Nedim Gürsel bu romanında kendi “ruh ikizi”nin portresini çiziyor. Hayatıyla yapıtının, öznel coğrafyalarının dökümünü yapıyor bir bakıma. Paris’le İstanbul, Saraybosna’yla Diyarbakır, Yunan eşiyle Kürt sevgilisi, yaşam coşkusuyla ölüm korkusu arasında gidip gelen bir yazarın dünyasında dolaştırıyor okuru. Ve beklenmedik gelişmelerin yaşandığı bir yolculuğa çıkarıp azınlıkların yakın tarihiyle de buluşturuyor.
Kurmacayla otobiyografik unsurların ustaca harmanlandığı anlatının odak noktasındaki yazar Deniz Çakır’ın belki bir ayağı çukurda ama, ülkesinin aydınlık geleceğine inancı da tam. Ne var ki, otoriter yönetime meydan okuduğu için tutuklanmadan önce “Son Yolcu”yu yazabilecek mi acaba? Unutulmuşların, yüzyıllar boyunca zulme uğrayıp göçe zorlanmışların, yerlerinden yurtlarından koparılmışların acısını dile getirebilecek mi?
“Küçük sevgilisi aslında özgürlüğüydü onun, başının belası değil. Hem öyle olsaydı bile tatlı, akıllı, sevdalı bir genç kadındı. Bal akıyordu ağzından. Kara, kapkara bakışlarıyla Diyarbakır’ın ta kendisiydi. Dışı sert, içi yumuşak. İlle de bela aramak gerekiyorsa aynaya bakmalıydı.”
“Tarih ne cumhurbaşkanının nutuklarına ne de sapına kadar milliyetçi Osmanlı tarihçilerine bırakılmayacak kadar önemli bir alandır.”
Bekleyen ölülere
Bekleyen Penelope’lere
Ömer Akat’ın şahsında
Bütün Kürtlere
Ve “ekalliyet” dediklerimize.
İçindekiler
I …………………………………………………………………………….. 13
Emine Çakır …………………………………………………………… 37
II……………………………………………………………………………. 45
Derin Çakır ……………………………………………………………. 87
III ………………………………………………………………………….. 91
Dere-Balık ……………………………………………………………. 115
Fetih ve Fatih……………………………………………………….. 123
Boğazkesen…………………………………………………………… 127
IV ………………………………………………………………………… 134
Yorgo Sideris…………………………………………………………. 148
Neco …………………………………………………………………….. 159
V………………………………………………………………………….. 164
1
Önce bir fısıltı geldi kulağına, yumuşacık kısık bir ses “Hadi bakalım uyan artık” dedi belli belirsiz. Karanlıkta üzerine eğilen yuvarlak yüzü tanıdı. Annesiydi. “Geç kalıyoruz” diye devam etti ses, toprağın derinliklerinden geliyordu sanki, öylesine boğuk, gizemli. “Treni kaçıracağız.” Birden sıçradı yattığı yerden, gözlerini ovuşturdu. Başucundaki mavi karpuzlu lambayı yaktı sonra, uykulu gözlerle annesini süzdü.
Eşyalar ışıkta ele verdiler kendilerini. Lambanın yanında boz tüylü ayı, Çingene burnundaki halkayı çekiyormuş gibi homurdandı, masada dağınık kâğıtlara çizilmiş anne-baba-çocuk desenlerinin renkleri canlandı; maviler, kırmızılar, sarılar, pembeler, özellikle de pembeler uçuşmaya başladı havada. Anne pencereye yöneldi. Perdeyi çeker çekmez sabah alacası vurdu odaya, duvar halısındaki ceylanların pınarını aydınlattı.
Hızla kalktı yataktan, banyoda elini yüzünü yıkarken annesi odadan çıkmış, mutfakta demli çayını yudumlayan babasının karşısına çoktan oturmuştu bile. Üçü birden ellerinde bavullarıyla evden ne vakit çıktılar, iki cılız ata koşulu paytona nasıl bindiler, nal seslerinin yankılandığı dar sokaklarından geçip pencereleri kapalı basık evlerin önü sıra istasyona yöneldiklerinde atların sırtında şaklayan kamçının sesiyle nasıl ürperdi, şimdi pek iyi anımsamıyor. Annesinin kucağına sığınıp uyukladığını anımsıyor yalnızca. Bir de babasının sigarasından çektiği her nefeste parıldayan kırmızıyı.
Bacasından fışkıran kıvılcımlarla, oflaya poflaya perona yanaştı lokomotif, yanından hiç ayırmadığı boz ayısı gibi sabah ayazında soluk soluğaydı. Üçüncü mevkinin tahta sıralarından birine yerleştiler. Asker gibi yan yana dizildiler. Anne-baba-çocuk. İki buçuk kişiydiler. Karşılarında oturan kasketli, sakalı uzamış yanık yüzlü köylülere “Günaydın!” dedi babası. Köylüler birbirlerine baktılar önce, sonra babasına. İçlerinden biri “günaydın”a “selamünaleyküm”le karşılık verdi. Annesi susuyordu. Yolculuk boyunca hiç konuşmadı. “Hadi bakalım uyan artık!” Bu dört sözcükten son ikisi kulaklarında yankılanıyordu hâlâ. “Uyan artık! Uyan artık!” Ve birden uyandı. Tek başınaydı kompartımanda. Venedik’te Santa Lucia istasyonuna ayak bastığında da tek başınaydı. Elinde bavulu, rıhtımda kara bir tabut gibi bekleyen gondola adım atarken kanala düşecekti neredeyse. Kendini ıslak bankın üzerine bırakıp paltosuna iyice sarıldı. Dar kanal boyunca ilerlediler. Belli belirsiz bir ışık vuruyordu bulanık suya.
…