Beni Yalnız Sen Anlarsın | Ömer Sevinçgül


Yaban meyveleri tadında öyküler… Severek okuyacaksın. Sıradan gibi görünen insanların zengin iç dünyaları, hayatın anlamlı ayrıntıları şaşırtacak seni… Sarsılacaksın, gülümseyeceksin okurken, kendini tutamayıp ağlayacaksın…. Hayata bakışın asla eskisi gibi olmayacak bu kitabı okuduktan sonra… Daha bilge, daha duyarlı, daha mutlu olacaksın… Bu kitabı herkes okuyabilir ama herkes anlayamaz… Belki de onu yalnız sen anlayacaksın.

***

içimdekiler

bade. / 7
baba… / 11
huri… / 14
talebe. / 19
berber… / 22
ilgi. / 27
kahoya… / 30
palto. / 34
fistan. / 38
ermanabi / 41
süprüntü. / 45
utanç. / 48
nisyan. / 51
sınav. / 53
detaycı… / 56
sitem… / 60
site… / 63
hasret. / 79
tablo. / 82
yüzüm. / 84
nefis… / 86
yumurta. / 89
eyaz… / 92
dost / 96
şadırvan. / 99
dolmuş. / 101
rüya. / 105
deneyim. / 109
gofret. / 113
mangal… / 118
gurub. / 120
gizli göz… / 122
sınırda… / 128
bülbül… / 133
yadigar… / 141
patron… / 147
kem gözlere şiş. / 152
çırpınış… / 157

Bade

Önce sevgi dolu, sıcacık, sarıcı sesini sevdim, sonra ışıl ışıl gülümseyen yüzünü. Kendimi bildim bileli yaz tatilleri için bize gelir, aylarca kalırdı. Yaşı kırka yakındı o zamanlar ama yine güzeldi, yine alımlıydı.

Çok küçükken ismini telaffuz edememiş, “Bade” demiştim, bu da onun hoşuna gitmişti. “Bade de bana. Bade demeni seviyorum” demişti. Canıma minnet!

On sekizinde çekilmiş bir resmini göstermişti bana, tıpkı sinema yıldızlarına benziyordu. Hülya gibi, Filiz gibi, Türkan gibi… “Bade, bu resim benim olsun mu?” demiştim. “Olsun” demiş, yanaklarımdan öpmüştü.

Hâlâ saklarım. Ben hiçbir resme bu kadar bakmadım… Resimler yaşlanmıyor. Hafifçe gülümsemiş, yanaklarında iki noktacık. Nasıl da güzel!

Her güzelin talihi güzel olmuyor. İki kez evlenmiş. Bahtı yâr olmamış. Birinci eşi bilmem ne suçuyla hapse düşmüş, ikincisi bir araba kazasında ölmüş. Yüzü gülerken bile gözlerinin derinliklerinde bir hüzün okunurdu. Anne olamamıştı. Gözünde iki damla yaşla beni kucaklardı.

Ne dese yapardım. Oysa aksi bir çocuktum, hırçındım, inatçıydım. Banyodan nefret ederdim mesela. Beni zorla yıkardı annem. Sen misin zorlayan! Yarı çıplak sokağa fırlar, yerde yuvarlanır, kendimi eskisinden beter kirletirdim.

Bade zorlamazdı, tatlı sesiyle “Hadi bakalım banyo zamanı” demesi yetiyordu. Banyo faslında masallar, hikâyeler, hatıralar anlatırdı bana.

Derin kara gözleri, uzun kirpikleri, beyazlı pembeli teni, yumuşacık elleriyle ruhumun sılası olmuştu Bade. O varken başkası yoktu benim için.

Kalabalıklarda, başkalarıyla birlikteyken ben hep onu seyrederdim. Arada bir farkına varır, bana bakıp gülümserdi. Kalbim kanatlanırdı o zaman…

Baba tarafından uzak akrabamızdı. Geldi mi ne yapacağımı bilemezdim. Gitti mi her yer boşalırdı. Günlerce içime kapanır, kimselerle konuşmaz, arkadaşlarımın tüm ısrarlarına rağmen oyuna katılmazdım. Bir tutku, bir karasevda idi benimki…

Sonra, niçin bilmem, gelmez oldu. Onu yıllarca bekledim. Babama, anneme sordum gelecek mi diye. Gelmeyecek, gelemiyor dediler. Beni götürmeleri için yalvardım, olmadı. Gelip beni bulmasını bekledim yıllar yılı. Gelmedi, belki de gelemedi.

Zaman durmuyor. Okullarımı sırasıyla bitirirken onun hayali hep yanımdaydı. “Nerededir, kiminledir, ne yapıyordur?” diye düşünmeden edemiyordum.

Günlerden bir gün onu aramaya karar verdim. İçimden bir ses, “Bulamayabilirsin. Daha fenası, bir mezar taşıyla karşılaşabilirsin” diyordu.

“Bunu aramadan bilemem” diyerek susturdum bu umutsuz sesi. “Her arayan bulamaz lakin bulanlar arayanlardır” dedim, başladım izini sürmeye.

Efsane kadın, bekle geliyorum!

Onu tanıyabilecek kimselerle konuştum, her söyleneni not ettim. Yaşadığı şehri öğrendim. Hakkında kırık dökük bilgiler edindim. Bir halı tüccarıyla evliymiş. Kocası zenginmiş amma çok yaşlıymış, belki de ölmüşmüş…

Bindim bir otobüse, gittim. Sordum, soruşturdum, uzun aramalardan sonra evini buldum.

“Zavallı kalbim” çırpınadursun, ben zili çaldım.

Kapıda zayıf bir kadın belirdi. “Buyurun” dedi.

Sesi, edası onu hatırlatıyordu ama.

“Bağdat Hanımı aramıştım” dedim.

“Benim “ dedi.

Zaman hükmünü yürütüyor. Narin beli bükülmüş, zifir saçları ağarmış, nergis teni sararmış, gözlerinin feri sönmüş bu kadın o olabilir mi?

İsmimi söyledim. Düşündü, çıkaramadı. Babamın, annemin adlarını söyledim. O zaman hatırladı. Canlandı birden. Gözleri ışıldadı. Bana bir daha baktı, sonra bir çığlık attı:

“Canıııımmm!”

Sımsıkı sarıldı bana, yanaklarımdan öptü.

Elimdeki gül demetini verdim.

Misafir odasına buyur etti… Karşılıklı oturduk. Bana bakmaya doyamıyordu. Eski günleri hatırlamanın yangım sarmıştı yüzünü. Konuşuyor, soruyor, ağlıyor, gülüyordu.

Özürler diliyor, “Seni hatırlayamadım! Ne ayıp! Kusuruma bakma yavrum, yaşlandım artık” diyordu. Israrla yemek yedirdi. Çay yaptı. Meyveler, çerezler, pastalar koydu önüme.

Yalnızdı. Zor yürüyordu. Çok hastalıklar çekmiş, ameliyatlar geçirmiş. “Amcan da gelir birazdan” diyordu. “Ne yapayım ben amcamı, bana sen lazımsın” diyemedim. Anlattıklarım acımı perdeleyen bir gülümsemeyle dinliyordum.

Zavallı kalbim ne kadar harap…

Hani, mesut günler geçirdiği bir evin yıkıntısıyla karşılaşır ya insan… Sesi yine sıcaktı, yine samimiydi, yine sevgi doluydu ama tınısında derin bir hüzün vardı.

Ben de bir şeyler söylemek istiyordum ama dilime gelen her söz anlamını yitiriyordu… Zaman sanki bir rüzgâr… Gülün ömrü az olur… İçimde buruk acı… Ah bu şarkıların gözü kör olsun! Bade, hayalimin kadını, sen nasıl… Nasıl.

İçimde bir deniz kabarıyor… Duygularım dalgalanıyor… Med vakti… Dalga büyüyor… Dil yetmeyecek, sözler kifayetsiz… Yanına gittim, önüne oturdum, başımı dizlerine koydum. Gözlerimde yaş… Görmesin, üzülmesin.

Saçlarımı okşuyor ve susuyor. Susulması gereken halleri ondan daha iyi kim bilebilir ki…

Uzunca bir sessizlik… Neden sonra yüzüne baktım, yanakları ıslanmıştı. F akat huzurluydu. T utkusu dinmiş -ti. Kaderine teslim olmuş insanlara özgü bir sükunet vardı gözlerinde.

İzin istedim.

Gitmeyeyim diye ısrar etti.

Kalamazdım. Bu kısa zaman bana yetmişti. Bazı anlar vardır bir ömre bedel. Şiir kısa olmalı. Rüyalar da kısadır. Ellerinden son kez öpüp ayrıldım…

Şimdi kim bilir hangi kabristanda yatıyor. Hiç eskimeyen yüzü gözümün önüne geliyor bazen. Yaz yağmurundan sonra güneş altında ışıldayan bahçelere benziyor bu yüz. Ve ruhumu sımsıcak saran sesini işitir gibi oluyorum…

Ah Bade! Önüme çıkan her kadım seninle kıyasladım. Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım.

Baba

Odada yanan sobanın sesinden başka ses yok. Küçük kız ödevini yapıyor. Yere yüzüstü uzanmış, elinde kalem, önünde defter, kitap. Sevimli kafasında düşünceler. Dalıp gidiyor arada bir…

Bugün sekiz yaşma bastı ama ayakkabısı hâlâ eski… Annesi, partal ayakkabılarını göstermiş, “Baban yenisini alacak” demişti oysa. Niye alınmadı ki? Göz ucuyla annesine, babasına bakıyor…

Tüm anneler, babalar böyle midir?

Eskiden evet, babalar sadece baba, anneler sadece anne, evler sadece evdi. Fakat artık değil… Farkı seziyor. Önünde otomobiller park edilmiş evler… Çocuklarını almaya gelen zengin babalar… Kolu bilezikli süslü anneler… Okulda canı ne isterse kantinden alabilen gürbüz çocuklar… Onların markalı elbiseleri, çantaları, ayakkabıları… Çocuk anlıyor artık, bütün evler küçük, bütün evler eski, bütün evler kiralık değildir…

Babasına bir daha bakıyor uzunca. Kara topraktan kopup gelmiş bir adam. Sırtında evin tüm yükü… Nasırlı elleri kente tutunmak için çırpınıyor iki garip kuş gibi.

Pek az konuşur, hep çalışır.

Küçük bir el arabasıyla tatlı satar. Gün doğarken gider, gün batarken gelir. Tablasındaki tatlılar biterse sevinçli, bitmezse üzgün döner.

Şimdi elinde kalem, önünde defter, aklında acil ödemeler, hesap yapıyor. İkide bir alnını kırıştırıyor ve iri elleriyle seyrek saçlı başını kaşıyor. Tıraşı gelmiş esmer yüzü bulutlu. Ödevi zor olmalı…

“Baba!”

Derin bir uykudan uyanırcasına defterden başını kaldırıp bakıyor baba.

“Efendim.”

“Biz fakir miyiz?”

Elindeki ceketin sallanan düğmelerini berkiten anne dikkat kesiliyor.

Baba şaşkın, susuyor ve yere bakıyor.

Utanan bir yüz bu, hissediyor çocuk.

Soru havada asılı kalıyor bir süre.

Babayla anne göz göze geliyorlar.

Bu soru sorulmamalıydı, anlıyor…

“Evet” diyor baba sönük bir sesle.

Bu ‘evet’teki utancı seziyor çocuk.

Bir inilti bu, acılı, sancılı.

Bir kalbin incinişi…

Kalkıp odasına gidiyor…

Soğuk yatağına kapanıyor.

Kalbinde ateş, yakıcı…

“Sormamalıydım!”

Gözlerinde yaş, tuzlu, sıcak…

“Babamı utandırdım!”

Gözlerini kuruluyor, yüzünü yıkıyor, sobalı odaya dönüyor çocuk…

Odada suskunluk, odada kasvet, odada daralma.

Baba, elinde kalem düşüncelere dalmış, kımıltısız oturuyor.

Elinde iğne, görmeksizin bakıyor anne.

Babasına sessizce yaklaşıyor çocuk. Küçük kollarını boynuna doluyor, yanaklarını yüzüne değdiriyor, kulağına fısıldıyor.

“Babacığım…”

Baba susuyor, memnun.

Sarılıyor kızına.

Sevgiyle bakıyor anne.

Oda genişliyor, ev nefes alıyor, duvarlar gülümsüyor. Çocuk ödevinin başına dönüyor.

Evime uzaktı. Küçücük bir yerdi. Hiçbir lüksü yoktu. Fakat ben yine de her fırsatta oraya gitmeyi âdet edinmiştim. Menüsü son derece sadeydi. Sabahları mercimek çorbası, öğlende kuru fasulye ve pilav. Bunları tamamlamak üzere, isteyene, yoğurt, cacık, ayran, baklava.

Ben kuru fasulye için giderdim. Ya Rabbi o nasıl bir lezzetti öyle! Hele de yanında şehriyesi kavrulmuş pirinç pilavı varsa nasıl bir ziyafetti!

Sadece işini yapan, etliye sütlüye karışmayan bir adam tarafından işletiliyordu. Seyrek saçları, kısa sakalı ağarmıştı. Yüzünde derin çizgiler vardı. Gözlerinde sebebi bence meçhul bir acı…

Zamanla tanış olduk. Müşterisi olmadı mı gelir masama otururdu bazen. Gerçi konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih ediyordu ama konuştu mu da dinletiyordu. Hoş bir sohbeti vardı. “Bak iki gözüm” diye başlardı söze.

Herkes gibi ben de ‘Niyazi Baba’ diyordum ona. Kapalı kutuydu. Hayatım merak ediyor fakat mahremine girmekten çekindiğim için soramıyordum.

Bir gün yine gittim. Güneş batmak üzereydi. Son müşteri de çıkınca garsonu evine gönderdi, geldi masama oturdu. Fırsat bu fırsat diyerek konuyu açmaya karar verdim.

“Niyazi Baba, seninle ne zamandır tanışıyoruz?” “Bilmem… Senesi dolmuştur herhalde.”

“Peki… Bana güveniyor musun?”

“Elbette.”

“Peki, niye kendinden hiç söz etmiyorsun öyleyse. ” Şaşırdı. Önce yüzüme, sonra önüne baktı bir süre. “Münasebet gelmedi. Madem merak ediyorsun, sen sor, ben söyleyeyim.”

“Pekala. Ne zamandır işletiyorsun bu lokantayı?” “On iki senedir.”

“Daha önce ne iş yapardın?”

“Hapisteydim.”

“Sebep?”

“Cinayet…”

Bu sessiz, bu mülayim, bu halim selim adam mı cinayet işlemişti?

“Seni üzecekse anlatma” dedim.

“Bırak üzüleyim, hak ettim ben…”

Cebinden tütün kesesini çıkartıp bir sigara sardı, yaktı. Başladı anlatmaya…

“Ben aslen Gümüşhaneliyim iki gözüm. Bir asker arkadaşım vardı. Silivrili… Severdik birbirimizi. Hani derler ya, kardeş gibiydik. Tezkere aldıktan sonra memleketlerimize dönmüştük. Takriben iki ay sonra bir mektup yazdı bana. ‘Belediyeye işçi alınacak, başkan akrabamızdır, gel’ diyordu.

“Düşündüm… Horantamız kalabalık, tarlalarımız verimsizdi, kalkıp geldim. Sözünde durdu, ne yaptı ne etti bilmem, benim belediyeye girmemi sağladı.

“Otuzuma kadar bekar yaşadım. ‘Önce ev’ diyor, para biriktiriyordum. Sonunda aldım evimi. Küçük, şirin bir ev… ‘Evlen gayri’ der durur arkadaşlar. Bakarım ben de etrafa. O günlerde Bulgaristan göçmenleri geliyorlardı, hatırlarsın.

“Çaresiz insanlardı bunlar. Malı mülkü bırakıp terki diyar etmişlerdi. Muhacir işiyle ilgilenen görevlilerden biri de bendim. Onlar için muvakkat barınaklar yapıyorduk. İşte orada tanıdım ileride hanımım olacak kızı.

“Görünce çarpıldım âdeta. Ama ne kız! Bir afet! Boy bos, endam, asalet… Güzellik dersen gani. Yüz kız arasında hemen seçilirdi. Cins bir tay gibi yürürdü. Üstelik lise mezunu. Türkçeden başka iki lisan daha biliyor. Ben ilkokulu bile zor bitirmişim amma neylersin gönül bu, tutuldu kaldı. Başkaları tümden silindi gözümden. Ne zaman karşılaşsak kalbim ramazan davulu gibi vurur. İstesem bana gelir mi acep?

“Bizim şefe açtım konuyu. Şef pratik adamdı. ‘Gidip isteyelim’ dedi. Bir anası vardı, bir de kendisi. Kardeşi Bulgarlar tarafından aranıyormuş, kaçıp gitmiş. Nerededir kimse bilmiyormuş. Neyse…

“Bizim şef kızın anasına açtı konuyu. ‘Falanca gün beraber gelin’ demiş.

“Gittik. Konuştuk. Kız razı oldu. Sözü uzatmayayım, hemen evlendik…

“Ya Rabbi ne güzel günlerdi onlar!

“Önceleri anası da bizimle kalıyordu. Bir zaman sonra evlenip gitti. Kızı yüzünden evlenmiyormuş kadın, yalnız kalmasın diye…

“Her neyse, şimdi bırakalım anasını da bize dönelim…

“Kadınımın mecnunu oldum âdeta… Bedenim işte, aklım evde. Ev oldu cenneti âlâ… İçinde bir afet ki dillere destan… Ne giyse yakışıyor. Huriyim dese billahi inanmayan kalmaz.

“Bazen gezmeye giderdik. Boyca benden uzundu, bu yüzden yüksek topuklu ayakkabılar giymeye başlamıştım. Bu vaziyet canımı sıkıyordu tabi.

“Güzel karı başa beladır, demiş atalar. Öyledir… Erkeklerin gözleri hep benimkinde… İçim içimi yerdi o zaman, ‘Dönelim!’ derdim, dönerdik. Arada bir denetlerdim o da bakıyor mu diye. Hayır, bakmıyordu. Fakat şeytan bu, dürtüyor.

“Bazen münakaşa ediyoruz… Kıskanıyorum tabi, sebep bu. Birbirimize fena sözler söylüyoruz. Bir gün iyice kızdırdım onu. ‘Ben almasam sen de, anan da aç kalır, ele güne muhtaç olurdunuz!’ dedim.

“Demez olaydım! Eşşek kafam! Ne zaman hatırlasam utanırım o lafımdan ötürü. Hemen de pişman oldum ama ok yaydan çıkmıştı bir kere.

“Sadece, ‘Haklısın’ dedi, ‘mecbur kalmasam, annemin ısrarı olmasa, seninle asla evlenmezdim.’

“Ben daha da köpürdüm bu laf üzerine. İçimden bir ses ‘Ulan sus artık!’ diyordu ama dilimi tutamıyordum. Öfke insana neler yaptırıyor!

“Karım susuyordu. Bana öyle vakarlı, öyle tepeden bir bakışı vardı ki, bittim.

“Kavga sona erdi amma mesele bitmedi.

“Demek karım beni sevmiyor, demek karım beni hakir görüyor, diyordum kendi kendime. Peki, ne yapar böyle bir kadın? Kocasına boynuz takar!

“İçime bir vesvese düştü. Güzel kadın. Evde yalnız. Kıskanma huyum iyice depreşti. ‘Ne yaptın, nereye gittin, kim geldi?’ gibi sorularla canından bezdiriyordum.

“Tabi o zamanlar bu derece farkına varamamıştım. Sonra hapiste çok düşündüm. Neyse…

“Bazen fena halde pireleniyor, işten izin alıyor, bir bahane uydurup ansızın eve geliyordum. Baskın yapar gibi… Önce hayret ediyordu gelişime, sonra hayret de etmez oldu. ‘Sen misin?’ diyordu sadece. Fakat o tepeden bakışı yok mu…

“Yine bir gün işe gittim. İçimde bir sıkıntı, bir bulanıklık… Ulan bu ne hal? Yerimde duramıyorum. Şefe bir yalan uydurup izin aldım.

“Gittim eve. Kapıyı yavaşça açtım. Bir gölge gibi süzüldüm içeriye. O da ne! Girişte bir çift erkek ayakkabısı! ‘İşte korktuğum başıma geldi’ dedim içimden.

“Önce yatak odasına gittim, sezdirmeden baktım içeriye. Kimseler yoktu. Komodinin gizli bölmesindeki tabancamı aldım. Bir baretta…

“Etrafı dinledim, bir su sesi geliyor hafiften. Banyoda biri var. Banyo şeysi şeffaftır, bilirsin. Baktım bir erkek duş yapıyor. ‘İşi bitirmiş yıkanıyor herif’ dedim kendi kendime. Ulan bırakır mıyım sana! İki kurşunla yere serdim…

“Kimmiş diye duşa bakmaya giderken arkamdan bir çığlık duydum. Karımın sesiydi bu. Bir şeyler söylüyordu ama yemin ederim iki gözüm hiçbir şey anla-yamıyordum.

“İki kurşun da ona sıktım. Bir iki kıvrandı, sonra yere yıkılıp öylece kaldı. Dehşetle açılan ela gözleri sabit bir noktaya bakıyor gibiydi. Yine güzeldi.

“İçime öyle bir acı çöktü ki tarifi imkânsız. ‘Ben ne yaptım! Ben ne yaptım!’ diyor, umutsuzca karımı uyandırmaya çalışıyordum. Göğsündeki kurşun deliklerinden kan sızıyordu.

“Bir zil sesi duydum. Kapı çalınıyordu. Gidip açtım. Meraklı gözlerle karşılaştım… Konu komşu. Silah sesine gelmişlerdi sanırım. Birazdan iki polis geldi. Beni kelepçeleyip götürdüler…

“Ah iki gözüm! Neden sonra anladım işi… Banyodaki adam kadınımın kardeşiymiş. Hani şu kaçak olan… Polis meseleyi araştırmış. Bakkal şahitlik etmiş, ‘Benim dükkandan kocasını aradı. Kardeşini haber verecekti’ demiş.

“Sonra bizim şefi dinlemişler. ‘Kadın bana telefon etti, kocasını sordu, not bıraktı’ demiş şef. Notu okumuşlar falan… İşin aslı buydu…

“Ben bittim tabi. Masum iki insanı öldürmüştüm… İşte hadise bu iki gözüm. Mahkemede kendimi hiç savunmadım. ‘Ne ceza verirseniz razıyım’ dedim… Biraz yattım, biraz da af falan derken çıkıp geldim buraya.”

Masadan bir peçete alıp yaşaran gözlerini kuruladı.

“Benim çile saatim geldi. Dükkanı kapatalım mı?” dedi.

“Peki” dedim.

talebe

Şehrin büyük alimlerindendi. Kendini tamamen ilme vermişti. Fırsat buldukça medresesinin yanındaki camide ilmi sohbetler yapardı. Konuşmasını zarif nüktelerle süsler, vakarım bozmadan fıkralar, kıssalar, hikâyeler anlatır, revnaklı üslubuyla kendini dinletmeyi bilirdi. Nice yolsuzu bu sohbetlerle yola getirmişti.

Fakat onun asıl aşkı ilim öğretmekti. Yetiştirdiği talebenin haddi hesabı yoktu. Talebelerinden asla para almaz, bilakis onların ihtiyaçlarım karşılamak için çırpınır dururdu. İlminden istifade eden zenginlerden ne koparırsa talebeleri için harcardı. Uzak beldelerden gelen nice genç onun çabasıyla kendine kalacak yer bulmuş, ilim tahsil etmiş, karanlıkları aydınlatmak üzere icazet alıp gitmişlerdi.

Günlerden cuma idi. İkindi namazını müteakip odasına çekilmişti. Bir yandan önündeki rahlede duran kitabı mütalaa ediyor, bir yandan da çayını yudumluyordu.

Yedinci babı bitirip sekizinciye geçiyordu ki odanın kapısı çalındı. “Girin” demesine bile fırsat vermeksizin bir genç girdi içeriye. Siması yabancıydı. Okkalı bir selam verdi.

Selamı aldıktan sonra, “Buyur evladım” dedi alim. Teklif beklemeksizin alimin karşısına oturdu delikanlı. Tavırları rahattı. “Hocam bir maruzatım var” diyerek girdi söze.

“Söyle evladım, nedir?”

“Malumunuz, ilim sahibi olmak büyük bir meziyettir. Bir ayeti celilede ‘Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?’ buyuruluyor. Keza bir hadisi şerifte de ‘Âlimin uykusu abidin ibadetinden efdaldir’ ibaresiyle ilmin fazileti nazara veriliyor. İşte bendeniz bu sebeple gayet uzak diyarlardan ilim tahsili için geldim.”

Hoca, “İyi yaptın evladım, burası tam sana göre” dedi.

Gencin ‘maruzatı’ bitmemişti henüz. “Hocam, ben işittim ki siz uzaktan gelen talebelerden inayetinizi esirgemiyor, her hususta yardımcı oluyormuşsunuz. Öyle ya, bunun azim sevabı vardır. ‘Sebep olan yapan gibidir’ demiş büyükler. Bana da inayet buyurur musunuz?” “Elbette… Elimden gelen bir şeyse…”

“Gelir hocam… Bilirsiniz, Peygamber Efendimiz, ümmetine hitaben, ‘Evlenin, tekessür edin, ta ki sizin kesretinizle iftihar edeyim’ buyurmuş. Siz daha iyi bilirsiniz ya, bir ilim ehlinin evli olması gayet mühimdir. Aklı kadında kızda olmaz. Tamamen kitabına, dersine teveccüh eder. Eh, benim de izdivaç çağım geldi. Bana münasip bir hanım bulursanız size ömrüm oldukça dua ederim…”

Hoca, içinden bir lahavle çekmekle birlikte, kâmillere yakışır biçimde davranmayı sürdürdü. Merhum hocalarından birinin, “Alim kısmı halim de olmalı” öğüdünü hatırlattı kendine. “İnşallah o da olur evladım. Bakarız” dedi.

Gencin isteklerinin sonu yoktu. “Hocam, evlilik demek biraz da ev demektir. Zaten ilmi sarfa nazaran ikisi aynı menşeden geliyor. Ev. Evli. Bu hatunun bir de evi olmalı ki açıkta kalmayalım.”

Hoca derinden derine bir “Hasbünallahu ve nimel vekil” zikrinden sonra, “Biraz zor ama o da olur inşallah. Evi olan bir hatun bulmaya çalışırız” dedi.

Delikanlı, hiç kızarmayan yüzü ve yumuşacık diliyle isteklerini sıralamayı sürdürdü. “Muhterem hocam” dedi, “malum ya, evlilik parasız olmaz. İlim talebesi çarşıya pazara çıkıp dersini ihmal edemez. Nice zeki talebe bu yüzden tahsilini yarıda bırakmış, itmam edememiştir. Maazallah, ben ilimsiz ne yaparım sonra. Bu hatunun biraz da serveti olur da bizi ele güne muhtaç etmezse pek münasip düşer.”

Tahammüllü bir adamdı hoca. Lâkin tahammülün de bir sınırı vardı elbet. “Sabır dinin yarısıdır” hadisi şerifini hatırladı. O kesmedi. İçinden bir de “Allah sabredenlerle beraberdir” ayeti kerimesini okudu. “Peki evladım, bakarız” dedi.

Genç, durumdan memnundu. Ayak değiştirip mabadını mindere iyice yerleştirdikten sonra, “Hocam” dedi, “sizden son bir ricam daha var. Malumu aliniz, alim kısmının hanımı güzel olmalı. Ta ki gözü hanımından başkasını görmesin, kalbi fitne fücurla meşgul olmasın. Çirkin hatunla buna muvaffak olmak pek müşküldür. Binaenaleyh bana alacağınız hatun yüzüne bakılır cinsinden olmalı ki her şey kitaba muvafık olsun.”

Talebenin bu son “talebi” üzerine sabrın faziletlerini ve dahi tahammülün sınırlarını unutan hoca, yanı başında uzanan bastonu aldı, sivri tarafından tutup kıvrık kısmını -hâşâ huzurdan- öküze boyunduruk vurur gibi gencin boynuna geçirdi, “Ulan kerata!” dedi, “Sen hocanı ahmak mı sandın! Bulsa öyle bir hatunu sana kaptırır mı!”

Berber

İşini büyütmek gibi bir hırsı yoktu. Yıllar önce küçük bir tabelaya “berber” yazdırmış, kapının üstüne astırmıştı. İsmini yazdırmayı bile gereksiz buluyordu.

Dükkânı küçüktü, tek koltukluydu, duvarlarında, aynalarında kadim zamanlardan kalma resimler vardı. Bir köşede havlu, jilet, ustura nevinden malzemelerin bulunduğu küçük bir dolap, dolabın üstünde de bir düzine kadar kitap duruyordu.

Yatsı namazından sonra dükkana geliyor, kapıyı kapatıp çay demliyor, kısık ışıkta radyo dinliyordu. Televizyonu bir türlü sevememişti.

Bazen de onu kitap okurken buluyordum. Yeni kitaplara itibar etmiyor, Kimya-yı Saadet, Bostan ve Gülistan, Mızraklı İlmihal, Hadikat-üs Süeda ve benzeri kitapları tekrar tekrar okuyordu.

Yaşı elliyi geçmişti. Müzmin dullardandı. Çok sevdiği eşi doğum yaparken genç yaşında ölüvermişti. Evi dükkanının üstündeydi.

Derken, zamanla samimiyeti ilerlettik, ziyaretlerim sıklaştı. Her fırsatta damlıyordum dükkanına.

Bir akşam birlikte oturmuş çay içiyorduk. Kır düşmüş saçlarım göstererek, “Ya usta, hep merak etmişimdir, sen herkesin saçını tıraş ediyorsun, seninkini kim tıraş ediyor?” dedim.

Güldü… “Şehrin ta öte ucunda Seferler Mahallesi’nde bir arkadaşım var, ayda bir ona giderim. Ben çırakken o kalfaydı, saçlarımı keserdi. O gün bugündür başkasına gitmedim. Ben onu tıraş ediyorum, o da beni. Bu arada eski günleri yâd ediyoruz… Belki bir gün beraber gideriz, tanıştırırım sizi. Bak, resmi tam karşında duruyor” dedi.

Siyah beyaz bir fotoğraf vardı aynada. Kalfalık yıllarının yadigarı olmalıydı. Her tarafı kırk yıl öncesinden izler taşıyan dükkanı bir daha gözden geçirdim. Kan taşları, tıraş sabunlar, havlular, kolonyalar, pudralar… Eski tip usturalarla sakal tıraşı yapıyordu. Ucuna jilet takılan ustura taklitlerini bir türlü sevememişti.

Ziyaretlerimde az konuşur, çok susardık. Bazen cebinden küçük bir gözlük çıkartır, kitapların birini alır, daha önce işaret koyduğu yeri açıp bana okurdu. Böylece sohbet konumuz da belli olurdu.

Bir ara işim icabı başka bir vilayete gitmiş, iki ay kadar kalmıştım. Dönüşte eve gitmeden önce bakkala uğradım, alışveriş yaptım. Ayaküstü birkaç kelam ettik.

“Duydun mu, seninki evlendi” dedi muzipçe.

“Kimmiş benimki?”

“Berber Hilmi…”

İşte havadis diye buna derim ben! Karısının ölümünden sonra neredeyse yirmi yıldır bekar yaşayan bir adam nasıl olmuştu da evlenmişti? Böyle bir niyeti var idiyse bana niçin söylememişti?

Evde kısa bir süre oyalandıktan sonra dükkanının yolunu tutum. Beni güler yüzle karşıladı. Neşesi yerin-deydi.

Berber koltuğuna oturur oturmaz konuya girdim, “Dünya evine girmişsin, hayırlı olsun” dedim.

Bir elinde fırça, bir elinde sabun, aynadaki yüzüme bakıp mahcup bir eda ile gülümsedi. Hiçbir şey söyle-meksizin yüzümü sabunlamaya başladı.

“Evlenmek için benim gitmemi mi bekliyordun?” diye şakacıktan sitem ettim.

“Olur mu öyle şey… Dur, tıraşını bitireyim de öyle konuşalım…” dedi.

Tıraşı bitirdi. İki çay söyleyip oturdu. Başladı hikâyesini anlatmaya…

“Bak, şu karşıda bir emlakçı var. Gelip giderken belki görmüşsündür. Celal isminde bir adam. Sokakta yeni sayılır. Senesini bile doldurmadı. Kimseyle merhabası yoktur. Huysuzdur. Neyse…

“Bu adam ayak işlerini yaptırmak üzere yanma bir çırak aldı. Sedat. On beşinde bir süt kuzusu. Tertemiz yüzlü bir çocuk. Sabahın köründe gelir, dükkanı baştan sonra temizler. Kayıtları tutar, faturaları yatırır, alışverişe gider. Celal yokken gelip gidenlerle ilgilenir. Hasılı, her işi canla başla yapar.

“Fakat razı edemez adamı. Hakaretin, azarın, tokadın, küfrün bini bir para. Ne yapsa hata… Öyle de masum ki… Belli, alışmamış böyle muameleye. Celal olacak herif uzaklaştı mı oturur sessizce ağlar…

“Bir sabah yine geldi çocuk. Her yeri temizledi, sildi süpürdü. Biraz sonra emlakçının oğlu damladı dükkana. Mendebur bir velet. Hempaları da yanında. Oturdular, yemek söylediler. Döke saça yediler, içtiler, sonra defolup gittiler. Her yer berbat oldu tabi. Benim de müşterim yok, sahne gözümün önünde zaten, seyrediyorum sinema gibi.

“Birazdan Celal damladı. Baktı her yer berbat, boş yemek kapları masada. Çocuk bir şeyler söylemek istiyor ama dinleyen kim. Bastı tokadı.

“Hırsını aldıktan sonra, ‘Şimdi gidiyorum. Geldiğimde her yer tertemiz olacak, yoksa karışmam!’ diyerek çekip gitti. Çocuk oturdu eşiğe sessizce ağlıyor.

“Dayanamadım, yanma gittim. Elinden tutup dükkana getirdim. Yüzünü yıkamasına yardım ettim. Burnundan kan sızıyor.

“İki de bir, ‘Usta gelir, ben gideyim. Temizlik yapmam lazım’ diyor. ‘Sittir et ustam, ben cevabını veririm’ dedim. ‘Kimsin, necisin, niye çekiyorsun bu kavatın çilesini?’ diye sordum. Önce konuşmak istemedi ama ısrar ettim, derdi var, konuştu sonunda.

“Babası memurmuş bunun. İyi de bir işi varmış. Maliyeci mi ne imiş… Devletin lojmanında otururlarmış. Servisle gider gelirmiş okula… Olacak bu ya, adam ölüvermiş. Kalbi hastaymış zaten.

“Kalmışlar öylece. Annesi elinden iş gelmez bir kadınmış. Bir de küçük kız kardeşi varmış. Lojmandan çıkmak zorunda kalmışlar. Küçük bir kira evine yerleşmişler. Para edecek eşyalarım satıp bir süre geçinmişler.

“Çocuklar bu arada okula gidememişler tabi. Babasından ötürü küçük bir gelirleri varmış ki ancak kiraya yetiyormuş. Annesi temizlik işine gitmeye başlamış. Bela geldi mi tam geliyor, sağ tarafına inme inmiş biçarenin. Belki de dayanamadı kadın…

“Çocuk çalışmak zorunda kalmış. Uzun aramalardan sonra işte bu Celal’in yanında iş bulmuş. Dayaktan çok küfürler zoruna gidiyormuş ama nasıl terk etsinmiş. Bu çileyi çekmeye mecburmuş…

“İçini döktü çocuk… Ulan Hilmi dedim aynadaki suretime, ulan hergele, yanı başında neler oluyor da senin haberin bile yok! Sen keyfine bak bakalım, bencil herif!

“Çocuğa, ‘Bak oğlum, bu akşam dükkanı kapatınca bana geleceksin, tamam mı?’ dedim. ‘Tamam’ dedi.

“Akşam geldi. ‘Hadi size gidiyoruz’ dedim. Şaşırdı tabi. Neyse… Gittik. Fakir bir mahalleye vardık. Eciş bücüş evlerden birinin kapısını çaldı… Saz benizli bir kız açtı kapıyı. Beni görünce korktu.

“Ah fakirlik! Nasıl da korkuyla çarpar yürekleri! ‘Sedat, annene söyle, içeri girelim’ dedim. Söyledi. Girdik… Ev dersen tam takır kuru bakır. Kadın sağ elini kaldıramıyor, zor konuşuyor. Rengi solmuş. Ağzının bir tarafı kaymış. Üstünü başını düzeltmeye çalışıyor.

“İçim yandı… Oracıkta karar verdim. Birdenbire… Kadına kendimi anlattım. ‘Dükkanım var, evim var. Yalnızım. Sedat beni tanır’ dedim. ‘Seninle evlenmek istiyorum’ dedim.

“Şaşırdı tabi. ‘Ben… ama ben… kadın mıyım ki… ben nasıl…’ gibi şeyler söyledi. Baktı konuşamıyor, ağlamaya başladı.

“Sözü uzatmayayım… İkinci gün nikah işlemlerini başlattım. Bizim sokaktaki kasap Ahmet ile su tesisatçısı Kadri nikah şahitlerimiz oldular. Evlendik…

“Dönüşte kira evine uğradık. Ev sahibiyle görüşüp hesabı kapattım. Üç beş parça kırık dökük eşyayı kamyonete yükledim. Kadınımı ve çocuklarımı alıp evime getirdim.

“Böylece bir aile olduk. Kızı ilkokula, oğlanı liseye kaydettirdim. İşte evlilik hikâyem bu…”

Nutkum tutulmuştu sanki. Öylece bakakalmıştım. Epeyce sustum. Bir an tüm varlıklar yokmuş gibi hissettim. Sonra her şey yerine oturdu. Dilime nerden geldiyse geldi, “Hilmi Usta, sen var ya sen, yemin ederim bu zamanın kahramanısın!” dedim.

Benzer İçerikler

Büyülü Evrenin Yeni Bilimi | Marshall Sahlins

yakutlu

Bir Masal İyi Gelir | Judith Malika Liberman

yakutlu

Adalet ve Cesaret Öyküleri – Öykülerle Değerler Eğitimi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy