahate çıkmaya karar verir ve Sophie’yi Bayan Rosbourg’a emanet eder. Yeni bir eğitici tanımış olan Sophie, üvey annesinin sertliği ve insafsızlığı yüzünden geliştiremediği iyi özelliklerini ortaya koymaya başlar.
İki Zıt Eğitim–Yetiştirme Tarzı
Roman karşımıza iki eğitim-yetiştirme anlayışı ya da tarzı çıkartıyor: Biri Sophie’nin üvey annesi Fichini’nin cezalandırıcı, hoşgörüden uzak, sabırsız, otoriter, ne istediği belli olmayan tarzı; ötekiise sabırlı, anlayışlı, affetmeye hazır, çocukların yaptıkları hatalardan ders almalarını isteyen, onları vicdanlarıyla baş başa bırakan, her insanın içinde yok olmaz bir “iyinin” bulunduğuna kesinlikle inanan, sevgi dolu bir anne modelinin eğitim ve yetiştirme anlayışı olan Madam de Fleurville’in tarzı.
Hiç kuşkusuz, bu eğitim-yetiştirme anlayışının altında o dönemin yaygın tarz ve anlayışlarının klişeleri yatmaktadır. Victorian çağ denen 18. yüzyıla hâkim çağın ahlak anlayışı, büyük küçük demeden herkesi ahlaki bir “korse” içine sıkıştıran bir anlayıştır. Daha çok da görünüşü kurtarmaya yönelik bir çağdır sanki. Bu roman bize dış çerçevesi aynı olan bir ahlak anlayışının içinde izlenmesi gereken yolu göstermesi açısından ilginç. Çünkü her iki kadın da çocukları hangi yoldan olursa olsun, kendi soylu dünyalarında geçerli, büyüklerce konmuş ilkelerin, değerlerin doğrultusunda eğitiyor. Biri otoriter, ötekideğil. Benzer eğitim-yetiştirme tarzları bir bakıma günümüzde de çatışmakta değil midir?
Öte yandan yazar, kendi yaşadığı dünyanın dışında da soylu, asilzade dediğimiz sınıfın dışında koskoca bir dünya olduğunun farkında. Hele o yüzyılda, ihtişam ile yoksulluk arasındaki fark diz boyu; zorunlu eğitim, üst sınıflar için bile henüz emekleme aşamasındaydı. Comtesse de Ségur’ün bu romanı yazdığı yıllardan şöyle bir yirmi yıl sonra aynı ülkeden Zola’nın yazdığı Germinal’de, çocuklar maden ocaklarında 16-18 saat çalışmak zorundaydılar. Yoksulluğun, sefaletin adını koymak bile zordu. Bu durumda, yoksula, zavallıya “iyilik” yapma ilkesi de sözünü ettiğimiz ahlaki davranışın ayrılmaz parçası olmaktadır. İşin bu boyutu, eğitim-yetiştirme ilkelerinin dinsel bir niteliğe bürünmesi anlamına geliyor. Romanın içeriğinde zenginlik ve fakirlik, Tanrı’nın belirlediği bir kader çizgisinin sonucudur. Her şey Tanrı’nın takdirine kalmıştır. Öyleyse, zengin olmasına Tanrı katınca karar verilmiş kişi, ötekine yardım elini uzatmalıdır.
Veysel Atayman
Aralık 2004, İstanbul
KÜÇÜK ÖRNEK KIZLAR
ÖNSÖZ
Benim küçük örnek kızlarım hayal ürünü değildir. Kendimi kusursuz tipler yaratmanın çekiciliğine kaptırmadan, onları oldukları gibi, hatalı yanlarıyla da anlatmam, sanıyorum bu kızların gerçekten var olduklarının en önemli kanıtıdır. Ayrıca bu satırların yazarını tanıyan herkes Camille ve Madeleine’in varlığından emindir.
Comtesse de Ségur,
doğumunda Rostopchine.
I
CAMILLE İLE MADELEINE
Madam de Fleurville, iyi huylu, nazik, sevimli ve büyük bir sevgiyle birbirlerine yürekten bağlı iki küçük kızın annesiydi. Çoğu kez erkek ya da kız kardeşler kendi aralarında tartışıp çekişirler, daha sonra da kimin haklı kimin haksız olduğuna karar veremeyerek anne babalarına birbirlerini şikâyetederler. Oysa Camille ile Madeleine arasında hiçbir zaman böyle bir tartışma olmazdı. Bazen biri, bazen diğeri öbürünün isteğine uyardı.
Bununla birlikte beğenileri tamı tamına aynı değildi. Madeleine’den bir yaş büyük olan Camille sekiz yaşındaydı. Daha canlı, daha hareketli olan, gürültülü oyunları sakin olanlarına tercih eden Camille koşmayı, gürültülü patırtılı ortamları severdi. Bir sürü çocukla bir arada oynamaktan büyük bir zevk alır, adeta kendinden geçer, acayip eğlenirdi.
Madeleine ise, aksine, kendi oyuncak bebeği ile Camille’in bebeğine bakmayı, onlarla oynamayı tüm bu gürültülü oyunlara tercih ederdi; Madeleine olmasa Camille’in oyuncak bebeği sıksık geceyi iskemle üzerinde geçirmek, üç dört günaynı çamaşır ve elbiseleri giymek tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı.
Bununla birlikte, beğenileri arasındaki farklılık onların kusursuz birlikteliklerine engel olmazdı; Madeleine, kız kardeşi gezintiye çıkmak ya da koşmak istediği zaman kitabını ya da oyuncak bebeğini memnuniyetle bir yana bırakırdı. Camille de, Madeleine