Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi | Ömer F. Oyal


“En iyi ihtimaller bile yorucu sonuçlara ulaşıyor, her olumlu ihtimal yeni ve daha büyük çabalar gerektiriyor, dünyanın yorgunluğu asla bitmiyor.”

Ömer F. Oyal son romanı “Doğum Günüme Çağırmak İstediğim Tek Kişi”de doğum gününün gecesinde uyku tutmayan bir akademisyenin zihninin saplantılı akışına bizi davet ediyor. Üzerinde çalıştığı konunun öznesi olan Evliyâ Çelebi’nin kendi hayatını nasıl ele geçirdiğini bize tutkulu ve takıntılı bir dille anlatıyor. Kitaplarla, kâğıtlarla, sonu gelmeyen düşünce silsilesiyle yaşayanların dünyasında zehir gibi gezinti…

“Zihin ya sövgüyle ya da bir alıntıyla durmadan uyarılıyor. Efendi’nin zihninde durmadan bir alıntı; hangi ciltten, hangi fasıldan olduğu belirsiz bir yazı parçası yükseliyor. Suda bir türlü batmayı beceremeyen kesik kelleler gibi inatla bir inip bir çıkıyorlar. İsmail Maşukî’nin ve diğerlerinin vücutlarından ayrılmış başlarının Ahırkapı’dan Rumelihisarı Kayalar Mescidi’ne kadar bata çıka ilerleyişinden beter bir inat. Akla gelenlerin birbirlerine nasıl ve hangi yolda seslendikleri de belirsiz. Efendi’ye birbirinin yerini alan görüntüleri seyretmekten başka yapacak şey kalmıyor.”

1

Yalnız yatan Efendi’nin yatağa mümkün olduğunca sessizce yerleşmek, yorganın kendisine ait kısmını ele geçirmek, yanındakini uyandırmamaya çalışmak gibi sorunları yok. Kapanan gözkapaklarının dışındaki dünyayla ilişkisini kesmeye çalıştığını tahmin edebiliyorum. Köleler de, cariyeler de, kaledekiler de yokluğa gömülmek üzereler. Varlıkları yeryüzünden silen uykuya şükürler olsun. Kuşkusuz herkesin kendine göre bir uykuyu bekleyişi, yatağa girdikten sonra vücudun hareketlerinin kişiye özgü bir sıralaması var. Yanında uyuyan birisi olmadığı düşünüldüğünde Efendi’nin daha rahat davranacağını varsayabiliriz.

Öncelikle sünnet üzere sağ tarafa döndüğünü, elini yastık ile başı arasına yerleştirdiğini; bacaklarını gerdiğini, yorgandan dışarı taşan ayaklarını içeri çektiğini, ardından sola dönüp elini bu kez yastığın altına soktuğunu ve beklemeye başladığını varsayabiliriz. Beklemek de değil, beklemeden beklemek; tatsız fikirleri kabul etmemek, neredeyse boşlukta öylece uzanmak. Fakat bunlar kâfi değil. Zihin serbestlik kabul etmiyor; güzellikle, dingin bir hayalle avutulmadığında muhakkak türlü tatsızlıklar kafanın içinde cirit atmaya başlıyor. Güzellikleri hayal etmeye çalışmak da her zaman yeterli olmuyor.

Hatırlana hatırlana yıpranmış, parlaklığını yitirmiş saadetlerin avutuculuğunu yitirdiğinin, hatıraların tatsız düşünceleri engellemekte yetersiz kaldığının Efendi de farkında. Buna rağmen tıpkı yatağa girdiğinde vücudun devinimlerinin hep aynı sırayı izleyişi gibi kapalı gözlerinin ardında hep benzer sahneleri düşlemeye çalıştığını hayal edebiliriz: Ilık, tatlı bir havuz ve havuzdaki neşe. Efendi, yüzündeki kayıp tebessümün hatırasıyla kendini buhara ve sıcaklığa bırakmaya çalışıyor. Buhar kapalı gözkapaklarından içeri sızarak bedenini ele geçirirken kalabalığın ve genç gülüşlerin çağıltısı yaklaşıyor. Turnaları andıran sesler daha şimdiden işitebiliyor. Seslerle birlikte kemikleri ısınmaya başlarken, görüntü gözlerinin önünde sereserpe açılıyor.

Efendi, gümüşi vücutların, savrulan kâküllerin sevinci içerisinde erimeye başlıyor. Taklalar atarak havuza dalanlardan sıçrayan sular kurnaların, havuzun yaldızlı taşlarını parlatırken yaldıza ölümsüz bir tazelik, bir parlaklık katıyor. Su dalgalanırken dünya gümüş ışıltısına bürünüyor. Havuzun dışında oynayanlar, ortalıkta sarmaş dolaş gülüşenler, köşe bucağa kaçan âşıklar havuzdan yükselen parıltının içinde eriyor. Efendi, dilberlerin kavuştuğu yer diye mırıldanırken, kelimeler buharın içinde eriyor. Efendi, curcunanın merkezine iyice yerleşip ağırdan alarak etrafı seyretmeye koyuluyor.

Her bir kişiyi ayrı ayrı süzüyor, özelliklerini tartıyor; kâkülün savruluşundaki işveyi, tenin parıltısını, peştemallerin kışkırtıcı gevşekliğini tek tek değerlendiriyor. Böyle bir anda dikkat kesilmek, kendini tamamen unutmaktan, çevreye saçılıp erimekten, merkezsiz kalarak kendinden kurtulmanın saadetinden, bu saadetin yarattığı hafiflikten başka bir anlama gelmiyor. Efendi daha şimdiden hafiflediğini, hafif adımlarla sorumsuzca ilerlediğini, ilerleyişin kendisini er geç uykuyla buluşturacağını hissediyor. Uyku hafifliği ve sorumsuzluğu seviyor.

Gevşemesine rağmen yine de dikkatini etraftakilerin üzerinde tutmaya çabalıyor. Mesela âşığını havuza itmeye çalışan oğlanın omuzlarındaki aşikâr güç, mesela kurna başında gülüşenleri seyreden bir başkasının tebessümündeki utangaç cazibe. Görüntülerin kendisinden uzaklaştıklarını hissediyor ama bu asla keder verici, yalnızlaştırıcı bir uzaklaşma değil. Hareket eden bedenler neşeli bir çalkantıyla yavaşça, neredeyse sevinçle sessizliğe gömülüyor gibiler. Mesela takla atarak havuza dalanın çevikliği, mesela çevikliğin sevinç verici titreşimi, mesela önündekinin başına su dökenin elindeki tasın üzerindeki nakışların sevimliliği.

Başımızı yastığa koyduğumuzda uykunun yavaşça yaklaşmasını; kemiklerin, dokuların arasından sızarak bizi ele geçirmesini bekleriz. Yeryüzündeki varlığımızın, askıya alınacağını, bizi kuşatan dünyanın da bizimle birlikte rafa kaldırılacağını umarız. Mesela ben nihayet yorganın ve yatağın benim olması gereken bölümünü ele geçirdiğimde önce sağa dönerek bir süre beklerim, daha sonra sol tarafa dönerek uyurum. Yatmadan önceki sürede yaptıklarımız da önemli. Uykuya yeterince esneyip yayılabilmesi, kendisini rahat hissedebilmesi için alan açmak önemli. Güçbela yatağa girip başımı yastığa koyduğum, yorganı zorlukla üzerime çektiğim şu anlarda, yatmadan önceki süreyi her zaman olduğu gibi yanlış şekilde değerlendirdiğimin farkındayım.

Kişi yatmadan en az bir saat önce çalışmayı kesmeli; bilgisayarı kapatmalı, kitaplardan, notlardan ve araştırma konusundan uzaklaşmalı. Bense daha beş dakika öncesinde üç ayrı sözlükte telhkâm kelimesinin anlamını kurcalamakla meşguldüm. Az önce düşündüklerimi unutmaya, aklıma hiçbir şey getirmemeye, zihnimi boşaltmaya, düşünmemeye çalışırken bir yandan da üzerime çektiğim yorganı zaptetmeye çalışıyorum. Neredeyse üç saat önce yatan karım her zaman olduğu gibi yorganın tamamını üzerine çekip yatağa çaprazlamasına uzandığı için yerleşmek bir tür mücadele gerektiriyor.

Uyandırmadan sessizce yanına süzülmek, bacaklarını ve kollarını yavaş müdahalelerle benim yattığım taraftan uzaklaştırmak, daha sonra yorganın bir kısmını, en azından bana ait olması gereken kısmını onu uyandırmadan kendisinden koparmak gerekiyor. Karım uyanacak gibi olduğunda, anlaşılmaz bir iki kelime söylediğinde hemen durmak ve beklemek gerekiyor. Kıpırtı kesildiğinde yorganın bir kısmını daha üzerime çekiyor, ayaklarımın dışarıda kalıp kalmadığını kontrol ediyor, karıma ve sessizliğe kulak kesilirken, yaklaşık beş aydır kitabıyla uğraştığım kişiyi kendimden uzak tutmaya çalışıyorum. İsmini, muhayyel yüzünü; kimi zaman berrak, kimi zaman anlaşılmaz satırlarını aklıma getirmemeye çalışıyorum.

Efendi, dişi ansızın sızlamış gibi, mendebur basurun şişmeye başladığını hissetmiş gibi yüzünü buruşturuyor. O dudağını ısırırken yattığım taraftan öbür tarafa dönüyorum, sol ayağımın yine açıkta kaldığını, karımın bilinçsizce yorganı çekiştirdiğini fark ediyorum ama aldırmıyorum. O bilinçsizce, ben gayet bilinçli biçimde çekişiyoruz.

gibi, havuz da gürültü de mevcut değilmiş gibi yavaş adımlarla kubbeyi tutan havuzun etrafındaki sütunların ardında çepeçevre yürüyor. Efendi, silüetin arkasından geçtiğini, birazdan sağ tarafında belireceğini biliyor; siluetin adını anmamaya, siluete bir tanı koymaktan geri durmaya çalışıyor. Oysa daha ilk anda bile onun kim olduğunu apaçık biliyordu. Buhar yoğunluğunu yitiriyor, sesler çekiliyor, sıcak zayıflıyor. Gümüş tenler de, neşe de yavaşça uzaklaşıyor; neşe uzaklaşırken yeni vali ışıltılı vücutların, sütunların, kurnaların arkasından kara koncolos gibi geçiyor. Bazen bir süreliğine kayboluyor, kendini unutturuyor ama tam o sırada habis bir diken gibi yeniden vücut buluyor. Efendi gözkapaklarını daha da sıkıyor, son bir gayretle karşıdaki altın renkli tellağa dikkat kesilmeye çalışıyor, göbek taşına uzanmış müşterisini yoğuran adamın terli kâküllerine, geniş sırtına dikkat kesilmek için kendini zorluyor. Ama tellağın müşterisinin yeni vali olduğu gerçeğiyle sıçrıyor. Terlediğimi hissediyorum, yorganı üstümden atmak istiyorum ama kıpırdamamam gerek.

Sıcağa katlanmaya çalışıyorum. Kıpırdamayacağım, Efendi yavaş yavaş zihnimden silinecek ve koca bulutun içinde kaybolacağım. Bu umutlara rağmen göbek taşının üzerine serilmiş yeni valinin göbeğinin kendini ispatlamak istercesine yükseldiğini görmekten kendimi alamıyorum. Göbeğin gölgesi önce hamamın, sonra Efendi’nin evinin, daha sonra kalenin, daha sonra şehrin üzerini kapladıktan sonra Aşağı Nil’e, İskenderiye’ye doğru ilerliyor ve nihayetinde evimizin üzerine kadar yayılıyor. Oturduğumuz apartmanın üzerindeki heyülayı hissedebiliyorum.

Havasız kaldığımı düşünerek derin derin soluk alıp vermeye çalışırken karımın yüzüme dayanan sol kolunu geriye, sahibine doğru itiyorum. Efendi gerçekte yeni valinin neye benzediği hakkında hiçbir fikrinin olmadığını kendine tekrarlıyor. Gözüne batıp duran, hamamı soğutan görüntünün Hamza Paşa’yla ilgisi sadece kötü niyetli bir yakıştırmadan ibaret. Herkeste gizli olarak mevcut bulunan çirkinlik, rahatsızlık veren kişi söz konusu olduğunda hızla yüzeye çıkıyor.

Güzelliği hasmımıza yakıştıramıyoruz. Efendi herkesin birbirini ittirip durduğu karşılama töreninde uzaktan görebildiği kadarıyla yeni valinin uzun boylu mu, yoksa kısa boylu mu olduğundan bile emin değil. Sakalının kara mı olduğu, kına mı sürülmüş olduğu, yer yer aklarla mı lekenmiş olduğu, yoksa bütünüyle ak mı olduğuSessiz bir savaş. Nihayet çekiştirmeyi bırakıyor, yatak hareketsizleşiyor. Efendi’yi rahatsız edenin ne olduğunu anlamak amacıyla hamama dikkat kesiliyorum. Havuzu ve sütunlar arkasındaki gölgeli alanları; mırıldanan çiftleri, gürültücü grupları, etrafı seyreden yalnızları tek tek gözden geçiriyorum ve nihayet sütunların hemen gerisindeki kendisine tamamen yabancı bu mekândan öylesine geçiyormuş gibi telaşsız görünen siluette karar kılıyorum. İstenmediğinin farkında değilmiş, istenmiyor oluşunu umursamıyormuş hakkında da hiçbir şey söylenemez. Efendi yatağın içinde dönüp yorganın dışında kalan bacağını içeri çekerken ben de yorganın bir kısmını daha üzerime çekmeyi başarıyorum.

Evet, Efendi yeni valiye en fazla yirmi metre yaklaşabilmiştir; kavukların, sarıkların, serpuşların, miğferlerin, sancakların, mızrakların arasından pek bir şey görememiştir. Sarrafbaşının başlığı da, mesela iki buçuk metreye üç buçuk metrelik sancağın görüşü kapatması gibi onlarcasının içinde dikkate alınmaya değmez bir neden ama Efendi görüşü sarrafbaşının kapattığında ısrarlı. Herif, yani sarrafbaşı ikide bir olduğu yerde kıpırdıyor; bir sağa, bir sola dönüyor ve valinin olduğu tarafı durmadan kapatıyor. Sarrafbaşının içinde kımıldayan şeytan, o batası vücudun içinde çırpındıkça içine yuvalandığı vücuda da, etrafındakilere de huzur vermiyor. Altının özünde bulunan, kendisini seyreden gözleri kavuran, onları olmadık tutkulara sürükleyen uğursuz parıltı gibi şeytan da hareket etmeden duramıyor.

Efendi, Yahudi sarrafbaşının serpuşunu da, şeytanı da unutmaya çalışıyor ama daha bir ay önce telaşla şehre dönmeye çalışırken yoluna çıkıveren başka Yahudileri hatırlamaktan kaçamıyor. Gerçek bir hatıra muhakkak bir yolunu bulup size kendini dayatır. Akşam karanlığında ileride görülen meşalelerin, artık iyice pervasızlaşan eşkıya sürülerine ait olduğu zannıyla Efendi’nin nasıl korkmuş olduğunu kolaylıkla tahmin edebiliriz. Yine de meşaleli alay atlardan ve develerden yoksun görünüyor, oldukça ağır ilerliyor; bu yavaşlık yüzünden iki kafilenin karşılaşması bir türlü gerçekleşmiyor. Karşılaşmanın kesinliğinin ve buna karşın bir türlü gerçekleşmeyişinin yarattığı gerginlik karşılaşmanın olası sonuçlarından daha ağır basmaya başladığında Efendi karşılamayı artık bir kavuşma olarak görmeye başlıyor.

Nihayetinde karanlığın içinde ateşten bir solucan gibi kıvrılarak ilerleyen topluluğun bir cenaze alayından ibaret oluşu gerçeği bile ilk başta gelen ürküntüyü giderebilmiş değil. Elbette cenaze alayının da kendilerini bir eşkıya sürüsü varsaymaları gerçeğini atlayamayız. İki evhamlı kafile karşı karşıya geldiklerinde rahatladılar. Cenaze alayını korumak için yüklü bir bahşişi cebe indiren subaşının adamları da rahatladı. Efendi, Yahudilerin cenazelerini ancak hava karardıktan sonra defnetmelerini buyuran kuralı gayet yerinde bulmasına karşın bunlara ait bir cenaze alayıyla karşılaşmayı uğursuzluk işareti olarak yorumlamıştı ve belki de işaret şimdi adım adım ete kemiğe bürünüyor.

Bu saatlerde evhamlanmak iyi değil, kendi isteğiyle gelen uyku yine kendi kaprislerinin peşinde uzaklaşıp gider. Bazen gidiyormuş gibi yapıp ansızın yumuşacık adımlarla döndüğü de olur ama Efendi’nin yeniden havuza dönmeye, o göbeği yeniden görmeye cesareti yok. Yeni valinin muhayyel göbeği yerine bu sefer de eski valilerin görüntüleri bir bir önünden geçmeye başladı. Karşılaştırma belirsizliği öteleme gayretidir.

Yüzler, boylar birbirine karışıyor, kimin kimden önce vali olduğu, kimin ne zaman İstanbul’a döndüğü belli olmadığı gibi yüzlerdeki ifadeler de birbirine karışıyor. Doğal olarak İbrahim Paşa’nın ismi de cismi de açık seçik; Hüseyin gibi, Abdurrahman gibi, Ahmed veya Osman gibi paşa isimleri ise beraberlerinde hiçbir hatıra uyandırmadan bir belirip bir yok oluyorlar. Ya da hatıralarla isimler buluşmuyor. Mesela kapıkullarının korkusundan en iç avludan çıkmayan beylerbeyinin ismi hatırlanamıyor ama kendisine tabir ettirilen rüya hâlâ hatırında.

Efendi bu şehre yerleşeli kaç paşanın gelip kaçının döndüğünü hesaplamaya çalışmaktan kendisini alamıyor. “Beşinci paşa olmalı,” diye mırıldanıyor, “yoksa altıncı mıydı?” Osman Paşa’nın üçüncü paşa olduğundan eminim ve paşaların sıralamasından kurtulmak istiyorum. Biraz daha düşünürsem, yataktan fırlayıp çalışma odasına gitmekten, masada yığılı kâğıtların arasındaki Mısır valileri listesine bakmaktan kendimi alamayacağımı biliyorum. Bu kendini alamayış, kaçınılmaz biçimde yatağa yerleşme ve yorganın kendime ait kısmının ele geçirilmesi mücadelesine yeniden başlamak anlamına gelecek. Kaçıncı olursa olsun her yeni vali belirsizliklerle dolu günler demek. Her gelen azametle, umutla yüklü olacak; önceki valinin beceriksizliklerini ortadan kaldırabileceğini, kapıkullarını, Çerkesleri, Şafiileri hizaya getirebileceğini; ülkeden elde edilebilecek geliri son kuruşuna kadar toplayabileceğini ve geriye zenginleşmiş olarak döneceğini umacak.

Alayın başında, sancakların gölgesinde kapılardan geçerken kaşları çatık, doğal olarak memnuniyetsiz ve kuşkulu olacak. Daha karşılayıcı heyetin ilk atlısının yüzündeki riyakâr ifadeden, süvarinin elindeki kırbacı tutuşundan bile kendisinden bir şeyler saklandığını bilecek. Kaledekilerin yüzüne gülerek kendisini idare etmeye çalışacaklarını; eski valinin gelir gider kayıtlarında çeşitli düzenbazlıklar yapacağını, defterlerin anlaşılmaz tutarsızlıklarla dolu olacağını, her konuşmanın yalanlarla dolu olacağını bilecek. Yumuşak davranırsa kandırılıp arkasından alay edileceğinden emin olacak. Kuşkucu olacak ve kendisiyle birlikte gelenlerin bile baştan çıkarılmaya meyilli olduklarının farkında olacak. Memnuniyetsizliğiyse zamanla kazanmış olacak; kendi şehrinde, kendi evinde bile her zaman memnuniyetsiz bir çehreye bürünmek mesleğin icaplarından. Memnuniyet ve mevcuda rıza dünyayı yoldan çıkarır. Onca yıllık deneyimiyle dünyanın zaten memnun olmaya elverişli olmadığının bilgisine de sahiptir yeni paşa; tıpkı zamanında kendi üstlerinin yüzlerindeki memnuniyetsizliğin haklı gerekçeleri olduğu gibi kendisininkinin de haklı gerekçeleri olduğundan emindir.

Memnuniyetsizlik yıllar geçtikçe yüzünün her çizgisine işleyip herkesin tanıdığı o suratı çoktan inşa etmiştir. Efendi, yarın öğle namazının ardından nihayet işte bu memnuniyetsiz ve kuşkucu suratın huzuruna kabul edilecek, bu şehirde, bu kalede kalışının nedenlerini yeniden bir bir sıralayacak. Yeni vali geldikten tam yirmi sekiz gün sonra… Tabii ilk on bir günü saymamak gerek. Belirsizlikle geçen on bir gün. Efendi belirsizliğe içerlemenin zararlarının farkında. Belirsizliği kabullenmeli, belirsizlikle birlikte yaşamayı öğrenmeli, ona saygısızlık etmemeli, zamanın akışını zorlamamalıyız. Kişi beklememeli, işlerine devam etmeli. Haber en beklenmedik anda geliverecektir.

Ne var ki, beklemeyi unutmak iradeyle gerçekleşmiyor, bunun yavaşça, neredeyse sezilmeden kişilik özelliği haline gelmesi gerekiyor. Derinin yavaşça havayı emmesi, hurma ağacının göze batmadan büyümesi gibi bir gayretsizlik gerekiyor. Efendi, “İlk on bir günü zaten hiç saymamak gerekiyordu” diye tekrarlıyor. Yeni vali yerleşecek, ziyafet verilecek ve esas önemlisi defterler açılacak; hazine sayılacak, gelirler giderler hesaplanacak, alacak verecekler belirlenecek ve hesaplarda anlaşılacak. Eski vali ancak o zaman memlekete yolculuğa çıkabilecek. Evet, yeni paşanın şehre ulaşmasının üzerinden yirmi sekiz gün, eski paşanın tozlu yollara düşmesinin üzerinden on yedi gün geçti ve değişen hiçbir şey yok.

Benzer İçerikler

Osmancık | Tarık Buğra | Birazoku

yakutlu

Emanet Gelin – Şehnaz Gülşen Online Kitap Oku

yakutlu

Düş Kırıklıkları

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy