Mefkûrem sevgili vatanımım büyüklüğü ve refahıdır. (…) Eğer bu, memleketi kurtaracaksa mutlu olurum. Ölürsem; vazifemi yapmış kabul ederim kendimi. Allah’a dua ediyorum; eğer projem Türkiye’ye mutluluk getirmezse, beni öldürmesi için dua ediyorum. Allah sizi korusun. Ata binmem lazım, beni bekliyorlar…
Osmanlı Devleti’nin son dönemleri… Bir yanda kaybedilen savaşlarla, toprak kayıplarıyla, göçlerle, Balkanlarda ve diğer bölgelerde patlak veren isyanlarla, diğer yanda ekonomik sorunlarla, yoksullukla, Meşrutiyet ve özgürlük hareketleriyle baş etmeye çalışan bir devlet… Bir yanda varoluş mücadelesi veren Osmanlı İmparatorluğu, diğer yanda hızla büyük bir harbe sürüklenen dünya…
Böyle bir ortamda doğan ve büyüyen, geçim sıkıntısı yaşayan memur bir babanın içe kapanık, çelimsiz ama inatçı oğlu İsmail Enver’in ise tek hayali sokakta gördüğü subaylar gibi olmak. Bu hayal diğer hayallerin kapısını açacak; kendini milletine adamış bir adamın hayalleri bir milletin hayallerine dönüşecekti…
Yakın tarihimizin en çok tartışılan tarihî figürlerinden Enver Paşa hırsları ve inatları uğruna vatanı feda eden bir hayalperest miydi yoksa kader kurbanı bir vatan sevdalısı mı?
Tarihimizin önemli olaylarını ve figürlerini anlatan romanlarıyla okurun büyük beğenisini toplayan İsmail Bilgin, hayatı mücadelelerle geçmiş Enver Paşa’yı daha önce hiç anlatılmamış bir şekilde kaleme aldı.
Bütün bir vatanın kaderini değiştiren Enver Paşa’yı hiç böyle okumadınız…
*
ÖNSÖZ
Son dönemde, Enver Paşa hakkında bir kitap yazma projem söz konusuydu. Özellikle de onun Türkiye’den gidişinden şehit oluncaya dek olan dönemin hayat hikâyesini yazmak istiyordum. Okuyucularımdan gelen istek üzerine Enver Paşa’nın hayat hikâyesini çocukluğundan başlatarak yurttan gidişine dek olan kesimini yazmak düşüncesi ağır bastı. Ancak paşanın hayatı öyle hareketli ve heyecan vericiydi ki, bunu kaynakları taramaya başlayınca daha iyi anladım. Özellikle tek bir kitap halinde onun yaşam öyküsünü anlatabilmek imkansızdı. Üç veya dört cilt halinde ayrıntılarıyla kaleme alma planım vardı ama ekonomik sıkıntılardan ve basımın zorluğundan dolayı bunun gerçekleşmeyeceğini anladım. Yine de en azından hacimli bir kitapla hayat hikâyesini özetlemek gerekirdi. Belki ileride, bu kitabın devamı niteliğinde Türkistan’daki mücadelesini de kaleme alabilirim.
Enver Paşa yakın tarihimizde en çok tartışılan isimlerin başında gelmektedir. Hem seveni hem de nefret edeni çoktur. Büyük mücadeleler sonucunda Harbiye Nazırı olmuş ve ülkenin kaderini etkilemiştir. Özellikle 1. Dünya Savaşı’na girişte büyük rol oynamıştır. Elbette ki harbiye nazırı olması hasebiyle bütün sorumluluk başta Enver Paşa’ya ve devrin yöneticilerine aittir.
Kitap, kronolojik olarak Enver Paşa’nın askeri hayatını, hayallerini, ümitlerini, mefkûresini, ideallerini, düşüncelerini, mücadelelerini, sevdalarını, yanılgılarını ve savaşılan cepheleri anlatmaktadır. Metni kaleme alırken okuyucuya bütüncül bir bakış açısı sunmayı amaçladım. Dönemi başlangıcından sonuna dek irdelemek ve o günkü şartlar içerisinde, devleti eski sınırlarına kavuşturma çabalarının, kötü gidişata dur deme gayretiyle yola çıkanların sonu başarısızlıkla biten bir adanmışlığın hikâyesini anlatmaya gayret ettim.
Okuyucu yüzlerce dipnotlu kitap karşısında belki sıkılabilir ama tartışılan tarihi bir ismi anlatırken kaynaklardan alıntı olmasa, pek çok konuda “acaba” denilebilirdi. Bu yüzden zaman zaman konu/dönem ile ilgili bilgi paylaşımında bulundum. Enver Paşa merkeze alınarak gelişmeleri anlatmak adına çaba sarfettim. Kitaptaki her bir bölümün ayrı bir kitap hacminde olacağı, tarihi bir ismi tek ciltte anlatmanın güçlüğü ise ortadadır. Bu yüzden yazdıklarımın özet olduğunun altını çizmek isterim. Kitabın elbette ki eksikleri vardır, gözden kaçan hatalar olmuştur. Yeni baskılarda bunlar düzeltileceği gibi yeni bilgilerin, araştırmaların, eleştirilerin, desteklerin ışığında kitap yeniden ele alınarak imkanlar ve şartlar dahilinde geliştirilebilir.
Tarihe bakış açımızın dönemsel olmaktan ziyade bütüncül olmasını tercih edenlerdenim.
Yapılacak değerlendirmeler o zamanın şartları göz önüne alınarak ele alınmalıdır. Kitabımın okuyucu nezdinde, o döneme ait bakış açısında yeni düşünceler, tespitler ve değerlendirmeler oluşturması ümidiyle, iyi okumalar diliyorum.
Beylikdüzü/2019-2023
1. BÖLÜM
ADI, İSMAİL ENVER
Rusların baskısı nedeniyle ilk önce Gagavuzya’dan Kırım’a sonra da Kırım’dan Tuna vilayetine gitmek için göçe duranların hedefi Tuna ağzında dökülen üç nehir kolundan birisinin kıyısındaki Kilya adındaki küçük kasabaydı. Sık sık duydukları “Ruslar Kırım’a saldırı düzenlemişler,” sözüyle irkilerek, üzülerek yolculuklarını bin bir zorlukla tamamlayarak Kilya’ya geldiler. Buraya daha önce yerleşmiş olan Gagavuzlar yeni gelenlere yardım ettiler. Hanelerini açtılar. Her konuda onlara destek oldular. Yılların ardından mutluluklarını bozmaya azmetmiş Ruslar bu kez de Romanya’ya doğru akınlara başladılar. Karadeniz’e dökülen Tuna’nın stratejik öneminden dolayı Kilya kasabasının da bulunduğu bölge başlıca hedefleriydi.
Uzun bir süre sonra Yemenici Abdullah vefat edince, oğlu Kahraman Ağa göç etmeye karar verdi. Eşyalarını ucuz pahalı demeden sattı. Anadolu’ya göç edecekti. Orada yeni bir hayat kuracak ve Rus saldırılarından, zulümlerinden artık güvende olacaklardı. İlk önceleri kara yoluyla diğer kafilelerle birlikte gitmeyi tasarladı ama böyle bir yolculuğun çok uzun ve yorucu, aynı zamanda tehlikeli olacağını tahmin ediyordu. Üstelik eşleri, çocukları o zorlu yolculuğa dayanabilir miydi? Bu konuyu uzun süre düşünüp çıkar yol aradı. Sonunda bir gemiyle anlaşıp Tuna’dan Karadeniz’e açılmaya, bir Anadolu kasabasına yerleşmeye karar verdi. Kilya’dan en kısa sürede ayrılmalıydı. Aksi halde Ruslar denizdeki ulaşımı engelleyebilirlerdi.
Bir sabah erkenden pek çok göçmenin bindiği gemi Tuna’dan Karadeniz’e açıldı. Gemi ilk önceleri sakin bir şekilde yol alırken, daha sonra hırçın sular hareketlendi, dalgalar büyüdü. Deniz adeta şahlanmış bir halde Anadolu yolcularına zorluk çıkarmak istiyordu. Kahraman Ağa başına gelenleri düşündükçe yolculuk boyunca Ruslara kızgınlığını sık sık dile getirip durdu:
“Bizim yuvamızı, huzurumuzu iki kez bozdular. Mutluluğumuzu engellemek istediler. Onlar yüzünden yine göç ediyoruz. Allah’tan dilerim ki, benim soyumdan, benim torunlarımdan biri şu Ruslara karşı savaşsın, hadlerini onlara bildirsin. Adeta hasmımız gibi, bizi sıkı takip edercesine bu günlerde Tuna’ya ulaşıp orasını da işgal etmeye hazırlanıyorlar. Bakalım Anadolu’ya dek gelebilecekler mi? Eğer gelirlerse, onları kim karşılayacak? İsterim, gönülden dilerim ki, onlara benim torunlarımdan birisi karşı koysun, bizi iki defa göç etmek zorunda bırakan, yerimizden, yurdumuzdan ayıran Ruslardan intikamımızı alsın. Ruslarla dövüşsün, çarpışsın. Anadolu’ya eğer gelirlerse ki gelemezler, önlerine çıksın. Onları durdursun!.. Bunu yüce Mevla’mdan bütün kalbimle dilerim…”
Kastamonu-Abana’da
Muhacirleri taşıyan gemi ilk önce İnebolu’ya uğradı, burada bazı muhacirler indi, gemi daha sonra demir alarak tekrar yola çıktı. Bir süre sonra Abana’ya1 yanaşan gemiden denklerini, eşyalarını indiren Kahraman Ağa ve ailesi burasının tam aradıkları yer olduğunu düşündüler. Bu kasabada kısa zaman ikamet ettikten sonra içeriye, Perşembepazarı köyü yakınındaki Bozkurt civarına yerleşmeyi daha uygun bulup buraya taşındılar.
Kahraman Ağa köyde ilk önce bir ev kiraladı. Baba mesleği yemeniciliğe devam ederken, burada kumaş dokumacılığı yapıldığını görünce o da bu işi yapmaya karar verdi. Yetenekli zanaatkâr olduğundan söz konusu mesleği çabuk öğrendi. Hem yemeni hem de dokumacılık yaparak hayat mücadelesine devam etti. İşleri iyi gidince kendine yeni ev yaptırdı. Ahşaptan yapılan iki katlı, geniş bahçesi olan evde mutlulukları devam etti. Kahraman Ağa’nın torunu, kaptanlık yapan Hacı Mustafa’nın bir oğlu dünyaya geldi. Adını Hafız Kâmil koydular. Kilya’dan geldiği için köy halkı Kahraman Ağa ve çocuklarına Kilyalı anlamına gelen “Killi” lakabını taktı . Aile genişlemeye başlamıştı. İşleri iyi gidiyordu, oğulları büyüyünce bazıları ticaret, bazıları gemicilik, bazıları da orman işleriyle uğraşmaya başlamıştı. Hafız Kâmil Bey büyük şehirlere gitmek, Payitaht’ta şansını denemek istiyordu. Zira aile genişledikçe gelir hem azalıyor hem de daha çok çalışmak zorunda kalıyorlardı. Hafız Kâmil Bey’in aklında hep şehre göç etmek düşüncesi vardı. Bu fikrini eşi Hasene3 Hanım’la ve kardeşleriyle paylaşmaya karar verdi. Bir süre sonra da İstanbul’a yerleşmek ve orada çalışmak için yola koyuldu. İstanbul’un Fatih semtine yerleşti, çok geçmeden bir oğlu oldu ve adını Ahmet4 koydu (1860-1947). Birkaç yıl sonra da kızı Melek doğdu. Ahmet Efendi çocukluğunda afacan bir çocuktu; yaramazdı, oyun oynamayı, çevrede gezmeyi, arkadaşlarıyla eğlenmeyi seviyordu. Babası Hafız Kâmil’in zorlamasıyla okulları bitirip Demiryollarında Nafia Kondüktörlüğü5 yapmaya hak kazandı. İstanbul’da göreve başladı, bir süre sonra da Ayşe Dilara Hanım’la evlendi. Yeni evliler bir süre beraber oturdukları ailelerinin yanından taşınıp Divanyolu’nda tek katlı, ahşap eve yerleştiler. Ahmet Efendi çalışmak için sabahleyin evden ayrılıyor, bütün gün inşaatları, yol çalışmalarını kontrol edip yorgun argın eve dönüyordu. Kendisi yakışıklı, orta boyluydu. Yeni yeni bıraktığı sakalı yaşına göre kendisini daha olgun gösteriyordu. Eşi Ayşe Dilara Hanım ise küçük yüzlü, kara gözlü ve becerikli biriydi. Zaman zaman ruhi durumu bozuluyor, çeşitli evhamlara kapılıyor, yalnız kalmaktan korkuyordu. Kocasının bazı geceler geç gelmesi onu koyu bir sessizliğe itiyordu. Aklında pek çok ihtimal beliriyor ama bunları Ahmet Efendi’ye sormaktan çekiniyordu. Ev işleriyle uğraşıp aldanıyorken, son dönemde hamile olduğunu anlayınca sevinci artmış, doğacak çocuğu için hazırlanmaya başlamış, evhamları nispeten azalmıştı.
Kasım ayının gelişiyle birlikte hazan mevsimi kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Soğuklar giderek artıyor, yağmurlar iplik iplik günlerce yağıyordu. Divanyolu caddesindeki evler, ağaçlar, arnavutkaldırımları ve insanlar ıslanıyordu. Akşam ezanı okunurken yağmur yağıyordu. Evine gitmekte olan Ahmet Efendi hanesine doğru yaklaşırken içinde nedensiz bir sevinç duydu. Müjdeli bir haber alacağım diye düşündü. Bazı şeyleri hissettiğini sanırdı. Adımlarını hızlandırdı ve yağmur kokusunu ciğerlerine çekerek hızla yürüdü.
93 Harbi’nin üzerinden üç yıl geçmesine rağmen Balkanlardan, Kafkasya’dan göç eden, pek çok muhaciri sokaklarda görüyor, onlara üzülüyor, dedelerim de muhacir olmuşlar, diye düşünüyor, kederle sakalını sıvazlıyordu. İyice ıslanmıştı ama duyumsadığı yağmur kokusunu o kadar sevdi ki soğuğa rağmen yolunu uzattı. Sokağa dek inen, geniş, kararmış tahta merdivenleri yavaşça çıktı. Kapıya iki kere uzun, bir kere de kısaca vurdu. Eşi Ayşe Dilara Hanım’a geldiğini haber veriyordu. Aralarında bu şekilde bir parola kararlaştırmışlardı. Çünkü her kapı vuruluşunda eşi irkiliyordu. Onun bazı kuruntularını iyi bildiği için böyle çözüm yolu bulmuşlardı. Biraz bekledi. Eşinin perdenin gerisinden kapıyı görecek şekilde baktığını iyi biliyordu. Bekledi. Sonra kapı açıldı. Hanımı telaşlandı:
“Epey ıslanmışsın bey.”
“Ziyanı yok. Tasalanma.”
“Ya hastalanırsan?”
“Bir şey olmaz… Merak etme.”
“Bugün ağrılarım oldu, pek yakın zamanda bebeğimiz dünyaya gelecek gibi.”
Ahmet Efendi bu sözleri duyunca “Müjdeli haber bu mudur acaba?” diye eşine bakarken düşünüyordu. Kendisine dalgınlıkla baktığını gören karısı ise bu bakışların altında yatan manayı çözmeye çalışıyordu:
“Ne oldu? Çok mu yorgun görünüyorum? Benzim mi solmuş?” “Hayır hayır. Gelirken içime aniden bir his doğdu, müjdeli haber alacağım diyordum şimdi sen de böyle konuşunca onu düşünüyordum. İnşallah yakında annem de gelecek, senin yanında bulunacak. Sana yardım edecek, doğum esnasında da elinden geleni yapar, tecrübelidir.” “İyi olur. Aslında biraz endişeliyim.” Ayşe Dilara Hanım gergindi. Yatağında sakince akıp giden ırmak gibi olan hayatlarının aniden bozulacağından endişe ediyordu hep. Bu yüzden hiç rahat olamıyor, devamlı bir ceylan ürkekliği yaşıyor, güvende olmak için çareler arıyordu. Hele son iki aydır sürüp giden endişe sebebiyle canı çok sıkılıyordu. Bir an önce doğum yapıp evladını kucağına alabilseydi sanki dünyalar onun olacaktı.
***
Ahmet Efendi’nin annesi Şükriye Hanım, bezlere sıkıca sarılmış bebeği uzatırken gururluydu:
“Oğlan, saat on iki civarında doğdu. Bugün günlerden salı6 sakın unutma.” “Unutmam anne.” “Ama oğlun annesine çekmiş. Ona daha çok benziyor.” Ahmet Efendi bu sözlere hiç aldırış etmedi. Sadece oğlan kelimesine takılıp kalmıştı. Kucağına aldı, bebek kokusunu doyasıya kokladı. Sonra tebessüm ederek annesi Şükriye Hanım’a uzatıp merakla sordu: “Ayşe Dilara nasıl?” “Gayet iyi, merak etme. Doğum öncesi çok endişeliydi. Şimdi epey rahatladı. Bütün tedirginliği kayboldu. Sen bebeğe ad düşün bakalım…” “Düşünürüm,” dedi Ahmet Efendi, sesinde övünç, gurur ve ümit vardı…
Artık evlerinde en çok merak edilen konu yeni doğan bebeğe ne isim verileceğiydi. Hem Şükriye ve Ayşe Dilara Hanım hem de Ahmet Efendi’nin aklına yüzlerce isim geliyor ama bu isimler arasında oğullarına yakışanını bir türlü bulamıyorlardı. Bir akşam yemekten önce Ayşe Dilara Hanım kocasına sordu:
“Oğlumuzun ismini ne koyacağız?” “Bilmiyorum… Benim ailem oradan oraya göç etmiş, muhacir olmuş. Zorluk çekmiş. Bu yüzden vatan dedin mi, bizde kıymeti büyüktür. Ben isterim ki, vatanın her derdine derman bulsun, oğlum bu uğurda kurban olmayı dahi göze alsın. Bir İsmail gibi boynunu çekinmeden bıçağa uzatsın. Vatanı için tatlı canından vazgeçsin dilerim. Vatanı adına uğraşsın, didinsin. Bu yüzden İsmail ismi kulağıma ve gönlüme hoş gelir.” Ayşe Dilara Hanım ise kocasının konuşmasından irkildi. Sonra aklına doğum esnasında kırıldığı söylenen akasya dalı geldi. Bunu uğursuzluk saydı. Ama dillendirmedi. İçinden “Kurban mı? İsmail mi?” diye sayıkladı. Sonra yine ümide tutunarak dalgınlığından sıyrıldı ve hafifçe tebessüm etti: “Ama benim oğlum bak nurlu bir yüze sahip… Enver…”
Bu ismi duyunca Ahmet Efendi karısına baktı. Sanki çok uzun süredir düşündükleri bu isim konusuna bir çözüm bulmuş gibi elinde olmadan dalgınlıkla mırıldandı.
“İsmail… Enver… İsmail Enver.” “Evet işte ismini bulduk!” “İsmail Enver!”
İsmail Enver ismi çocuğa konulduğunda birden şimşekler çaktı, yıldırımlar düştü, fırtınalar adeta bu ismi bütün Rumeli’nin, Makedonya’nın, Trablusgarp’ın, Sarıkamış’ın, Çanakkale’nin, Kut’ül Amare’nin, Hicaz’ın, Galiçya’nın, Türkistan’ın tepelerine duyurmak için oradan oraya esti. Ay, o gece ışıklı haliyle parıldayıp mehtaba döndü. Derelere can suyu geldi, rüzgâr bekleyen değirmenlerin kanatları dönmeye başladı. Denizler çalkalandı, nehirler çağıldadı.
Kösler vuruldu, tuğlar dalgalandı, boz yeleli atlar kişnedi, kılıçlar kınından sıyrıldı, oklar yaya kondu, mermiler namluya sürüldü… Nice yiğitler, nefesleri barut kokanlar, canını pazara çıkaranlar, vatan için kurban olacaklar, hançerleri yırtılarak hep birden olanca sesleriyle, avazları çıktığı kadar Divanyolu’ndaki evin önünde toplanıp haykırıverdi sanki:
“İsmail Enver!”
Böylece, kısa bir süre önce dünyaya gelen bebeğe İsmail Enver ismi konuldu. Ancak annesi daha şimdiden oğlu için kaygılanmaya başlamıştı bile:
“Ya kurban olursa?.. Vatanı için, bayrak için, millet için, din için?..” İçine çöken sıkıntıyı yine ümide tutunarak aşmak istedi: “Bunlar için kurban olacaksa, olsun!” Nihayet rahatlamıştı…
Okulda
Memuriyetine devam eden Ahmet Efendi oğlunun dünyaya gelmesiyle birlikte geleceğe dair daha da ümitlenmiş, çalışma azmi artmıştı. Heyecanla eve gelip oğluyla vakit geçirirken, onun okula gideceği günleri hayal ediyordu. “Okumalı,” diyordu.
“Toprağımız yok, büyük dedemler gibi esnaf da değiliz. Fakir değiliz ama zengin de sayılmayız. Okumalı ve kendisi için en uygun mesleği seçmeli. Ah şu 93 Harbi… Devleti epey fakir düşürdü. Zorluklar çıkarttı. Savaşın üzerinden üç sene geçti ama etkisi ülkenin her yöresinde hâlâ hissediliyor. Maaşımı düzenli olarak ancak bu sene alabildim. Hele Makedonya’daki subayların beş-altı ay boyunca maaş alamadığını duydum. Padişahımız II. Abdülhamit Han bundan sonra nasıl bir politika izleyecek bakalım? Açıkçası geçen üç sene içinde pek bir şey değişmedi. En acısı da Ruslara bırakılan topraklarımız; Kars, Ardahan ve Batum. O illeri kurtaracak yok mudur? Ya da bu yerler ileride kurtarılacak mıdır?..”
O sırada emekleyerek yanına gelen oğluna baktı. Kendisine gülen İsmail Enver’i kucağına aldı. “Evlat, anlarım ve hissederim ki zor yılların olacak. Devlet için de… Dedelerimi muhacir eden Ruslar rahat durmayacak belli. Allah’tan diliyorum, sana bu zor yıllarda dayanma gücü, azim ve irade versin, her zorluğun üstesinden gelebilesin.” Sonra o çok sevdiği bebek kokusunu duyumsadı ve oğlunun ensesindeki çukurluğa küçük bir öpücük konduruverdi.
Annesi Şükriye Hanım torunuyla ilgilenirken, eşi Ayşe Dilara Hanım ise ev işlerinin üstesinden gelmeye çalışıyordu. İsmail Enver’den dolayı morali yerindeydi, daha önce yaşadığı kuruntularından, tedirginliklerinden kurtulmuş sayılırdı ama bu kez de oğlunun üzerine titriyordu. Düşmesin, hastalanmasın, uykusuz kalmasın diye elinden gelen her şeyi yapıyordu. Anne oğluna çok bağlanmıştı, hele kendisine benzemesi onu ayrıca mutlu ediyordu.
***
İsmail Enver emekledi, zamanla yürüdü ve hayatının üç yılı Divanyolu Caddesi’ndeki Lisan Okulu’nun karşısındaki evlerinde geçip gitti. Artık okul konusu evde konuşuluyordu. Caddeden geçen çocuklar boyunlarındaki elif ba cüzleri ve kumaştan bez çantalarıyla güle oynaya okula gider gelirlerdi. İsmail Enver’in dikkatle takip ettiği olayların başında öğrencilerin sabah okula gitmeleri, öğleden sonra okuldan dönmeleri gelirdi. Onların oyun oynamasına bakar, boyunlarında asılı, rengârenk kumaştan dikilmiş çantalara gözleri takılır, birbirlerinin küçük feslerini düşürmelerini tebessüm ederek izlerdi.
Uslu ve sakin bu çocuğun küçük, ela gözleri ve buğday renkli teni öne çıkan fiziksel özellikleriydi. Ancak söz konusu sakinliğinin tam tersine, gözleri cam gibi parlak ve çok karmaşık düşüncelerin yansıdığı iki önemli izdi. Ona bakan dış sakinliğinin aksine içinde adeta pek çok yaramazlığı üst üste biriktirdiği hissene kapılırdı.
İptidainin öncesinde açılan sınıflara üç yaşını dolduran çocuklar alınarak onlara temel dini eğitimler verilirdi. Aynı zamanda oyunlar öğretilir ve okumaya geçmek için temel bilgiler aktarılır, harfleri tanıma çalışmaları yapılırdı.
….