Küçük Şehzade | Cahit Zarifoğlu


“Sarayın bahçesindeki fıskiyeli havuzun su sesleri dalga dalga meyve ağaçlarının üzerine dökülüyor. Koşmaktan yorulan çocuklar ağaç diplerine, gölgelere sığınmışlar. Kimi halıların üzerine başlarını koymuş çoktan uyumuşlar. Lalaları onların yüzlerine konan sinekleri ipek bir tülbentle kovalıyor. Ve kendi gözlerini kapamaya çalışan uykuya karşı direniyorlar.”

İçindekiler

Şehzade Yazı Yazıyor, 7

Kırk Bin Kapılı Hazine, 33

Nöbetçi, 47

Padişah ile Bir Veli, 57

Fitnecinin Çabuk Gelir Kötü Sonu, 73

Şehzade Yazı Yazıyor

Bir varmış bir yokmuş.

Evvel zaman içinde,

kalbur saman içinde,

deve tellal iken,

ben ninemin beşiğini,

tıngır mıngır sallar ikeen,

bir padişahın bir tek bir tane, bir oğlu varmış.

Güzel huylu imiş bu Şehzade.

Evet iyi huylu, güzel mi güzel, ancak bir o kadar da aceleci ve inatçı.

Kendi kendine şöyle dermiş:

– Babamın sahip olduğu mülk ne kadar da çok. Uçsuz bucaksız topraklar, sonu gelmez denizler, sayısız göl. Ya sarayları, hanları, hamamları. Hele yaptırdığı mescidler, camiler, tekkeler, zaviyeler.

Küçük Şehzade padişah babasının sahip olduğu daha nice malı mülkü düşündükten sonra içinden şöyle gelirmiş:

– Ne kadar harcasak bitmez bunlar. Bu yüzden de elime ne geçerse har vurup harman savurayım.

Ve başlarmış eline geçenleri har vurup harman savurmaya.

Har vurup harman savurdukları da ne?

Ne olabilir?

Daha kaç yaşında ki bu Şehzade?

Yoo böyle deme?

“Har vurup harman savurdukları da ne”, olur mu hiç.

İster kocaman bir ineği har vurup harman savur, istersen küçücük bir tavşanı.

İster bir saray olsun har vurup harman savurduğu, ister bir konak, isterse bir köşk müştemilatı.

Ha bir kibrit çöpünü har vurup harman savurdun, ha koca bir ormanı.

Pes, böyle diye diye, sözün doğrusunu şu yana, eğrisini ise bu yana koyup başımızı Küçük Şehzade’den tarafa çevirdik: Gördük ki kendisine ayrılan büyük bir odada, masa başında oturuyor.

Tuh, masa mı dedik.

Gerçi o zaman dahi masa yok değilmiş.

Amma pek bir işe yaramazmış.

Küçük Şehzade de oturmuş yere.

Önünde bir güzel işlemeli sehpa.

Bu sehpa Şehzadenin çalışma sehpası imiş.

Sehpanın üzerinde taa Mısır’dan gelme, sarı renkte, kaymak gibi kağıtlar.

Ama dikkat edelim:

Bu kağıtların rengi ne tam sarı ne de tam başka bir şey olup, ille de nohut rengine benzediğinden bunların rengi için şöyle derlermiş:

– Nohudi kağıt.

Böyle dedin mi akla, kalın, parlak ve nohudi renkte o zamanın en güzel kağıdı gelirmiş. Güzel yazı demek ollan “Hat” ustalarının en çok aradığı kağıt buymuş. Çünkü kolay kolay mürekkebi dağıtmazlar. Üstelik yazı yazmaya yarayan kamışlar bu kağıdın üzerinde yağ gibi kayıp gider.

Yazıya istediğin kıvrımı rahatlıkla verirsin.

Emeğin sonucunu görürsün. Sevinirsin.

İşte Küçük Şehzade de bu kalın, parlak nohudi kağıtlardan büyük bir tabaka çekti önüne. Sehpanın üzerine yaydı.

Bir eline de bir kamış beğenip aldı. Ucunu kontrol etti. Bunu özel hazırlanmış mürekkebe bandırmadan önce,

– Acaba ne yazsam diye bir süre düşündü.

Elinin altındaki yazı örneklerine baktı.

Onu tasarladı olmadı, buna niyetlendi olmadı.

Sonunda özene bezene kendi adını yazmaya karar verdi. “Süleyman” diye yazacaktı.

Kamış kalem nohudi kağıdın üzerinde gıcırdayarak kaydı.

Aman ne de güzel. Yağ gibi kayıyor kamış. Ve o güzelim ismin ilk harfleri peş peşe beliriyor.

İşte o “Se”

Derken “Lam”

Hoop bir “Ye”

Sonra şöyle alt tarafa doğru azıcık inip, hafifçe de sağa, sonra da yeniden gıcırdayarak yukarı tırmanıp ta tepeye kadar vardı ki oldu “Ma”

Bir de “Nun” kondurunca, noktasıyla beraber oldu yahşi bir “Süleyman.”

Şehzade küçük Süleyman özene bezene, ama adeta bir hamlede yazıverdiği “Süleyman” ismini bitirince, kağıdı iki eliyle birden tutarak kaldırdı. Gözünün hizasında tuttu.

Uzun uzun baktı eserine.

– Ne de güzel yazıyorum Allah’ın izniyle. Oh, oh, bu gidişle hocam Mahmut Efendiyi de gerilerde bırakacağa benziyorum.

Daha yaşı ne ki Küçük Şehzade Süleyman’ın.

Ama doğrusunu söylemek gerekirse, gerçekten de ustaca yazdı Küçük Şehzade Süleyman, “Süleyman”!.

Kağıdı yeniden sehpanın üzerine yaydı.

Tıpkı hat hocası hattat Mahmut Efendi’nin gösterdiği gibi kamışı tekrar parmaklarının arasına aldı vs bu “Süleyman” yazısının altına, “Nun” harfinin hemen yanına küçücük ve biraz da süslü olarak bir Süleyman daha yazdı.

Yani yazının altına imzasını atmış oldu.

Koca kağıdın üzerinde ilkin kocaman bir “Süleyman”, onun altında ise küçük bir Süleyman.

Biri Şehzade Süleyman’ın hat eseri, öteki ise imzası.

İmzasını da atınca kağıdı kir kere daha iki

eliyle tutup gözlerinin hizasına kaldırdı.

–    Ben de büyük bir hattat oldum, dedi. Şimdi ünüm yayılmalı yeryüzüne.

Kağıda üfürdü, eline bir yelpaze alıp onunla yazıyı yelpazeledi. Kağıdı alıp odada koşturdu. Böylece mürekkebin bir an önce kurumasını temine çalıştı.

Sonra da kağıdı yuvarladığı gibi koltuğunun altına sıkıştırdı.

Yıldırım gibi odasından dışarı fırladı. Koridorlardan rüzgar gibi geçti. Kapıları hızla açıp kapadı.

Sarayın içinde onun gürültülerine, telaşına baş uzatanlar,

–    Ah yine Küçük Şehzade Süleymanmış. Kim-bilir bu defa nereye koşup duruyor diyerek odalarına çekiliyorlar.

Küçük Şehzade hayretle açılan gözlere, kapılardan uzanan başlara aldırmadan kaftanının eteklerini savura savura koşuyor.

Oysa bahçede fıskiyeli havuzun başında kendi yaşındaki çocuklar neşeyle koşup duruyor. Kuşlar ötüyor, genç kızlar kol kola girmiş ağaçların altında dolaşıyor ve şiirler okuyorlar.

Benzer İçerikler

Altın Kafes – Sör Benfro’nun Şarkısı 3 | J. D. Oswald

yakutlu

Bahtiyarlık

yakutlu

Bach Yürürken | Göknil Özkök

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy