“İstasyonun otoparkı karanlık ve ıssızdı. Arabasına ulaşmak için merdivenden yukarı çıktı ve yürümeye başladı. Önünden bir araba geçti. Biraz daha yürüdüğünde yüz metre ileride siyah büyük bir araba çarptı gözüne. Arabanın camları koyu olduğu için içerisini göremiyordu.
Plakası ise yoktu. ‘Peşimdeler’ diye geçirdi içinden.”
Ucu Amerikan devleti içindeki iktidar savaşlarına dokunan akıl almaz bir siyasi komplo… Bu komployu ortaya çıkarmaya çalışan Türk gazetecinin ölümü… Ülke gazetesinin Washington muhabiri Selin Uygar’ın çözmeye çalıştığı cinayet onu, Amerikan devleti içinde oynanan oyunlarla ABD’nin Ortadoğu siyasetinin karmaşık hesaplarının ortasına düşürecek ve büyük tehlikelerle burun buruna getirecek. Gazetecinin Ölümü, Elçin Poyrazlar’ın temposu yüksek, soluk soluğa okunan ilk romanı…
Salı
Cep telefonunun sesiyle uyandığında saate bakmak aklına gelmemişti. Gazetedekiler saati yine şaşırmış olacaklar diye düşündü. Yataktan düşercesine kalktı ve uyku sersemi, dağınık odadaki eşyalara çarpa çarpa çalışma odasındaki masaya doğru yürüdü. Işığı yanıp sönen telefon çok önemli bir haber vermek istercesine titriyordu. Dışarısı hâlâ karanlıktı. Sokak lambalarının solgun ışığı odayı doldurmuş, pencerenin önündeki kestane ağacı üzerinden gölge oyunları oynuyordu. Telefonu eline aldı, numaraya bakmadan aç tuşuna bastı. “Alo” dedi boğuk bir sesle. Karşı taraftakinin nefesini duyabiliyordu. Tekrar “Alo” dedi. Sonunda kısık bir erkek sesi “Vedat öldü” dedi. Anlamamıştı. “Efendim?” diyebildi yanıt olarak.
Telefondaki ses yeniden “Vedat öldü” dedi ve telefonu kapadı. Masanın başında, elindeki telefondan bir yanıt beklercesine baktı. Ne demekti şimdi bu? Gecenin bir vaktinde bu tür şakalar yapan kim olabilirdi? Vedat da kim diye düşündü sonra. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Akşam içtiği şarap geldi aklına. Telefonun saatine baktı. Sabahın dördü olmak üzereydi. Yatağa gideli iki saat bile olmamıştı. Arayan numaraya bakmak o anda aklına geldi. Ancak “bilinmeyen numara” yazıyordu ekranda. Yine de bastı arama düğmesine. Bu aramayı yapamayacağını söyleyen mekanik sesi duydu. Sinirle kapattı telefonu. Masanın üstüne oturdu ve ayılmaya çalıştı. Türkiye’de saat on bire geliyordu. Acaba gazetedekilerin kötü bir şakası mı diye düşündü. Kayıtlı numaralardan hızla gazetenin stanbul numarasını buldu ve bastı düğmeye. İkinci çalıştan sonra açıldı telefon. Karşısında dış haberler servisinden Umut vardı. Haber konularında atışsalar da severdi onu. Titiz ve akıllı bir editör oluşu hoşuna gidiyordu. Umut’un her zamanki bıkkın sesini duyunca onun böyle bir şaka yapmış olamayacağını düşündü. “Umut selam, ben Selin. Beni aradın mı?” diye sordu yine de. Hayır, o aramamıştı. Bunun üzerine “Peki gazeteden başka kimse aramış olabilir mi?” dedi. Umut santrale sorabileceğini söyledikten sonra her zamanki titizliğiyle o günkü işini hatırlatmayı ihmal etmedi. Ondan Türkiye-ABD ilişkilerinin son dönemi üzerine haber analizi bekliyorlardı. İyi ki hatırlatmıştı Umut, aklından tamamen çıkmıştı bu yazı işi. Son dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler hiç de iyi gitmiyordu. Her iki tarafın da yaptığı zehir zemberek açıklamalar Washington’daki Türk gazetecilerin gündemini hayli meşgul ediyordu.
Gazetecilik hayatının hiçbir döneminde dış politikadaki büyük anlaşmazlıkların kamuoyu önünde bu kadar açık bir biçimde yaşandığına tanık olmadığını düşündü. Santraldeki kadının sesi düşüncelerini dağıttı. “Ben Washington’dan Selin Uygar” dedi, “bu sabah beni oradan aradınız mı diye soracaktım. Bilinmeyen bir numaradan arandım da.” Kadın sabahtan beri kimsenin yurtdışını aramadığını söyledi ve diğer hatta bekleyen aramaya cevap verebilmek için aceleyle telefonu kapattı. Selin bir süre dışarıdan odaya dolan gölgeleri seyretti. Rüzgârla sallanan ağaç bir çeşit dans gösterisi yapıyor gibiydi. Uykusu tamamen kaçmıştı. Divana oturdu ve başını ellerinin arasına aldı. Uykuya çok ihtiyacı vardı ama huzuru kaçmıştı, artık istese de uyuyamazdı. “Vedat öldü” cümlelerini tekrarladı içinden. Vedat, Vedat… O anda aklına Yeni Dönem gazetesinde yazan Vedat Yıldırım geldi. Telefondaki sesin söz ettiği Vedat o olabilir miydi? Yıllardır Washington’da çalışan Vedat elli yaşlarında milliyetçi görüşleriyle tanınan bir gazeteciydi. Selin’in onunla yakın olduğu söylenemezdi ama birbirlerine saygı duyarlardı. Yaşayıp yaşamadığını öğrenmek için bu saatte onu arayamazdı. Bu işi birkaç saat ertelemeye karar verdi. Banyoya doğru yürürken telefonunun hâlâ elinde olduğunu fark etti.
Arkasına bakmadan divanın üstüne fırlattı ve küçük banyonun kapısından içeri girdi. Uzun, sıcak bir duştan sonra çok daha iyi hissediyordu kendini. Yatak odasına gitti, üzerine rahat bir şeyler geçirdi ve çalışma odası olarak kullandığı salona yöneldi. Her sabah yaptığı haber taramalarına bu kadar erken başlaması ona bayağı zaman kazandırmıştı. İki haftadır temizlemediği evini düzenleme ve toparlama imkânı da buldu böylece. Saat yedi olmuştu. Vedat’ı arayabileceğini düşündü. Telefonu alıp divana oturdu.
Vedat’ın cep telefonunu defalarca çaldırdı. Washington’daki çoğu Türk gazeteci gibi bu saatte kalkmış olmalıydı. İki ülke arasındaki yedi saatlik zaman farkı, haber peşinde koşan bir gazeteci için sürekli geç kalmak demekti. Vedat bu saatte uyuyor olamaz, diye düşündü. O istediği kadar böyle düşünsün, telefonu açan yoktu. Mekanik bir mesaj bırakın sesi dışında bir yanıt alamadı. Bir iki saniyelik tereddütten sonra mesaj bırakmanın iyi bir fikir olduğuna karar verdi. “Merhaba Vedat, ben Selin. Beni en kısa zamanda arar mısın, önemli” dedi. Telefonu kapatırken tedirgindi. Geceki olaya gereksiz yere takıldığını söyledi kendi kendine ve yazması gereken yazıya konsantre olmaya çalıştı.
Bu makale için ABD hükümeti içinden yorum alması gereken yetkililer vardı ancak onları aramak için henüz çok erkendi. Kendisiyle konuşmayı kabul edeceğini düşündüğü birkaç kişiye birer e-posta attıktan sonra ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Divana uzanır uzanmaz uykuya daldı. Uyandığında on bire geliyordu. Türkiye’de saat altı demekti bu. Akşamı edecek kadar uzun uyumasına kızarak telefonunu aldı. Beş cevapsız arama olduğunu gördü. Hepsi de İstanbul’dandı. Vedat’tan ses yoktu. İstanbul’u aradı. Karşısında bu sefer dış haberler müdürü Beşir vardı. Adamla yıldızları bir türlü barışmamıştı. Beşir karşısındakinin Selin olduğunu anlar anlamaz “Nerde bu haber?” diye kükredi. Selin bozuntuya vermeden haber kaynaklarından yanıt beklediğini söyledi. Haber ABD tarafının görüşünü almayınca eksik kalırdı. Yazının en geç iki saat içinde elinde olacağını da ekledi. “Sakın geç kalmasın” gibi bir şeyler homurdandı ve telefonu çat diye kapattı Beşir. Bu adamla anlaşamamasının en büyük nedenlerinden biri Beşir’in gazetecilikten çok komplo teorilerine kafasının çalışmasıydı. Başka bir yayın organında abartılmış ya da bütünüyle uydurulmuş bir haber görür görmez telefona sarılır, aynı haberi daha derin ve ayrıntılı geçmesini isterdi. Bu yüzden hep tartışırlardı. Selin bir iddianın doğruluğunu en az iki kaynağa danışmadan ya da sağlam belgelere ulaşmadan haber yapmayı etik bulmuyordu.
Beşir’e göreyse Selin aşırı hassasiyet gösteriyordu ve bu, Türkiye söz konusu olunca gereksizdi. Yabancı haber ajanslarına kuşkuyla yaklaşan Beşir yurtdışı muhabirlerinden pek hoşlanmadığını da saklamıyordu. Ona göre haberlerin tek elden yani devlet kaynaklı ajanslardan verilmesi en garantili yoldu. Hele şu günlerde hükümetle arayı açmamak gerektiğine inanıyordu. Selin e-postasını kontrol ettiğinde ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’ndan yetkililerin kendisiyle telefonda görüşmeye hazır olduklarını yazan mesajları gördü.
Bunların dışında tanımadığı bir adresten de e-posta gelmişti: “Bugün saat beşte 17. Cadde ve M sokağının köşesindeki kafede ol. Yalnız gel.” Altında “JD” dışında bir imza yoktu. Gece gelen telefonun üstüne bu esrarlı mesaj da neyin nesiydi? Mesajın kendisine yanlışlıkla gönderilmiş olabileceği aklına gelse de olayın Vedat’la ilgili olduğu endişesini atamıyordu içinden. Sonraki birkaç saati haberi üzerinde çalışarak geçirdi. Görüştüğü Amerikalı yetkililer iki ülke arasındaki ilişkilerin son derece olumsuz olduğunu ve Türkiye’nin dış politika yönelimlerinin bazı sonuçları olacağı yönünde üstü pek de kapalı olmayan tehditler savurdular. ABD Türkiye’yi bölgedeki çıkarlarını engelleyen ülkeler arasında görmeye başlamıştı ve düşmanca açıklamalardan kaçınmıyordu. İki ülke arasındaki ilişkiler Türk medyası için de ateşli bir konuydu. Kimi uzmanlar savaş kokusu aldıklarını yazıyordu, bölgede felaket senaryoları konuşuluyordu. Haber manşet olacaktı. Haberini bitirip arkasına yaslandığında uyandığından beri hiçbir şey yemediğini fark etti. Buzdolabında küflenmiş bir peynir, iki zavallı elma ve tarihi geçmiş bir kutu sütten başka bir şey yoktu. En son ne zaman markete gittiğini anımsamaya çalıştı. Karnı zil çalıyordu. Kent merkezindeki Basın Kulübü’ne giderse orada yemek yiyebileceğini hem de arkadaşlarını göreceğini düşündü. Küçük ve eski arabasına atladı. Motor nazlı bir sesle çalıştı. Arabasındaki CD çaların düğmesine basınca Billie Holiday’in yalvarırcasına şarkı söyleyişini duydu. “Someday he’ll come along the man I love” diyordu şarkıda. Sevdiği adamın bir gün geleceğine şarkıda bile olsa inanması zordu. Yüksek sesle “Hayır Billie, hiçbir zaman gelmeyecek” deyip hırsla gaza bastı.
Basın Kulübü’ndekiler yemeklerini bitirmişler, barda sohbet ediyorlardı. Burası daha çok emekli ya da yaşlı gazetecilerin uğrak yeriydi. Selin’in hoşuna giden de buydu. Yaşlı gazetecilerin askerlik anısı anlatır gibi elli yıl önce yaptıkları bir haberle ilgili konuşmalarını dinlemeyi, gözlerinde hâlâ sönmemiş meslek aşkına tanık olmayı seviyordu. Yaşlı gazeteciler gençleri internet ve akıllı telefonların kolaycılığına sığınmakla eleştirir, Selin de bu eleştirileri tatlılıkla kabul ederdi. Ancak onların döneminden büyük bir fark vardı bugün. Teknolojik gelişmeler yüzünden artık haberin değeri çok daha kısa ömürlüydü. Bir saat hatta iki saat içinde eskiyordu haber.
Yaşam baş döndürücü bir hızla, daha çarpıcı, daha canlı daha büyük bir haber sunuyordu onlara. Gazeteciler de sürekli haberin, daha doğrusu yaşamın peşinde koşuyor ancak hiçbir zaman onu tam olarak yakalayamıyorlardı. Selin bunları düşünürken biri onu dürttü. “Ne o? Hayallere dalmışsın” dedi. Meslektaşı Ali Okan’dı. Washington’a yeni gelmiş olmasına karşın kentin dengelerini hemen anlamış akıllı ve hızlı bir gazeteciydi Ali. Aslında Selin onu çok iyi tanımıyordu. Pek çok gazetecinin aksine kendisinden bahsetmekten pek hoşlanmayan bir adamdı Ali. Selin’e geçmişi hakkında tek söylediği gazetesinin yazıişleri bölümünde editörlük yaptığı, daha sonra da buraya gönderildiğiydi. Selin son bir yıldır onu toplantılarda görüyor, sorduğu soruları ve yazdığı analizleri akıllıca buluyordu. Ayrıca aralarındaki tatlı rekabetten de hoşlanıyordu. Ali’yi fark edince uzun zamandır görmediği bir dostuna rastlamış gibi yerinden kalktı ve genç adamı öptü.
Ali afallamıştı. Selin’de garip bir şeyler sezdiğini gizlemeden, “Ne oluyor yahu? Daha dün görüştük. Yoksa hasretim seni hasta mı etti?” diye sordu. Selin gece gelen telefonu anlatıp anlatmamayı düşünüyordu. Ali’ye güvenebilir miydi? Her şey aptalca bir şaka olabilir ve bunların ardından hiçbir şey çıkmayabilirdi. “Yoo, içimden geldi öptüm. Suç mu seni öpmek?” dedi. Ali’nin kendisinden hoşlandığını başından beri seziyordu ama onunla dost kalmanın mesleki açıdan çok daha uygun olacağının da farkındaydı. Ali’nin siyah saçlarına ve içi gülen gözlerine baktı. Koşullar farklı olsa aralarında bir şeyler olabilir miydi? Bir yandan da ona karşı mesafesini koruması gerektiğini, aksi halde olayların kontrolden çıkabileceğini hissediyordu. Duyduğu kadarıyla Ali’nin başında belalı bir boşanma davası vardı. Hayat ne kadar az karmaşık olursa o kadar iyiydi Selin’e göre.
Bir süre konuşmadan oturdular ve Washington’un, uzanan bir devin gövdesini andıran manzarasına baktılar. Sonunda sessizliği bozan Ali oldu. “N’oluyor yahu? Âşık mı oldun nedir? Bu sessizlik ne? Bir derdin varsa söyle” dedi. Selin onun söylediklerini duymamış gibi, “Bir dakika içinde geliyorum” diyerek yerinden fırladı ve dışarı çıktı. Vedat’ı ev numarasından aramak hiç aklına gelmemişti. Numarayı tuşlarken telefonu düşürdü. Bir şeylerin ciddi bir biçimde ters gittiği hissine kapıldı. Telefonu alıp yeniden denedi. Beşinci çalıştan sonra telesekretere düştü. “Ben Vedat Yıldırım. Lütfen mesaj bırakın. Size en kısa zamanda dönerim” diyordu Vedat’ın sesi. Aynı mesajı İngilizce de tekrarlıyordu. Bu sefer mesaj bırakmadı Selin. Düşünceli bir şekilde kapattı telefonu. O anda telefonun elinde titrediğini hissetti. Ekranda Vedat’ın ev numarasını gördü. Heyecanla açtı.
Selin, “Vedat nerelerdesin? Çok merak ettim. İyi misin?” sorularını sıralarken bir kadın sesi karşıladı onu. “Selin Hanım ben Gönül, Vedat’ın karısı. Vedat iki günlüğüne şehir dışına çıktı. Önemli bir işi varmış” dedi. Selin, “Cebinden ulaşmaya çalışıyorum Gönül Hanım” dedi, “acaba siz bugün konuşabildiniz mi kendisiyle?” “Ne yazık ki hayır” dedi kadın, “dün akşam altı gibi beni aradı. Beni merak etme yarın eve geleceğim dedi ve kapattı. Neredesin kaçta gelirsin diye sormama bile fırsat bırakmadı. Siz niye aramıştınız?” Selin kadını da endişelendirdiğini fark edip kızdı kendine. “Ben acil bir haberle ilgili aramıştım. Çok aramama karşın geri dönmeyince merak ettim” diyebildi, “siz konuştuğunuzda bana ulaşmasını söyler misiniz?” Kadın neredeyse fısıltıya yakın bir sesle “Tabii ki” dedi ve telefonu kapattı. Selin Vedat’ın şehir dışında olduğunu duymanın verdiği bir rahatlamayla salona döndü. Masada tek başına oturmuş kendisini bekleyen Ali’nin yanına geldiğinde en sıcak gülümsemesini takındı ve yerine oturdu. Ona bir şey söylememeye karar vermişti.
Bu gece Vedat’tan haber alırlardı nasıl olsa. Ali hiçbir hareketini kaçırmadan Selin’i büyük bir dikkatle izliyordu. “Eee… Bana neler olduğunu anlatacak mısın yoksa niyetin meraktan çatlamamı izlemek mi?” Yalan söylemesi gerektiğini biliyordu Selin. “Bir haberin peşindeyim. Haber kaynağımı nasıl konuştururum diye düşünüyordum” deyiverdi.
Ali pek inanmış görünmedi ama üstelemedi, “Eh bir sorun yoksa iyi o zaman. Benim artık kalkıp yarın çıkacak raporu bulmaya çalışmam gerekiyor. Yoksa hanımefendi bizi atlattı da haberimiz mi yok?” Selin ABD’nin her yıl çıkardığı uluslararası terör örgütlerine yönelik raporunu unutmuştu. Bu gece bir yetkili ona raporun özetini göndereceğine söz vermişti. En azından Türkiye’yle ilgili olan kısmını. “Evet ona da bakmam gerekecek. Ama bugün birkaç işim var. Sanırım rapor gece elime geçmiş olur” dedi. Ali kıskançlıkla karışık bir hayranlık ifadesiyle bakıyordu genç kadına. O andaki düşünceli haliyle ne kadar güzel olduğunu geçiriyordu içinden. Yeşil gözleri koyu kumral saçlarıyla bir tezat oluşturuyor, ince yüzünde arada beliren endişe dalgaları kadına esrarlı bir güzellik katıyordu. Ondan çok hoşlanıyordu ama arkadaşlıklarını bozmak da istemiyordu. Selin, Ali’nin tanıdığı en zeki ve en yetenekli gazetecilerden biriydi. Genç yaşına rağmen politik meseleleri kavrayışı, mizah duygusu ve meslek aşkı onu etkiliyordu. Ama Selin kendisine karşı dostluktan başka bir yakınlık göstermemişti. Onu çözmek imkânsız, diye düşündü. Kadınları anlamak dünyayı yöneten bir ülkenin politikalarını anlamaktan çok daha zordu Ali’ye göre. Hayatında biri var mıydı, mesela bunu bilmek isterdi. Selin kapalı kutu gibiydi. Ali kadın konusunda rekabetten hiç hoşlanmazdı. O da pek çok hemcinsi gibi kadınının sadece kendisine ait olmasını isterdi. Ama Selin kadar özgür ruhlu bir kadını kendisine bağlamanın hayal olacağını seziyordu.
Bunları düşünürken masadan kalktı ve bir anda kendisinden beklenmeyecek biçimde eğilip Selin’i iki yanağından öptü. Omuzlarını hafifçe sıkarak, “Kendine dikkat et. Başın sıkışırsa ben yanındayım” dedi ve hızla dönüp kulübün yemek salonundan çıktı. Selin’in, arkasından minnettarlıkla baktığını görmedi. Selin saat dörde doğru kulüpten çıktı. Hâlâ e-postasına gelen esrarlı mesajı düşünüyordu. “Merakıma yenilmemeli ve yarınki rapor üstünde çalışmalıyım” dedi kendi kendine. Öte yandan içindeki güçlü bir his oraya gitmesi gerektiğini, bunun gece gelen telefonla ilgili bir şey olduğunu söylüyordu.
Düşünceli bir halde asansöre doğru yürürken yaşlı dostu Matt Davis’le çarpıştı. İkisi de ellerindeki gazete ve dergileri düşürdüler. Gülerek tokalaştılar. Davis, “Nasılsın bakalım evlat? Yine hangi manşetlik haberin peşindesin?” dedi. ABD’ye ilk geldiğinde ona yol gösteren, akıl hocalığı yapan, New York Times’ın siyaset yazarlarındandı Davis. Selin, onunla yıllar önce New York kentindeki Columbia Üniversitesi’nde tanışmıştı. Davis’in gazetecilik üzerine verdiği derslere katılmış, girdikleri ateşli tartışmalar sonunda da dost olmuşlardı. Ankara’da çalıştığı dönemde Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı’nın Türkiye’deki sol örgütlere yönelik operasyonlarını açığa çıkaran bir haber dizisi yapan Selin, bu haber sayesinde her zaman hayalini kurduğu şeye de ulaşmıştı. Haberin getirdiği pek çok ödülün üstüne, bir yıllığına gazetecilik üzerine yüksek lisans yapmak için Amerika’ya uçmuştu. Columbia Üniversitesi’ndeki CIA’in yurtdışındaki operasyonlarını kınayan liberal ve sol görüşlü akademisyenler Selin’in üniversiteye kabul edilmesinde etkili olmuşlardı.
Davis de bunlardan biriydi. Selin, Vedat’la ilgili meseleyi danışabileceği kişinin Davis olduğunu hemen anladı. “Biraz zamanın var mı? Seninle acilen bir şey konuşmam gerekiyor” dedi. “Ne bu acele? Haber o kadar büyük ha?” diye yanıtladı Davis. Selin yaşlı adamı sakin bir köşeye doğru götürdü, gece gelen telefonu ve e-postayı anlattı. Davis’in yüzü asılmıştı. Bir bela seziyor gibiydi. Vedat’ı tanır, kendisinden hoşlanmazdı ama başına bir şey gelmesini de tabii ki istemezdi. Selin “Sence ne yapmalıyım?” diye sordu, “Vedat yalnızca şehir dışına çıkmış olabilir. Belki adamın sevgilisi var, nereden bilelim. Bu esrarengiz görüşmeye gitmek akıllıca mı?” Davis bir süre düşündü. “Vedat’la ilgili beklemek dışında yapabileceğin bir şey yok. Ama bu posta işi çok ilginç. Bence oraya yalnız gitme. Ben de seninle geleceğim ve yan kafede oturup kimin geldiğine bakacağım. Bu kentte benim elimden geçmemiş hiçbir kurt olamaz” dedi. Selin biraz rahatlamıştı. Davis’le asansörle aşağı inerlerken ikisi de susuyordu.
Selin’in eski arabası 17. Cadde ve M Sokağı’nın köşesine geldiğinde Davis boş bir park yerini işaret etti. Selin az ileride Beyaz Saray’ın gururlu kubbesini ve binayı çevreleyen demirlerin önünde resim çektirmek için yarışan turistleri gördü. Beyaz Saray’ın yakınındaki parkın girişinde savaş karşıtı bir protestocunun çalakalem hazırlanmış pankartları sallanıyordu. Selin, Davis’in gösterdiği yere geri geri park etti ve birlikte arabadan indiler. Davis başıyla sol tarafı işaret ederek Selin’in yanından ayrıldı. Kadın mesajda yazan kafeye doğru endişe ve merak içinde yürüdü. Mekânın camlı kapısına geldiğinde içeride onu kimin beklediğini görmeye çalışıyordu. Sol taraftaki camın önünde oturan genç bir çift bilgisayarlarının önüne eğilmiş kahvelerini yudumluyorlardı. Köşedeki masada yaşlı bir kadın gazete okuyordu. Girişin hemen yanındaki masa ise kulaklıkla gürültülü müzik dinlediği anlaşılan genç bir adam tarafından işgal edilmişti. Selin saatine baktı. Beşi iki geçiyordu. “Henüz erken” diye düşündü. İçeriye girenleri ve dışarıda yürüyenleri görmek için cam kenarındaki bir masayı seçti. Sinirlerinin yay gibi gerildiğini hissetti. “En azından Beyaz Saray’a bu kadar yakın bir yerde güvenliğimi tehlikeye atacak bir olay olamaz” diye düşündü. Bir süre dışarıyı seyretti. Eylül ayı, sokakları kırmızı, sarı, turuncu renkli yapraklarla donatmıştı. Havalar hâlâ sıcaktı ama ışığın azalmasından yazın bittiği anlaşılıyordu. Selin bir kez daha saatine baktı. Beşi on bir geçiyordu.
Belki de yanlış bir e-postanın kurbanı olmuştu. Gözleri Davis’i aradı. Selin’i görebilecek şekilde bir masaya yerleşmiş, dikkatli bir biçimde gazete okuyordu. Varlığı Selin’i rahatlattı. Önüne döndüğünde masasında sarı bir kâğıdın durduğunu fark etti. Bunu daha önce görmemişti. Başını yukarı kaldırdı. Bir adam hızla kafeden çıkıyordu. Başında bir şapka ve sırtında bej rengi bir pardösü vardı. “Bir dakika lütfen” diye bağırarak arkasından koştu. Sokağa çıktığında adam kalabalığın arasında çoktan kaybolmuştu. Elindeki kâğıda baktı. “Sana yalnız gel demiştim. Elimde ilgini çekebilecek çok değerli bilgiler var. Ne olduğunu merak ediyorsan buna uymanı öneririm. Benden haber bekle” yazıyordu.
Selin kafeden dışarı çıkıp kendisine doğru gelmekte olan Davis’e baktı. Sarı kâğıdı gösterdi. Davis notu okudu ve sessizce Selin’e geri verdi. “Seni arabadan indiğinden beri takip ediyor olmalı ya da daha öncesinden” dedi, “görünen o ki bu adamla yalnız görüşmezsen neyin peşinde olduğunu öğrenemeyeceksin. Ne olursa olsun gündüz ve kalabalık bir yerde görüş.” Selin kafa sallamakla yetindi. İçinde müthiş bir evine gitme isteği uyandı. Davis’i arabayla gideceği yere bırakmayı teklif etti ama yaşlı adam metroya bineceğini söyledi. Selin evinin kapısını sessizce açtı ve içeri girdi. Bir şeylerin ters gittiği hissine engel olamıyordu. “Bu kadar dedektifçilik oynamak yeter, biraz da çalışmalıyım” diyerek masasına yöneldi. Çalışmaya başlamadan önce dolabında kalmış eski kırmızı şarabından kendine bir kadeh doldurdu, işte bu iyi gelecekti. Selin yazdığı yazıdan başını kaldırdığında saat dokuza geliyordu. Amerikalı bir yetkilinin gönderdiği terör raporunu haberleştirmiş ve şehir baskısı için gazeteye göndermişti bile. Geçen yıldan farklı, yeni bir bilgi yoktu.
Türkiye’nin İslamcı terör örgütlerine silah ve lojistik destek sağladığı yönündeki ifadeler geçen yıl ilk defa yazılınca Türk hükümeti büyük tepki göstermiş, hatta ABD’ye diplomatik nota bile vermişti. Hükümet bu suçlamaları kabul etmiyor, ABD’yle terör örgütlerinin tanımı konusunda anlaşmazlık yaşadığını savunuyordu. Bu konuda görüştüğü bir yetkili, “Birinin teröristi başka birinin özgürlük savaşçısıdır” demişti. Raporda en dikkat çeken nokta, ABD’nin daha önce terör örgütü olarak tanıdığı bölücü grubu terör listesinden çıkarmasıydı. Bu zaten ilişkilerin gidişatı göz önüne alınırsa beklenen bir gelişmeydi.
Amerikalılar, “Türkiye nasıl olsa bizimle işbirliği yapmıyor. Bizim iyi çocuk olmamızı gerektirecek bir durum yok ortada” şeklinde yorumlar yapmışlardı. Gazete bunu da manşet haberiyle birlikte yayımlayacaktı. Boş şarap kadehini doldurmaya giderken cep telefonu çaldı. Arayan Ali’ydi. Selin’i merak etmiş olmalıydı. “Selam n’aber?” diye açtı telefonu Selin. Ali “İyilik, seni merak ettim. Bugün tuhaf davranıyordun. Kendine gelebildin mi bari?” diye sordu. Selin gülümseyerek, “Evet yaptığım haberle seni nasıl atlatacağımı düşünürken dalmışım ama artık iyiyim çünkü yarın sabah haberi gördüğünde sen dalıp gideceksin” dedi. Ali, kadının eski şakacı haline dönmesine sevinmişti. “Orası belli olmaz. Bence yatmadan önce bizim gazeteye bir göz at. Belki uykusuz kalan sen olursun” dedi. Selin bir kahkaha patlattı. Ali’ye bugün olanları anlatmayı çok istiyordu ama henüz elinde net bir bilgi yoktu. Hem pek çok erkekte gördüğü korumacı tavır devreye girebilir, Selin’i gereksiz yere sıkboğaz edebilirdi. İşler biraz aydınlığa kavuşunca ona her şeyi anlatacaktı.
“Bugün Büyükelçilik’ten Mehmet Bey’le görüştüm. Hani şu kültür ataşesi” diye konuyu değiştirdi Ali. “Adamın halini hiç beğenmedim. Yüzü sapsarıydı ve elleri titriyordu. Benimle çok önceden alınmış randevusu olmasına karşın başından savmaya kalkıştı ama ısrar edince kabul etti. Birilerinden haber bekliyor gibiydi. Eli sürekli telefonuna gidiyor, sekreterine beni arayan oldu mu diye soruyordu” diye devam etti anlatmaya, “yanında yirmi dakika kaldım.
Kongre’de başlayan kültür miraslarının Rumlara geri verilmesi meselesi üzerine falan konuştuk. Ama adam sanki orada değildi.” “Belki hastadır” dedi Selin, “veya karısıyla, çocuğuyla ilgili bir sıkıntısı vardır.” “Karısı ve çocuğu yok onun. Bu adamın başka işler çevirdiği söyleniyor. Kültür Ataşeliği falan palavra” diye çıkıştı Ali. Selin de arada sırada Büyükelçilik resepsiyonlarında gördüğü bu adamla ilgili bir şeyler duymuştu. Ama kimse tam olarak emin olamazdı.
Washington gizli veya açık herkesin aynı fırından ekmek yediği küçük bir köydü. O fırının tek ürünü ise politikaydı. Selin, Ali’yle biraz daha sohbet ettikten sonra şarabını bitirdi. Bugün olanlar ona uzak bir anıymış gibi göründü. Ertesi gün dinç kalkabilmesi için bu gece erken yatması gerektiğini biliyordu. Şarabını içerken evine gelen dergilere ve gazetelere göz attı. Televizyonda haber dışında onu ilgilendiren programlar olmuyordu. Kanalları gezerken bir filmde kadın kocasını öldürüyordu. “Belki de Vedat’ı karısı öldürmüştür” dedi kendi kendine. Uzun süren evliliklerde böyle gizli düşmanlıklar olduğunu okumuştu bir yerlerde. Aç karnına içtiği şarabın etkisiyle saçmaladığını düşünerek güldü. Yerinden kalktı ve banyoya gitti. On dakika sonra yatmaya hazırdı. Banyonun ikinci kapısı yatak odasına açılıyordu. Oradan loş odasına girdi ve yorganın altına bile girmeye gerek duymadan yatağa bıraktı kendini. Bol rüyalı bir uyku onu bekliyordu.
Rüyasında karanlık bir denizde yüzdüğünü gördü. Ayaklarını çırpmasına karşın pek fazla ilerleyemiyordu. O sırada denizin dalgalanmaya başladığını ve bir fırtınanın yaklaştığını fark ediyordu. Kıyıya doğru yüzebilmek için var gücüyle çabalıyordu. Kıyıya doğru yüzdükçe kıyının uzaklaştığını görüyordu. Nefes nefese kalmıştı.
Kolları ve bacakları külçe gibi ağırdı ve onları hareket ettirmezse boğulacağını biliyordu. Denizin yüzeyinde sırtüstü biraz dinlenmeyi deniyordu. Azgın dalgalar yüzünü ve ağzını kapıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu. Yüzmeye çalışması gerektiğini biliyordu. Bir kez daha kulaç atmaya çalışıyordu. Kıyı daha da uzaklaşmış, kentin ışıkları zar zor seçilir olmuştu. Ayaklarındaki ağırlığa karşı koyamıyordu artık. Derinlik onu karanlık diplere doğru çekiyordu. Hareket edecek hali kalmamıştı. “Ölmek bu olsa gerek” diye düşünüyordu. Yaşama gücünü kaybetmek ve sonsuzluğa yenilmek. Denizin karanlık ve soğuk dibine doğru kayıyordu. Yukarıdan süzülen hafif bir ışık yol gösteriyordu ona. Artık dibin nasıl olduğunu merak etmeye başlamıştı. Saçları ve giysileri uçuşur gibi döne döne iniyordu derinlere. O sırada eline bir şey takıldığını fark ediyordu. Kafasını çevirdiğinde bir yüzün kendisine çok yakından baktığını görüyordu. Kendisine üzüntüyle bakan kişi Vedat’tı.
…