Bir sahil kasabasında düzenlenen müzik festivalinin başlamasına günler kala, organizasyonun başındaki iki kişi vahşice öldürülür. Gözler, festivali yasaklatmak için uğraşan tarikata çevrilir. Olay medyaya yansıyınca toplumsal bir gerilime neden olur. Başkomiser Perihan Uygur, son görevinde yaşadığı psikolojik travmadan dolayı izinde olmasına rağmen Cinayet Büro’ya döner ve soruşturmayı üstlenir. Cinayetler birbirini izledikçe işinin düşündüğünden de zor olduğunu anlayacaktır.
Tuna Kiremitçi’den polisiyeyle müziği buluşturan, nefes nefese bir roman. Polisiye okurlarının sevgilisi Başkomiser Perihan Uygur bir kez daha bizlerle.
1
Bir pencere vardı. Demir parmaklıklı, enine bir pencere. Tavana çok yakın. Ya çok küçüktü ya da gezegendeki tüm hayatı yutacak kadar büyük. İçeriden bakıldığında evreni dışarıda tutan, muazzam bir kara delik gibiydi. Bazen karanlık, bazen de Çernobil reaktörü patladığında o zamanlar henüz çocuk olan annesinin gördüğünü söylediği ışıklar misali aydınlık. Dışarıdan bakıldığındaysa basit bir pencereydi işte. Enine, sürgülü bir bodrum kat penceresi. İki beton bina arasındaki yarım metrelik boşluğa bakıyor ve gayet gariban görünüyordu.
O aralığa değil insanlar, fareler bile tenezzül etmezdi girmeye. Bedbaht göçmenlerin yaşadığı mahalleden yükselen Arapça, Afganca ya da kara Afrika dillerindeki şarkılar da ulaşmazdı iki binanın arasına. Haliyle, pencerenin ardındaki bodrum katının en rutubetli duvarına genç bir kızın sekiz gündür zincirlenmiş olduğunu kimse bilemezdi. Kız bilinci açıkken pencereye bakıp dışarıda gece mi gündüz mü olduğunu anlayabiliyordu. Günlerin geçişini fark ediyordu; akan zamanı. Bu kavrayış korkutmuyordu artık. Hissettiği yalnızca kederdi. Baştaki dehşet yerini bir daha göremeyeceğini artık bildiği ülkesine, dokunamayacağı sevdiklerine ve mühürlenmiş kaderine dair, melül bir acıya bırakmıştı.
Duvara zincirlenmiş, on dokuz yaşındaki bedenin ıssızlığına. Savaş başlayınca öleceğini düşünmüştü. Yaşadığı Jitomir şehri bombalandığında, evleri başlarına yıkıldığında… Abileri gibi bir silah kapıp cepheye koşmak en doğrusuydu. Mahallede bunu yapan kızlar vardı. Oysa o korkak davranıp ülkesini terk etmiş, hakkında hem güzel hem de korkunç şeyler duyduğu bu şehre gelmişti. Otogarda kendini Polonyalı olarak tanıtan o ince sesli adamla tanışmıştı. Savaştan kaçanlara yardım ettiğini söylemiş, kızı diğer mültecilerin yanına götürmek vaadiyle arabasına bindirmişti. Koluna arabaya biner binmez saplanan iğnenin acısını hissedebilmişti sadece. Sonrası karanlıktı. Gözlerini bu bodrum katında açalı kaç gün olmuştu? Hayat kaç kez yanıp sönmüştü o pencerede? Günlerdir yaşadıkları, bilinciyle arasına kalın bir duvar örmüştü. Duvar bazen alçalıyor ama asla ortadan kalkmıyordu. Zaman anlamını yitiriyordu böylece. Her uyandığında kendini aynı üç kasvetli boyutun arasında, acı içinde buluyordu kız. Kolları ve ayakları, kapıyla pencere arasındaki kısa duvara zincirlenmişti. Altında kendi kanıyla lekelenmiş, beyaz bir şilte vardı. Üzerinde her gün yeni bir şey denemişti adam. Her gün bir başka kanlı oyun. Bir cerrahın kendinden emin tavrıyla yapmıştı hepsini. Çığlıkların duyulmayacağını bilmenin rahatlığıyla. Jilet kesikleri artık eskisi kadar acı vermiyordu. Bir zamanlar sağ göğsünün olduğu yerde kanlı sargılar vardı.
Yaralar kabuk bağlamıştı neredeyse. Ağrıları dayanılmayacak gibi değildi. Saçları kazınırken tahriş olan kafa derisi ise yanmaya devam ediyordu. Adam o kötü kokulu merhemi her uğradığında sürmese, muhtemelen acı çok daha büyük olacaktı. İşin aslı, adam ona iyi bakıyordu. Bilinçli olduğu sürenin uzamasına izin vermiyordu.
İğneyi kızın toplardamarına saplayıp sonuna kadar boşaltıyordu şırıngayı. Onu doyurmayı da ihmal etmiyordu; görünüşü lapaya benzeyen bulamaçla. Hayatta kalmasına yetecek kadar. Akik taşı gibi siyah gözleri vardı adamın. Öyle donuktular ki, kız onların etrafında bir insan yüzü tahayyül edemiyordu. Sırtını zincirlerinin bağlı olduğu duvara yaslayıp iğnenin damarına saplanmasını bekliyordu. Hatta unutacak diye korktuğu oluyordu bazen. Uzun süre uyanık kalacak mecali de cesareti de yoktu. Yaşadığı acıları, pencereden sızan kirli ışığı ve tavandaki iki borunun biteviye vınlamasını unutturan iğne, bir ödüldü adeta. Hak etmek için yaptığıysa benliğinden her gün biraz daha uzaklaşarak adama beklediği şeyi sunmaktı. İnsan olmaktan vazgeçmek. Her şeyin bitmesini isteyeceği eşiğe gelmemişti henüz. Ama yaklaştığını hissediyordu. Kimse buna dayanamazdı. On dokuz yaşında, sağlıklı bir kız bile olsa. Ailesini, büyüdüğü evi düşündü.
Orada çalan şarkıları. Sovyet zamanından kalma toplu konutlardan birindeki dairelerinden nefret ederdi. Oysa şimdi o bile, tutunmak istediği bir anıya dönüşmüştü. Birkaç gün öncesine kadar bir hayatı olduğunun kanıtına. “Uyku zamanı Anna… Tatlı rüyalar.” Adamın ince, kadınsı bir sesi vardı. Rusçayı farklı bir tonlamayla konuşuyordu. Vurguları daha kısa, güvensiz bir şiveyle. Kızınsa gücü yoktu düşünmeye. Can çekişen varlığından geriye basit, kararsız güdüler kalmıştı. Toplardamarına giren iğnenin acısını hissetti. Saniyeler içinde kalbinin deli gibi çarpmaya başlayacağını, nefesinin hızlanacağını, tam o kâbus ruhunu yutmak üzereyken karanlığın vantuzlarının zihnine yapışacağını biliyordu. “Niye?” diye inledi, kendinden geçmeden önce.
“Bunu bana niye yapıyorsun?” Adam gülümsedi. Yavaş öğrenen öğrenciye anlayış gösteren öğretmen gibi. Ceketinin cebinden çıkardığı tüpten diğer avucuna o sarımsı, kekre kokulu kremi sıktı. Sonra telaşsız hareketlerle, kızın saçsız başındaki deriye sürmeye başladı. Tahriş olmuş dokular kremi emiyor, kızın donuklaşan gözleri artık meraksız bakıyordu. Bilinci onu bırakıyordu. Şimdi ne karanlık bir bodrum katında zincirlenmiş olmanın ne kesilmiş göğsünün ne de insanlığının elinden alınmasının önemi vardı. “Aferin sana…” dedi adam. Kızın sağ eli on santim kadar havaya kalktı. Hayata tutunmaya çalışır gibi. Adam onun kırılmış tırnaklarına, yara içindeki parmak uçlarına baktı. Hepsi gözlerini bodrumda zincirli halde açtığı ilk gün, pencereye panik içinde tırmanmaya çalışırken olmuştu. Aptal kız. Hep aptal oluyorlardı zaten.
Derken küçük, kırık tırnaklı el yavaşça alçaldı. Buz mavisi gözbebekleri yukarı kaydı, kirpikler titreşti. Sargılar içindeki göğüs inip kalkmaya başladı. Aşırı hızlanmış nabız sanki odanın duvarlarında yankılanıyordu. Kar maskeli adama en çok zevk veren anlardandı bu: 200 miligram pental sodyumun kızın bedenine yayılırken onu adeta felç etmesini, her defasında büyülenerek izliyordu. Kızın ilk birkaç dakikada kalp krizi geçirmesi ihtimaliyse en heyecanlı kısımdı. Bazen içinden dozu artırmak gelse de başarıyordu kendine hâkim olmayı. Adamın zihninde düzensizliğe yer yoktu. Öyle yetiştirilmişti. Kızın nabzı gittikçe yavaşladı, ameliyatlı göğsü eskisi gibi inip kalkmaz oldu. Sakin, huzurlu bir ifade belirdi yüzünde. Adamın günlerce farklı şeyler denemesi gerekmişti. Ama aradığını ne kızı yaralamanın hazzında ne akan kanın görüntüsünde ne de yankılanan çığlıklarda bulabilmişti. Sonra kızın saçlarını kazımış ama aletinde en ufak bir canlanma hissetmemişti. O zaman da öfkelenmeye başlamıştı. Başarısızlığına tanık olan kızdan nefret ediyordu.
Cerrahi bilgisiyle göğüslerden birini aldığında da durum değişmemişti. Artık pental sodyumu günde iki kez kullanmak zorundaydı. Bunu yapmazsa kız çığlık atmadan duramıyor, sesi kısıldığı zaman da yaralı hayvanlar gibi inleyerek adamın asabını bozuyordu. Altıncı günün sabahında, dikkatini daha önce önemsemediği bir şey çekmişti. Kızın az önce akan kanından birkaç damla vardı beton zeminde. Ne hikmetse o an karşı koyamadığı ve sanki DNA’sına nesiller önce kazınmış bir güdüyle, kan damlasına sürdüğü parmağını ağzına götürmüştü. İnsan kanı dilinde dolaşırken, beklediği mucizenin birkaç saniye içinde gerçekleştiğini hissetmişti: Artık kaskatıydı aleti. Çok uzun zamandır ilk defa. Bunu daha önce nasıl düşünememişti? Önceki kızlarda neden böyle olmamıştı? Belki her şey Anna’yla ilgiliydi. Belki de nihayet şansı yaver gitmişti. Demek içilip soğurulmayı bekleyen, insan formunda bir gençlik pınarı vardı karşısında.
Keşfinin coşkusu öyle büyüktü ki ağlamak gelmişti içinden. Sokağa fırlayıp bulduğu damarı mahallenin Arap, Afgan, Afrikalı sakinlerine anlatmamak için kendini zor tutmuştu. Onu durduran başına bela açma korkusu değildi sadece. Kıskanç tabiatlıydı. Hazinesine başka kimsenin dokunmasına izin veremezdi, asla. Hemen açtı kızın koluna ikinci gün taktığı direni ve çekebildiği kadar kanı doldurdu boş bir ilaç şişesine. İlk deneme için yeterliydi. Dozu yavaş yavaş artırırdı nasıl olsa. Günün son işi olarak kızı videoya çekmeyi de ihmal etmedi. Dikkatle tarihlendirdiği videolar, projesinin en değerli kısmıydı. İnternetin karanlık tarafında tanesine çuvalla dolar ödeyecek kişilerin olduğunu duymuştu. Hatta takıldığı kumar sitesinde biriyle temas kurmuştu bile. Bodrum katını terk etmeden dönüp tekrar baktı misafire.
Gitmesine şu an izin verse kız insanlığına tekrar dönebilir miydi? Hayır, beraber o sınırı geçmişlerdi. İşi yarım bırakmak artık ikisine de haksızlık olurdu. Otogarda tanıştıkları sabahı hatırladı. Sekiz gün önceydi. Sinsi bir yağmur yağıyordu. Kız masada önünde bir bardak çayla oturuyor ve ağlayarak biriyle telefonda Ukrayna dilinde konuşuyordu. Çamurlu botlarının dibinde küf yeşili, küçük bir bavulla. Adam ilk bakışta anlamıştı aradığını bulduğunu. İyi bir iz sürücü anlardı. Hep öyle olmuştu. Merdiveni çıktı, bodruma açılan kapıyı kapatıp asma kilidi taktı. Artık loş ve kasvetli odasındaydı. Seksenli yıllardan kalma eşyayla dolu, dört metreye yedi metre büyüklüğündeki zaman tünelinde. Dışarıdan bakıldığında dikkat çekmeyen, iki katlı müstakil bir evin iç duvarları. Evim, güzel evim.
Burnunu çekti, kan kokusunun salona kadar ulaşmadığından emin oldu. Dünyanın parasını saydığı havalandırma ve yalıtım sistemleri işe yarıyordu. Perdeleri açıp sokağa baktı. Ölgün, anlamsız bir sonbahar öğleden sonrasıydı. Kapının önünden içinde bangır bangır Türkçe rap çalan, bordo bir Murat 131 geçti, uzaklaştı benzinciye doğru. Bu semtte insanlar birbirlerinin evlerinde ve arabalarında olanları öğrenmemeye özen gösterirdi. Ancak kendi günahlarına yer vardı hepsinin omuzlarında. O yüzden burayı seçmişti. Boş şırıngayı ıslak mendille temizleyip koydu camlı büfenin en üst rafına. Ellerindeki kan ve ilaç kokusu hoşuna gitti. Aynaya yansıyan gri saçlı, gözlüklü, uzun yüzlü ve elleri kocaman adamı görmezden geldi. Hazır penisi iyice sertleşmişken zaman kaybetmek istemiyordu. En sevdiği koltuğa oturdu ve orta sehpadaki küllükte duran, yarılanmış esrarlı sigarayı yaktı. Arka arkaya iki derin nefes çekip söndürdü hemen. İçi içine sığmıyor, beklemek istemiyordu.
Önce içi kızın kanıyla dolu ilaç şişesini, sonra da pantolonunun fermuarını açtı. Birden, kapının çalındığını duydu. Muhabbet kuşu gibi öten zile bir kez basılmıştı. Kim olabilirdi? Meraklı bir komşu mu? İstememesine rağmen yine çöp var mı diye sormaya gelen ahmak bakkal çırağı? Şüphelenmiş bir bekçi? Kan kokusunu almış serserilerden biri? Zararsız bir dilenci? Bir ihbar? Adrenalinin bilincini ele geçirmesine direndi. Kontrol onun lakabıydı. Kötü ihtimalleri uzaklaştırdı zihninden. Evi hazırlarken her önlemi almış, bodrumdan sızacak seslere ve kokulara karşı en pahalı yalıtım çözümlerini düşünmüştü. Girip çıkarken dikkat çekmemeye özen gösteriyordu. Etrafta MOBESE kamerası olmadığından emindi. Kimse bir şeyden kuşkulanmış olamazdı. Hayır.
Zile bir kez daha basıldı. Yine o sinir bozucu, pili azalmış kuş. Kan şişesini sehpanın altına sakladı. Kalkıp kapıya doğru sessiz adımlarla yürüdü. Elini ceketinin cebine atıp silahın hâlâ orada durduğuna emin oldu. Yavaşça yaklaştırdı bir gözünü deliğe. Gördüğü şeye anlam veremedi. Kapıda orta yaşlı, gözlüklü, siyah kıvırcık saçlı bir kadın duruyordu. Bir an düşündükten sonra açmaya karar verdi. Boş yere mahallelide merak uyandırmanın âlemi yoktu. Kapıyı araladığında göz göze geldi kadınla. “Rahatsız ettim komşu…” dedi kadın mahcup bir sesle. “Mahalleye yeni taşındık, buralarda elektrikçi var mı diye soracaktım.”
“Yok…” dedi adam, kapıyı kapatmaya hazırlanırken. Nedense kadının içeriyi görmeye çalıştığı hissine kapılmış ve huzursuz olmuştu. “Kusura bakmayın bayan, iyi günler.” “Anladım…” dedi kadın elini kibarca kaldırarak. “Peki muhtarlık ne tarafta biliyor musunuz?” Adam karşısındakini büyük ablasına benzetmişti. Ablalarının meraklı ve çekilmez olanına. “Bilmiyorum muhtarlığın yerini…” diye yalan söyledi. “Esnafa falan sorun, yardımcı olurlar.” “Hay Allah…” dedi kadın. “Rahatsızlık verdim. Neyse, hayırlı günler.” Adam cevap vermeden kapattığı kapıya sırtını yaslayıp bir süre öylece kaldı.
Meraklı komşunun esrar kokusunu fark etmemiş olmasını umdu. Gidip tekrar oturdu koltuğa, huzursuzluğun geçmesini bekledi. Ama dağılmıştı dikkati. Penisi sertliğini kaybetmiş, o her zamanki meyus haline dönmüştü. İçi öfkeyle yanmaya başladı. Belki de şimdi şişedeki kan da işe yaramayacak, bodruma inip kızın üstünde yine çalışması gerekecekti. Kapı tekrar çaldı. Yine o bitik kuş sesi. Aynı utangaç dokunuş. Fırladı koltuktan, sessiz olmaya falan çalışmadan kapıya gitti. Siktir olup gitmesini söyleyecekti beyinsiz karıya. Sikik sorularını kocasına sormasını. Tam kapıyı açacakken, öfkeyle kalkanın zararla oturacağını söyleyen atasözünü her nasılsa hatırlayıp yavaşladı. Gözlerini kapayıp birkaç derin nefes aldı. Sonra yavaşça uzandı kapının kulpuna.
…