Bu çalışmada, Aztek, Maya ve İnka halklarının mitolojik bir bitkisidir. Mısırın Amerika’dan Türkiye’ye geliş öyküsü anlatılmaktadır. Bu anlatımda, Mısırın Karadeniz’deki üretim biçimi, sanatsal bir dille ele alıp işlenmiştir. Romanın işlenişinde, Kristof Kolomb’un yeni bir kıtanın keşfi serüveni ilginç betimlemelerle anlatılmıştır. Diğer bir yandan da yitik bir kültürün dünyasına kapı aralamaktadır.
***
I. MISIRIN TÜRKÜSÜ
Mısırı kuruttun mu?
Ambarda durdurdun mu?
Mısırın türküsünü
Sen hiç merak ettin mi?
Suda pişmiş mısırı,
Tuzlayıp yiyeceksin.
Mısırın türküsünü,
Benden dinleyeceksin.
Ninem, sabahın erken saatinde, “Haydin haydin! Sallanmayın!… Hey, Elmas, Elif, Mehmet, Hasan, Veysel kalkın. Güneş, Halav’ın kayalarına indi. Gören duyan olursa, bizi dillere destan eder,” diyerek herkesi işe koşmak istiyordu. Oğlu Mehmet, “Tamam anne, tamam!… Kalkıyoruz. Niye bu kadar acele ediyorsun?” diyerek tepki gösterdi. Ninem, “Niyesi var mı oğlum? Birazdan imece başlayacak. Emine, Esergül, Gülnaz, Ahmet ve diğerleri gelmek üzere. Siz kürekle gübreyi sepetlere dolduracaksınız. Kızlar uzun tarlaya taşıyacaklar. Çocuklar da teknelerle evin yanındaki tarlalara gübre çekecekler,” diye açıkladı.
Güneş, uzun tarlalara vurmaya başlamışken, gübre virgalarla, küreklerle sepetlere dolduruluyordu. Kadınlar, sepetlere konan kırk, elli kilo gübreyi tarlaya taşıyorlardı. Biz de teknemize doldurulan gübreyi tarlanın dibine döküyorduk.
Hafiften esen rüzgâr gübrenin kokusunu, çayırlara, bayırlara çarptırarak ormanlara doğru sürüklüyordu. Hızlı bir tempoyla üç saate yakın süren çalışmaya ara verilmişti. Şimdi imece için hazırlanmış en güzel yemekler yenecekti. Sofrada etli kuru fasulye, tereyağlı pilav, komposto ve sütlaç vardı. Yemekler harmanda kurulmuş sofrada yeniyordu. Yemek büyük bir neşeyle yendi ve sonra sofra kaldırıldı.
Dinlenme saati devam ediyordu. Zigana’ dan aşağıya insanın yüzünü okşayan sıcak bir rüzgâr esiyordu. İmececiler çay içiyor, değişik konularda söyleşiyorlardı. Gelin sandığı gibi gül işlemeli beyaz örtüsüyle Minerva marka radyomuz pencerenin önündeydi. Arkasında büyük bir batarya ve uzun Bereç marka pil takılıydı. Radyodaki bir banka reklâmının, “Vay bana vaylar bana. Su vermez çaylar bana. Gitti yarim gelmedi. Gün oldu aylar bana.” türküsünün ezgisi bitmişti. Radyo birkaç kere “Düd düd düüd!…” sesi verdi. Saat on üç. “Burası Ankara Radyosu. On üç haberlerini veriyoruz. Önce özetler: Kıbrıs’ta, bilinmeyen nedenlerle Rumlarla Türkler arasında çıkan çatışmalar devam ediyor. Cumhurbaşkanı yaptığı konuşmada, Türkiye’nin dünya ve Ortadoğu barışı için önemli bir denge unsuru olduğunu söyledi.”
Haberlerden sonra başka bir konuşmacı,”Şimdi Ferhat Özyakupoğlu’ndan türküler ve oyun havaları dinleyeceksiniz,” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra uzun bir “dınnnk” sesi geldi. Herkes kulak kabarttı. Tok sesli kemençesiyle Özyakupoğlu çalmaya başladı ve:
Lazutlar salkım saçak
Alçak boylusun alçak
Sana demişler küçük
Sen güldürürsün ocak
Kız niye hanım niye
Öldüm yar diye diye
Şükür olsun Mevlâ’ya
Kızın adı Hediye” türküsünü söylüyordu. Türkülerin bitiminden sonra oyun havasıyla birlikte harmanda horon başlamıştı. Kolların yukarıda olduğu sırada, kemençe daha da kıvraklaşıyor ve birden “Dikkat dikkat!.. Kollar kollar!…Alaşaoğlu ula ula kim! Kim…kim! Sağa bak, sola bak!..Hoop hooop… hoopp… yaşaaa!..” komutlarıyla oyun havası bitmişti.
Öğlenden sonra yeniden gübre taşıma işi başlamıştı. Gün batımına doğru, gübre taşıma işi bitmiş, tarlalar kumul kumul olmuştu. Ninem, çalışanların hepsini “Tanrı sizinle olsun, gönlünüz, zihniniz ve kısmetiniz açık olsun, sağ olun”, diyerek yolcu etmişti.
Ocak ayının ortalarında yağan kar şubat ayının ilk haftalarında erimişti. Tarlalara kumul kumul dökülmüş gübreler, toprak üzerine serilmeye başlanmıştı. Birkaç gün içinde tarlaların rengi simsiyah olmuştu. Bir yandan da kazma ve bellerin, bakım ve onarımı yapılıyordu. Demirci Hasan Usta atölyesinde ağzı kısalan belleri ek yaparak uzatıyordu. Oğlu Bilal, çekiçle örs üzerindeki demire vurdukça sağa sola ateşler saçılıyordu.
Hasan Usta’nın atölyesinden dışarıya yanık bir ezgiyle çıkan,
“Al tavandan belleri,
Belle bellemeleri.
Kız annene söyleme,
Gezdiğimiz yerleri.
Oy nargile nargile,
Kalk gidelim yargile.
Bizim kadeh boşanmış,
Doldurun güle güle.” ezgisi Zigana rüzgârına karışarak, sahile aşağı iniyordu.
Bel, ‘T’ harfinin dip tarafına ‘n’ harfi takılmış bir şekle benziyordu. Bu araçla toprak alt üst edilerek karılıyor, havalandırılıyor ve serili gübre toprağa karışıyordu. Belleme üçerli, beşerli takımlar halinde yapılıyordu. Bu takım, bazen bekârlar,. bazen evliler şeklinde oluyordu. Günün olayları belleme sırasında konuşuluyor ve değerlendiriliyordu. Belleme işleri yaklaşık sürmüştü Güzel bir ilkbahar günü, ikindi vaktinin sarı güneşiyle dağlar, bayırlar yalım yalım yanıyordu. Rüzgarlı va dide derinlerde bir orkestra çalıyordu. Babam tarlada öküzlerle tapan yapıyordu. Okul elbiselerimi değiştirerek babamın yanına gittim. Ağırlık olarak tapanın üzerine taşlar koymuştu. Taşları duvara koyarak, taşların yerine ben oturdum. Öküzler beni uçuruyordu. Tapanın iplerini çekerek öküzleri durdurabilir miydim? Denedim; ama, ipler çok sertti. Arkaya baktığımda tarla tersine yürüyor gibiydi. Topak topak olmuş topraklara, tapan “kat” diye bindirerek ses çıkarıyor, kesekler ikiye üçe bölünüyordu. Tapan üstünden geçerek topağı un ufak ediyordu. Tapan geçtikten sonra tarla dümdüz oluyor ve cilalanmış gibi parlıyordu.
Beyaz papatyalar, mor menekşeler açmış; elma, armut ve ayva çiçeklerine arılar inip kalkıyordu. İlkbaharın gelişi, bolluk ve bereket tanrısının yeryüzüne inişi gibiydi. Kuzular çayırlarda meleşiyordu. O küçücük ayaklarıyla hopluyor zıplıyor, bereket tanrısının şenliğine katılıyordu.
Ninem ve annem ambardan tohumluk mısırı getirip evin ortasındaki kilimin üzerine dökmüştü. Mısırın başına üşüştük. İçindeki çürüğünü, kırığını, vuruğunu seçtik. Ayrıca, fasulye tohumlarını da ayıkladık. Bir teneke mısıra bir sahan fasulye dökerek karıştırdık. Mısır Anne’nin ifadesiyle “Bu iki kardeş beraber ekilecek ve beraber büyüyecekti.”
*
Bir bağ ot ve bir kova su alıp tarlaya indiğimde, Çavdar amca çalışmaya başlamıştı. Yanına yaklaşarak “Kolay gelsin Çavdar amca!” dedim. “Sağ ol yeğenim. Hoş geldin, safa geldin. Kolaylıklar getirdin, Toprak” dedi. “Baban nerede?” diye ekledi. Beni karşılayışından, söylediği sözlerden çok mutlu olmuştum. Heyecanla, “Şeyy… Babam birazdan gelecek, amca,” dedim. Çavdar amca, sabanın demirini, gergisini ayarlamış, boyunduruktaki çatallarla uğraşıyordu. Babam az sonra geldi. Çavdar amcaya selam vererek tokalaştı, kolaylıklar diledi. Boyunlarına tohum çantalarını takarak, her biri tarlasına avuç avuç tohum saçtı.
Tohumlar tarlaya saçıldıktan sonra, Çavdar amcayla tarlanın kenarında otlayan öküzleri alıp sabana koştuk. Ben, öküzlerin önüne geçtim. Elimi boyunduruğa koyarak gidiyordum. Tarlanın sonunda Çavdar amcanın kök söktüren “Hooo!… ho!..” sesiyle öküzler dönüyordu. Ben de gövdemle oka baskı yaparak kolay dönmelerini sağlıyordum. Öküzler, birkaç turdan sonra kendileri kolayca dönüyordu. İki öküzün gücü, saban demirinde toplanıyor ve toprağı yarıp gidiyordu.