Küçük Nils Holgersson’un Yabankazlarıyla Maceraları | Selma Lagerlöf


Selma Lagerlöf, çocuk kitabı alanında hâlâ aşılmayan bir örnek sunuyor. Yazar, döneminde kuru, sıkıcı hayat bilgisi derslerini ilköğretimin çocukları için ilginç hale getirmek amacıyla, bir öğretmen arkadaşının önerisi üzerine iki yıllık inceleme ve araştırma sonucunda bu metni tamamlamıştır. Daha yayımlandığı yıl dünyanın dört bir yanından gelen çocuk ve veli mektupları, metnin bir dünya klasiği olacağını göstermeye yetmiştir. Dünya çocuklarının ellerinden düşürmedikleri, çizgi film olarak ekranlarımızdan eksik olmayan “Nils’in” öğretici serüvenlerinin romanı, büyükleri de eğitim politikaları üzerinde düşünmeye davet ederek bambaşka bir işlevi daha yerine getiriyor.

Küçük Nils Holgersson’un Yaban Kazlarıyla Maceraları: Uçarak öğrenmek.

***

ÖNSÖZ

Kuzey’in en büyük aynı zamanda da en son masal anlatıcısı Lagerlöf’ün hayatına baktığımızda, romantizmden uzak, tekdüze, burjuvalara özgü sıradan bir yaşantının bütün belirtilerini bizzat Lagerlöf’de bulabiliriz. Böyle bir yaşama tarzını göz önünde tutarak eserlerindeki o müthiş fantastik zenginliği nereden edindiği sorusunu kendimize sorduğumuzda, hayret etmekten kurtulamayız. Bu tuhaflığın farkındaymışçasına bir keresinde, o geleneğe bağlılığıyla, töre ve âdetleriyle, efsaneler bakımından zengin Marbacka’da dünyaya gelmemiş olması halinde kesinlikle bir yazar olma şansının da olmayacağından söz eder. Teğmen Lagerlöf’ün, babadan kalma eski çiftliğinde 1858 yılında dünyaya gelen bu kız, daha üç yaşındayken iyileşmesi imkânsız görünen bir kalça bozukluğunun belirtilerini göstermeye başlar. Belki de yarı felç olan bacağının kendisinden esirgediği gezip görerek tanıma imkânının eksikliğini, hayal gücünü, fantezi üretme yeteneğini geliştirip zenginleştirerek gidermek zorunda kalmıştır. Bunu benimsenebilir bir açıklama sayabiliriz, çünkü kardeşleri bahçede, dışarıda gülüp oynarken, onun babaannesinin dizleri dibinde sessizce oturup, anlattığı masalları, efsaneleri, renkli, serüven dolu Kuzey öykülerini dinlediğini Lagerlöf’ün hayat hikâyesinden çıkartıyoruz. Gösta Berling, Jerusalem gibi eserlerinin yanı sıra elimizdeki metnin kaynağını da, büyük ölçüde Vaenersee diye bilinen İsveç’in kuzeyindeki büyük gölün kuzey kıyısında kalan bölgeye ilişkin öyküler ve masallarda bulabiliriz.

Küçük Selma Ottillia’nın (Lagerlöf) hayatı, başlangıçta, ileride edebiyatın en tanınmış simalarından biri olmaya aday bir insanın hayatına ilişkin hiçbir belirti sunmamıştı. Tersine, beceriksiz, hayatı tanımayan baba Lagerlöf, Marbacka çiftliğini borçla batırmış, 1888 yılında da elden çıkarmak zorunda kalmıştı. Bu durumda Selma Lagerlöf için öğretmen olmaktan başka bir çare kalmamış gibiydi; genç kız Stockholm’de seminerlere katılmaya başladı.

O dönemde aynı seminerlere devam eden sınıf arkadaşlarının anlattıklarına göre, Selma Lagerlöf, dost canlısı, sevimli, ama içine kapalı bir kızdı; her zaman geride durmayı tercih ederdi. Arkadaşlarından çok azı, bu çekingen görünümlü kızın, daha o günlerde, gerçekliği hayal dünyasında aşan, mucizenin büyüsüyle, fizikötesi olanın yardımıyla gerçeklik üzerine yükselen ilk yazma denemelerini yaptığını biliyordu.

Selma Lagerlöf küçük bir kasaba olan Landskrona’da öğretmen olarak göreve başladıktan kısa bir süre sonra, Gösta Berling adlı ilk romanı yayımlandı. Roman, onun gizliden gizliye kovaladığı, özlemini çektiği başarının anında gelmesini sağlayacaktı. Roman, edebiyat dünyasının aniden bu yeni yeteneğe kulak kabartmasına yol açtı. Bu adı sanı duyulmamış genç kız kimdi, neyin nesiydi; bu dâhiyane anlatma yeteneğinin kaynağı neydi? Bu romanın ardından, sonraki yıllarda birbirini izleyen metinler, başarı zincirini uzatırken, yüzyılın hemen başında yayımlanan ve kutsal topraklara göç eden İsveçli köylülerin hayatını anlatan Jerusalem (Kudüs), Lagerlöf adının bütün dünyada duyulmasını sağladı.

Kitaplardan gelen gelir, öğretmenlik yapma mecburiyetini ortadan kaldırınca, kendini tamamen yazmaya veren Lagerlöf, ömür boyu dostluk ettiği Sophie Elkan ile Akdeniz ülkelerine, Filistin’e seyahatler yaptı; 1908 yılında, on yıl önce babasının maddi sıkıntılar yüzünden elden çıkartmak zorunda kaldığı çiftliği yeniden satın aldı ve 1940 yılında, hayata gözlerini kapayana kadar orada yaşadı ve yazdı.

Selma Lagerlöf’ün iç dünyası çalkantılarla dolu, derin, fantezileri sınırsız bir dünyaydı; ama yüzeydeki yaşantısı, başta da söylediğimiz gibi, tekdüze, dışa kapalı, biyografi yazarlarına fazla malzeme sunmayan bir görünümdeydi. 1909 yılında, İsveç Akademisi’nin Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı; 1914’te Akademi’ye kabul edildi.

Yazarın, en üretken döneminde kaleme aldığı elimizdeki metnin ilginç bir gerçekleşme öyküsü bulunmaktadır. Metin başlangıçta, İsveç eğitim sisteminin ihtiyaçlarına cevap verecek bir okul/ders kitabı olarak düşünülmüş, ama neredeyse bütün bir dünya gençliğine armağan olma özelliği kazanmıştır. Günümüzde yaklaşık 40 dile çevrilmiş olan bu metnin “fikir babası” aslında Lagerlöf’ün arkadaşı olan bir öğretmendi. Bizim hayat bilgisi, yurttaşlık bilgisi diye tanıdığımız derse yakın bir ders alanına yönelik kitapları, dolayısıyla da yapılan dersleri alabildiğine kuru, sıkıcı, hayal gücünden yoksun bulan arkadaşı, yazara eskimiş, modası geçmiş gördüğü böyle bir dersin içeriğini canlandıracak bir şeyler yazmasını önermişti. Ülkenin kırsal kesiminin, halkın, insanların canlı bir anlatımını sunmak, bunu yaparken, okul sıralarında hayatı tanımaya çalışan “küçük beyinleri” ürkütmeden, zorlamadan, bilgiyi onlara ulaştırmak, düşünce olarak güzel, ama proje olarak herhalde çok zor bir hedefti. Bu yüzden olacak, başlangıçta kendisine cazip gelen bu öneriyi hayata geçirme konusunda Lagerlöf’ün epey bir tereddüt ettiğini öğreniyoruz.

Lagerlöf’ün bir süre açmaya cesaret edemediği bu “kapı”, aslında sadece geçmiş yılların değil, günümüzün de en önemli pedagoji sorunlarının çözülmemiş halde durduğu bir karanlık odanın kapısıdır. Sadece hayat bilgisi değil, neredeyse matematikten, coğrafyaya bütün bir ders kitapları ve bu kitaplarla birlikte programlanan ders içerikleri, günümüzde hâlâ kuru, süzme, sayılara, verilere indirgenmiş bir bilgiyi öğrenciye dayatıp durmaktadır. Yetmiyormuş gibi, yüksek öğrenime giriş sınavlarının iyice ölçülebilirkıldığı bilgi ve başarı, kuru ve sıkıcı da olsa, genelden özele inen, özeli genele doğru değerlendiren bir bilgi yerine, “sonuç çıkartıcı”, salt ölçülebilir verilere indirgenmiş bir eğitim-öğretim sistemini, bütün sakıncalarıyla birlikte ilkokullara doğru yaymıştır.

Buradan bakıldığında, geçen yılların, “kuruluğuna”, “hayal gücünden yoksunluğuna” rağmen, sonuçları ezberletmeyi ikinci plana itmiş eğitimi bile aranır olmuşsa, Lagerlöf’ün “projesi” bir tür eğitim ütopyası örneği sunuyor demek yerinde olacaktır.

Lagerlöf görevini hafife almadı elbette. İki yıl boyunca jeoloji, çiçek, bitkibilim, hayvanbilim konularını didik didik eder, tarih yazılarını, öteki bilgi alanlarını inceler ve Norrland’a bir inceleme gezisini de bu çalışmaların arkasına ekler. Ancak 1905 yılında, bütün bu birikimi bir “kuşun gezisi” biçiminde kaleme alma düşüncesi ağır basar. Bu düşüncenin kaynağı da, Lagerlöf’ün Marback’ta geçen çocukluk yıllarında babaannesinin anlattığı masallar, efsanelerdi, ama vesile, Lagerlöf’ün bir gün tesadüfen karşısına çıkan bir kaz çobanı oldu.

“Kapıyı açma” zamanı gelmiş, Lagerlöf, en üretken olduğu yıllardaki alışkanlığı doğrultusunda gece gündüz demeden, bir tür kendinden geçmişlik içinde yazmaya başlamıştı. Ve metni oluşturan iki bölüm de 1906-1907 yılları arasında kısa aralarla yayımlanınca, ortalık gerçekten ayağa kalkacaktı. Eğitimcilerin yanı sıra edebiyat eleştirmenleri de, inanılmazın başarıldığını, eğitim kaygıları ile sanatsal kaygıların eşsiz bir biçimde birbirini tamamladıkları bir metnin ortaya çıktığını kabul ederken, asıl hedef kitle olan öğrenciler tek kelime ile “coşmuştu”. Lagerlöf, artık orta yaşını çoktan geçmiş, çiftliğinde, hayatın ikinci yarısını yaşamaya hazırlanan bir kadınken, sadece kendi memleketinden değil, dünyanın hemen her köşesinden küçük okurların mektupları, ışıl ışıl meteor parçaları gibi, çiftliğin üzerine yağmaya başlamıştı. Herhalde hiçbir anneye kolay kolay nasip olmayacak bir mutluluğun parıltılarıydı onun çiftlik evinidolduran.

Elinizdeki metin, elbette, eğitim kaygısıyla belirlenmiş çok uzun iki metnin hepsini kapsamıyor. Kaldı ki, yazarın kendisi 1921 yılında bir ayıklama yaparak metinleri kısaltmış. Okuyacağımız metin bu kısaltılmış metnin içinden yapılmış bir seçki; gerek içerik gerekse edebiyat bakımından önemli ve bütünü temsil edici bölümleri, bir uyum içinde birleştiriyor. Bu seçki, bütünü okumanın yerini elbette tutmuyor, ama eserin bütününün önem ve anlamı konusunda canlı bir izlenim edinmemizi sağlayacağı gibi, bu haliyle de elimizden bırakamayacağımız bir kitap oluşturuyor.

Veysel Atayman
Kasım 2004, İstanbul

KÜÇÜK NILS HOLGERSSON’UN YABANKAZLARIYLA MACERALARI

GİRİŞ

Bir zamanlar bir çocuk vardı, adı Nils Holgersson’du. Güney İsveçli fakir bir çiftçinin oğluydu. Uzun boylu, sarı saçlı, iri yapılıydı. Fazla bir işe yaramayan bir çocuktu, en sevdiği şeyler ise yemek yemek ve uyumaktı. En çok da ortalığı karıştırmaktan zevk alırdı.

Bir pazar sabahı kiliseye giden anne babası onu evde yalnız başına bıraktı. Onlar dönene kadar İncil’den bir dinsel öğüt okuyup ezberlemesi gerekiyordu. Nils okumaya başladı, ancak kafası bir şey almıyordu, zaten kısa bir süre sonra da uykuya daldı. Uyandığında, annesinin büyük demir sandığının kapağının açık olduğunu gördü, sandığın kenarında ata biner gibi minnacık şişman bir cüce oturuyordu. Nils bulduğu küçük bir ağla usulca cüceye yaklaştı, ani bir hamleyle ağı üstüne atıp onu yakaladı. Cüce kendisini serbest bırakması için Nils’e yalvardı, ailesine bir sürü iyilik yaptığını söyleyip parateklif etti. Çocuk buna razı oldu, ancak şişman cüce ağdan henüz yarı yarıya kurtulmuşken verdiği sözden dolayı pişman olunca ağı tekrar kapattı. Tam o sırada suratına korkunç bir tokat yedi, tokatın tesiriyle de adeta yerinden uçtu ve başını duvara çarpıp olduğu yere yığılıp kaldı. Bayılmıştı.

Kendine geldiğinde, oda ona garip bir değişikliğe uğramış gibi geldi: daha büyük ve daha yüksekti, sanki bütün cisimler olağanüstü büyümüştü. Daha önce birkaç adımda ulaştığı masaya ulaşabilmesi için şimdi eskisinden on misli daha fazla adım atması gerekmişti. Bir sandalyenin üzerine, ancak sandalyenin bacağına güçlükle tırmanarak çıkabildi. Sonunda masanın üzerine ulaştığında, orada bulunan bir aynaya gözü takıldı. Birden aynanın içinden bir başka cücenin kendine baktığını gördü, birincisi kadar küçüktü bu da, ancak aynı kendisi gibi giyinmişti. Nils aynanın arkasına da bir göz attı, ama orada kimse yoktu. İşte o zaman kendisine büyü yapılarak şişman çirkin bir cüceye dönüştürüldüğünü, aynada gördüğü cücenin de bizzat kendisi olduğunu anladı.

Nils öylesine mutsuz oldu ki kendisini eski haline dönüştürmesi için az önce üstüne ağ attığı cüceyi aramaya başladı. Ancak ona hiçbir yerde rastlayamadı; ne evde, ne avluda ne de ineklerin bulunduğu ahırda. Bu sırada, birdenbire hayvanların dilini anlayabildiğini fark etti. Ama ne inekler, ne kedi ne de tavuklar ona yardım etmek istemedi, çünkü onlara her zaman kötü

Benzer İçerikler

Vadideki Tuzak

yakutlu

Balina Avcıları (Ünlü Çocuk Romanları – 2)

yakutlu

Çanakkale Savaşı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy