Yaralasar 3 | Maral Atmaca


Ve ben bugün biraz daha ölmüştüm fakat hiç ağlamamıştım. O, sırtıma dört kırbaç vurduğunda bile tek bir damla gözyaşı dökmemiştim. Gözlerim doluyor ama gözyaşlarım gözlerimin çukurundan akmıyordu.

Her darbeyle gözyaşlarım kuruyup kalıyordu. Hayır, ben ağlayamıyordum. Alaz Altuğ Sipahi

beni bu adamın insafına bıraktığı gece ben ağlamayı bırakmıştım.

*

Damgacının kimliği ortaya çıkmıştır. Ettiği türlü işkenceler sonucunda hayatta

kalmayı başarabilen Yarasalar artık damgacıdan iki kere alacaklıdır. Ama kaçırılmalarının

yaralarını sarmaya çalışırken darmadağın olmuşlardır. Peki Sedef, Naz, Kuzey ve Yiğit

son olanlardan sonra hayatta kalmayı başarabilmiş midir? Alaz Altuğ Sipahi’nin

hem Yarasalar hem de damgacı için yeni planları vardır. Damgacı artık köşeye

sıkışmıştır. Ya sonsuza kadar kaçacak ya da ölüme razı olacaktır. Ancak bunun kararını

verecek olan kendisi değildir. Yüzleşme henüz başlamamıştır ve damgacı,

yaşayacaklarından haberdar değildir.

*

1.BÖLÜM

Göğsümden akan kanları gördükçe canım daha çok acıyordu. Kan o kadar yoğundu ki elbisemin ön tarafını kaplamıştı. Lakin bedenimdeki acıyı o kadar çok hissedemiyordum. Bunun sebebi belki de aldığım uyuşturucuydu. Ancak titreyen bedenim ve döktüğüm terler durumumun pek de iç açıcı olmadığını gösteriyordu. Güçlükle başımı kaldırdım ve masanın üzerindeki dizüstü bilgisayardan beni izleyen adamı gördüm. Evet, Alaz sadece izliyordu. Gözlerinde gördüğüm o duygu yenilmişlik miydi? Ah, hayır… O gerçekten çaresizce ve yıkılmış gibi bakıyordu. Peki, bu yenilmez adamın ilk yenilgisi kim içindi? Bu yıkımın sahibi ben miydim? Hayır, değildim çünkü insan bile bile kendi sonunu getirmezdi, değil mi? Ben onun için yok oluş olsaydım, ölmemi isteyerek kendi sonunu getirmezdi. O kaybetmeye alışık değildi. Hep kazanan adam, Ahmet’e yenildiği için yıkılmış görünüyordu. Gözleri göğsümdeki kanda oyalandıkça kahverengi hareleri kararıyor ve dişlerini sıktığı için çenesi seğiriyordu. Ona daha fazla bakmak istiyordum lakin bunu yapamıyordum. Ne endişeyle bana seslenen Hakan ne diğer çocuklar ne de başka bir şey vardı. Ben şu anda hiçbir şeye odaklanamıyordum. Alaz ise bu geceden sonra zerre kadar umurumda değildi çünkü o, içimdeki Sedef’in katiliydi. Bu kurşun yarası Sedef’i öldürürken Yankı’ya hayat vermişti. Eğer ölmez de sağ kalırsam işte o zaman herkes korkmalıydı benden. Sağduyumu tamamen yitirmiştim. Doğrunun ve yanlışın yolları bende kayıptı.

Ahmet sırıttı. “Üzgünüm Sipahi ama sözümü tutamayacağım,” dedi. “Ya da üzgün değilim çünkü onları öldürmek bana zevk veriyor,” diye ekledi. Alaz’ın kaşlarını büyük bir öfkeyle çattığını gördüm. Arabada olmalıydı ki yanındakine, “Daha hızlı sür!” şeklinde bir şeyler söylemişti. Gaza daha fazla yüklendiğini yolun kenarındaki ağaçların hızla kayıp gidişinden anladım. Biri bu adama aşırı hızın ölüm getirdiğini söylemeliydi. Nasıl bir ajan trafik kurallarını ihlal ederdi ki? Peki, benim bu durumda bile bunu düşünmeme ne demeli?

Sözünden dönen öcü, Alaz’ın bize yaklaştığını fark ettiği için silahı çocuklara doğrulttu. Alaz gelmeden çocuklardan kurtulmak istiyordu. Hepsini tek bir kurşunla öldürecekti çünkü ölüm oyununa devam edecek kadar zamanı olmadığını iyi biliyordu. Namlunun ucunda en başta oturan Halil’in olduğunu bildiğim için, “Ahmet…” diyerek kalan son gücümle fısıldadım. Geriye kalan çocukları kurtarmak için Alaz’a zaman kazandırmalıydım. Bunu Hakan, Efe, Ecrin ve Araf için yapmalıydım. Evet, Araf daha fazla o halde dayanamazdı. Sivri demirin bir kısmı çoktan çenesinin altına ve boynuna saplanmıştı. Benim zaten kurtulmak gibi bir şansım yoktu, onlar için bu kadarını yapmalıydım.

Beni duymayan adam tetiğe bastığı an Halil’in öldüğünü anlayıp hıçkırdım. “Ah-Ahmet…” diyerek ona sesimi duyurmaya çalıştım fakat bunu yapamayacak kadar kötü durumdaydım. Bir adım yana kaydığında sıranın Efe’ye geldiğini anlayıp kalan son gücümle, “Arda!” diye acıyla haykırdım.

Dehşet dolu çığlığımı duyunca tetiğe basmak yerine bana doğru döndü. “Ca-canım yanıyor,” dedim kısık sesle. Öksürerek ağız dolusu kan kusarken bilincimi her an kaybedebileceğimi hissettim. Ona, “Çöz beni, lütfen…” diye yalvardım. Buradan kurtulsam bile aldığım kurşun yarası beni öldürecekti ama ölmeden önce arkadaşlarıma son bir iyilik yapabilirdim.

Bu bencillik işini bir türlü doğru düzgün yapamıyorsam bu benim suçum değil.

Arda’nın gözleri, kanayan yaramı bulunca iç çekerek başını salladı. “Biraz daha dayan, sevgilim. Bunlarla işim bitince seninle ilgileneceğim,” dedi. Yaram ona acı veriyordu. Fark ettiğim bu gerçek beni dehşete düşürmüştü çünkü beni vuran kendisi olduğu halde benim için acı çekiyordu. Allah’ım, nasıl bir hastanın eline düştüm ben böyle!

Damardan gir kızım Yankı, kullan bu pisliğin sana olan zaafını.

“Ama ac-acı çekiyorum,” dedim. Hıçkırarak ağlamaya başladım. Yalan söylemiyordum.  “Sevgilin acı çekiyor, Arda. Bu ipler çok rahatsız, lütfen çöz beni. Hem bu haldeyken canını sıkacak bir şey yapamam ki.” Sesimi olabildiğinde yumuşak çıkarıp ağlamaktan kızaran gözlerimdeki nefreti güçlükle gizlemeye çalışıyordum.

Beni nikâhına al demiyorum, sadist adam. Sadece çöz şu ipleri!

Gözleri tereddütle beni incelerken nefesimi tutup vereceği kararı bekledim. Nihayet tamamen zararsız olduğumu anladığı için pes ederek Efe’ye doğrulttuğu silahı indirdi. “Umarım uslu bir kız olursun,” diyerek beni uyardı. Silahı beline taktı ve yanıma gelerek ipleri çözmek için üzerime eğildi. “Aksi takdirde neler olacağını iyi biliyorsun,” diyerek beni tehdit etti. Bilmez miyim? Nasıl bir cani olduğunu çok iyi biliyordum! Evet, biliyorum ama buna rağmen kesinlikle uslu bir kız olmayacağım çünkü bu doğamda yok. Nasılsa birazdan cehennemi boylayacağım, o yüzden ne yaparsam yanıma kâr kalırdı.

İyice üzerime eğilip vücuduma doladığı tüm ipleri çözdükten sonra beni uyarmayı ihmal etmedi. “Ayağa kalkmayı deneme, bu daha fazla canını yakar,” deyince başımı salladım. Diğerlerini vurmak için bana sırtını döndüğü an saçımdaki tokayı aldım. Alaz’ın verdiği şiş tokayı iyice kavradım ve hiç tereddüt etmeden sivri ucunu onun sırtına tüm gücümle sapladım. “Arkadaşlarımı rahat bırak!” diye bağırdıktan sonra tokayı sertçe çekip tekrar aynı yere sapladım. Bunun için asla pişman olmayacağım! Gerekirse katil olacağım! Bu saatten sonra sevdiklerime dokunmasına izin vermeyeceğim!

Acıyla haykıran adam geri çekilip bana doğru döndü ve yüzüme attığı tokatla beni yere düşürdü. Yüzüstü düştüğüm için yaram acırken sert bir hareketle beni sırtüstü çevirdi. Üzerime eğilip boynumu kavradığında nefes alamıyordum. Yarasının acısını benden çıkarmak istercesine boğazımı sıkıyordu. “Beni kandırdın!” diye bağırarak tüm gücüyle boğazımı sıkınca, gözüm yaşlı bir şekilde nefes almaya çalıştım. “Sana güvenmiştim!” diye bağırdı. O bana öfkesini kusarken ben ona karşı koyamayacak kadar kötüydüm. Bir elimle Alaz’ın verdiği tokayı güçsüzce tutuyordum. Diğer elim ise onu engellemek için havaya kalkmıyordu. Adamda hayvan gücü var, yemin ederim. Onu iki kere şişledim ama bana mısın demedi. Yaşasın, katil olmadım. Allah belasını versin, ölmek bilmiyor!

Bu sahneyi bilgisayardan izleyen Alaz, “Dokunma ona!” diye kükredi. “Bekle, ecelin olmaya geldim!” diye bağırdığında artık sesini uzaklardan duyar gibiydim. Yüzüm balon gibi şişerken bir gram nefese muhtaçtım. Boğulmak üzereyken, “Ağabey, Sipahi geldi! Arabası evin dışında şu anda!” diyen bir ses duymuştum. Adamlarından birinin söyledikleri sayesinde kirli ellerini üzerimden çekmişti. Sonunda gelmişti.

Beni bu caninin ellerinden çekip alsın istiyorum çünkü ben kendimi kurtaramıyorum.

Ellerini boğazımdan çektiği için öksürerek nefes almaya çalışırken üzerime eğildi ve “Kurtuldun sanma, sen benimsin!” diye bağırdı. Çekeceğim acıyı düşünmeden ani bir hareketle beni kucağına alınca bağırdım. Çektiğim acıdan dolayı başım güçsüzce onun göğsüne düştü. Hemen sonrasında gözlerim yorgunluktan kapanmıştı. Son duyduğum şey, “Siz onları oyalayın. Biz arka kapıdan çıkacağız!” diyen öfkeli sesi olmuştu. Hayır, beni götüremezdi. Ölsem bile son anımda o olmamalıydı. Ölüm emrimi vermesine rağmen Alaz’ın beni bu adamın ellerine bırakmasını istemiyordum. Kötünün iyisini isteyecek kadar çaresiz bir haldeydim. Hayır, daha iyisini istemek gibi yüksek beklentilerim yoktu.

Ama yine de ölmeme izin verme be adam! Beni bu adamın kollarına bırakma, gel ve al.

Alaz’dan

“Daha hızlı sür şunu!” Atalay daha da hızlanıp hız ibresini sonuna kadar getirdi. Sürekli ona bağırdığım için sessizce homurdanıyordu.

Onları bulmuştum lakin onu kaybetmiştim. Arda’nın aradığım adam olduğunu bu kadar geç fark etmek, benim en büyük başarısızlığımdı. Daha kötüsü ise çok büyük bir hata yapmıştım. Planlarım ilk kez sekteye uğramıştı ve ben tökezlemiştim. Efe’nin kaçırıldığını anladığımda onu bulmak için yanlış bir adrese gitmem büyük bir hataydı. Arda bir şekilde durumu fark edip Atalay’ın bana ihanet etmediğini anlamıştı. O yüzden Atalay’a Çiğdem vasıtasıyla yanlış haber uçurmuştu. Böylece benim için hazırladığı tuzağa kendi ayaklarımla gidecektim. Öyle de olmuştu! Neyse ki depodaki bomba düzeneğini erken fark etmiştim. Geri döndüğümde ise çoktan kaybettiğim gerçeğiyle yüz yüze gelmek büyük trajedi. Ben orada oyalanırken Arda çoktan tüm çocukları tesisten çıkarmıştı. Hepsini geçtim, Sedef bunu nasıl anlamazdı? Atalay’ı dinleyip onunla kalmalıydı! Yine de düşününce ona kızamıyordum çünkü Efe ve arkadaşları söz konusu olunca her türlü çılgınlığı yapacağını iyi biliyordum. Gün içinde yaptığı tek doğru şey ise Şafak’ı kurtarmak olmuştu. Böylelikle Şafak kaçtığı Çamlı Höyük’teki karakola giderek beni arayabilmişti. Şu anda önde giden Yosun’un arabasının içindeydi ve bize yolu gösteriyordu. Lakin ormana girdikten sonrasını o da bilmiyordu. Bu sorun değildi çünkü yol boyunca adamlarım Arda’yı kapsamlı bir şekilde araştırmışlardı. Evet, burada ona ait bir ev olduğu bilgisine erişmişlerdi.

Çocukluğunun geçtiği yer burası.

Adamlarımın buldukları tek şey bu da değildi. Çok daha fazlası vardı. Gözden kaçırdığım çok şey, ihtimal bile vermediğim bir geçmiş… Alkolik babasından şiddet gören bir erkek çocuğuydu. On üç yaşına geldiğinde babası tarafından evin çatı katına kapatıldığını ve otuz gün boyunca oradan dışarı hiç çıkamadığını öğrendim. Babası, onu çatı katına hapsettiği gece alkol komasına girerek hayatını kaybetmişti. Dağın başında bir ev olduğu için Arda’ya ulaşmaları bir ayı bulmuştu. Bir avcının ifadesinden ortaya çıktığı üzere avcı, soğuktan kaçtığı bir gün Ardaların evine sığınmak için kapılarına gitmiş. Kapıları kilitli olan evin ziline bastığı halde kimse açmayınca geri dönmeye karar vermiş fakat küçük bir çocuğun yardım çığlıklarını duyunca orada kalmış. Kapıyı kırıp içeri girdiğinde ise çürümeye başlamış bir ceset ve üst kattan gelen yardım çığlıklarından başka bir şey bulamadığını söylemiş. Çatı katının kapısını kırıp içeri girdiğinde ise gördüğü manzaranın şokundan çıkamadığını özellikle belirtmiş. Ağlayarak ona sığınan küçük bir çocuk ve yerde bir sürü kuş tüyü… Ölen yarasalardan kalan tüyler ve atıklar… Polisleri hemen arayıp yardım istemiş. Hiçbir yakını olmadığı için Arda’yı çocuk yurduna vermişler. Evet, polislerin kayıtlarında böyle ifade vermişti avcı.

Lakin bu doğru değildi çünkü Arda’nın bir yakını vardı! Evet, herkesten sır gibi sakladığı bir akrabası vardı. Amcası Çetin; yani Sedef’i çocukken taciz eden Arayıcı! İkisi arasındaki yakınlığı bulmak hiç kolay olmamıştı çünkü Çetin’in soyadı da dahil çoğu şey sır gibi saklanıyordu. Ne tesadüf, değil mi? Amcası yıllar önce sokakta gördüğü bir çocuğu taciz ederken yeğeni yıllar sonra aynı çocuğu saplantı haline getiriyor! İkisi birlikte gencecik bir kızın hayatını bitirdi!

Arda’nın çocuk yurdunda sergilediği tuhaf davranışları bile hasta olduğunun en büyük kanıtıydı. Okuduğum raporlara göre normal bir çocuk olmadığı çok açıktı. Bu garip davranışları bir süre sonra herkesin dikkatini çekince onu çocuk psikiyatrisine yönlendirmişlerdi. Psikiyatrist Sevda Gürel’in Arda hakkında tuttuğu notlar kan dondurucuydu. Arda’nın ona anlattıklarına göre Arda, babasının öldüğünü biliyormuş. Her gece onu dövmek için odasına gelen babası o gece gelmeyince Arda onun öldüğünü anlamış. Üzülmediğini, babasının ona yaptıklarından sonra ölümünün kendisini mutlu ettiğini söylemiş. Bu konuda ne yazık ki ona hak veriyordum.

Ve yarasalar!

Bir ay boyunca çatı katında kilitli duran çocuk, hayatta kalmak için inanılmaz bir direnç göstermiş. Bu olay kışın yaşandığı için otuz gün boyunca pencereye biriken karları tüketerek susuzluğunu gidermiş. Yemek ihtiyacını da gece pencereden çatı katına giren bir yarasayı yakalayarak gidermiş. Evet, onu çiğ çiğ yemiş. Otuz günlük bir tutsaklık, hayatta kalmak için öldürüp yediği otuz yarasa! Çocuk yaşta gördüğü muamele otuz günlük tutsaklığıyla onu bir canavara dönüştürmüştü. Kayıtlarda doktoru ona, “Onları öldürürken ne hissettin?” diye sorduğunda sadece iç çekerek, “İlk yarasayı öldürdüğümde çok ağladım. Hayatımda ilk kez bir şeyi incittiğim için o gün çok ağladım,” diye cevap vermiş. O yaşta bir çocuk için kabul etmeliyim ki bu, kötü bir travmaydı.

Ancak bunların devamı da vardı. Doktorunun, “Onları öldürmek zorundaydın. Bunun için kendini suçlama çünkü hayatta kalmak için buna mecburdun,” sözlerine karşılık gülmekle yetinmiş. “Suçlamak mı? Gerçekten bunu mu düşündünüz? Evet, ilk cinayetim sayılır ama ondan sonrakileri öldürürken hiç ağlamadım, aksine bu bana zevk verdi,” demiş. İşte tam bu noktada içindeki sadist tarafı keşfetmiş olmalıydı. O günden sonra hiçbir zaman normal bir çocuk olmamıştı. Gördüğü tüm hayvanlara işkence ederek öldüren bir çocuktu artık. Bir süre sonra bu durum herkesin dikkatini çekince, inanılmaz bir değişim gösterip tamamen uslu ve sessiz bir çocuğa dönüşmüştü.

Bu, onları kandırmak için sergilediği bir oyundu.

Günlük hayattaki sakinliği ve okuldaki başarısının yanı sıra kıvrak zekâsıyla da bir şekilde teşkilatta yer edinerek ajan olmayı başarmıştı. Tabii, teşkilatta görev almasının en büyük sebebi kimsenin bilmediği, hayatta olan tek yakını Çetin olmuştu! Sedef’e tecavüz etmeye yeltenen ve çok yakında bizzat sonunu getireceğim o piç kurusu her taşın altından çıkıyordu! Her ikisi de akraba olduklarını herkesten çok güzel saklamışlardı. Çetin de bu işin içindeydi çünkü bulunduğu pozisyonu kullanarak yeğeninin hastalıklı tarafını besliyordu. O yüzden Sedef’in infaz emrini Arda’nın isteğiyle durdurmuştu. İçindeki hastalıklı tarafı çok iyi gizleyen Arda, Derya ile ilgili her şeyi sır gibi saklamıştı. Karısıyla ilgili hiçbir şey kayıtlarda geçmiyordu. Bir trafik kazasında hayatını kaybeden Derya Yankı’nın bir mezarı vardı. Lakin nasıl öldüğü ve kazanın detayları kayıtlarda yoktu.

Her ikisine de Yankı ismini vermesi bile aslında her şeyi açıklıyordu. Kahretsin ki tüm bu bilgiler henüz yarım saat önce elime ulaştığı için bir işime yaramamıştı! Evet, dün Yankı ve Fulya’nın dövüşüyle Arda hakkındaki şüphelerim açıklık kazanmıştı. Fakat hiç kanıt bulmadan ona yönelik bir şey yapamayacağımı iyi biliyordum. Sedef’in attığı çığlıklardan zevk aldığını görsem de onun aleyhine sağlam kanıtlar bulmalıydım. Bir kez daha amcası onu ipten çekip almasın diye elimde işe yarar kanıtlar olmalıydı. Dün gece onu araştırmayı kafama koymuştum. Hatta emir verip gizli bir araştırma başlatmıştım fakat bazı şeyleri öğrenmek hiç kolay değildi. Bu, birkaç saat sürecek basit bir uğraş değildi. Dün başlattığım gizli soruşturmanın sonucunda elde ettiğimiz bilgiler yarım saat önce bana ulaşmıştı. Daha şüphelerim netlik kazanmadan Arda nefes bile almama izin vermemiş ve harekete geçmişti!

Peşine düştüğümde bana bağlanarak görüntülü konuşma başlatmıştı. Bana karşı kazandığını göstermek için çocuklara yaptığı her şeyi izlememe sebep olmuştu. Direksiyonu Atalay’a bırakarak telefonla çocukları izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Her birinin aptalca bir oyunda kaybettiğini çaresizlik içinde izliyordum. Hayatımdaki ilk başarısızlığımı yalnızca izleyerek ediniyordum. O lanet kartlardan Sedef’in ismi çıktığında soluğumu tuttuğumun bile farkında değildim.

Kamerayı çevirdiğinde gözlerim sırasıyla hepsini bulmuştu. Lakin bakışlarım sadece birinde durmuştu. İçim acıya acıya bakmıştım o mavi gözlere. O, benim duygusuz gözlerimden hiçbir şey göremezken ben onun gözlerinde aynı anda birçok duyguyu görmüştüm. Hiç konuşmamıştı. O sivri dilli, geveze kız bana bakarken tek kelime bile etmemişti. İşte, canımı en çok acıtan buydu çünkü onun şen şakrak sesi ruhumu aydınlatıp beni mutlu ederdi. Düşündüm, hem onu hem de diğerlerini kurtarmak için bir çıkar yol aradım. Fakat elim kolum bağlıydı! Bir seçim yapmalıydım, hayatımın en büyük seçimini yapmaya mecburdum. Kalbim kendi seçimini çoktan yapmış gibi tek bir ismi haykırıp duruyordu: Sedef! Ancak gel gör ki kalbimin seçtiği isim dudaklarımdan çıkmıyordu. Aklım tüm acımasızlığıyla kalbimin önüne geçiyordu. Bire karşı altı kişi, diyordu; bir hayata karşılık altı hayat. Aklımla kalbimin girdiği savaşta kazanan taraf hep olduğu gibi yine aklım olmuştu. Kalbimin sürgün olduğu kadına karşılık diğerlerini seçmek en büyük yenilgim olmuştu. Ne olursa olsun bu benim işimdi ve çoğunluğu kurtarmak işimin bir parçasıydı. Geçmişe dönebilsem ve ileride böyle bir seçim yapacağımı bilsem asla bu işin içinde yer almazdım. Üzgünüm, güzel gözlü küçük kadın… Ben seninle birlikte kendimi öldürmeyi seçiyorum.

Affet Sedef, bir kez daha sendeki Sedef’i öldürdüğüm için beni affet, güzelim.

Daha ben konuşmadan o, bunu anlamıştı, değil mi? Hiçbir zaman yüzümde en küçük bir duygu belirtisi göremeyen kadın, bu sefer her şeyi anlamıştı. Ben bu gece bir çift mavi gözde kendi sonumu görmüştüm. Evet, yaptığım seçimi anlamıştı. Bu yüzden gözleri dolu dolu çok güzel gülümsemişti. “Söyle hadi,” demişti gururuna sarılarak. “Hadi, çekinme. Yaptığın seçimi söyle,” demişti. Her zamanki alaycı üslubunu takınan kız, gözlerindeki yıkımı gizleyememişti. Bir çift ayna vardı gözlerinde. Kalbindeki her şeyi dışarıya yansıtan bir çift ayna vardı o bakmaya doyamadığım gözlerde. Ve ben bu gece o gözlerde kendi ölümümü görmüştüm. İçim kanaya kanaya beni kendi içinde nasıl öldürdüğünü görmüştüm.

Son kez bakmıştım katili olduğum gözlere. Kendi ellerimle onu ölümün kollarına bıraktığımı bile bile son kez bakmıştım. İçimdeki küçük umut kırıntısına sığınarak bu kararı vermiştim. Arda için ne kadar değerli olduğunu bilmem, Sedef’i onun vicdanına teslim etmeme neden olmuştu. Ona olan iğrenç tutkusu belki onu hayatta tutmasını sağlar diye düşünüp vermiştim o kararı. Ama yanılmıştım! Arda’nın bana karşı kazanma tutkusunun Sedef’e olan takıntısından daha büyük olacağını hesaba katamamıştım. Ve onu benim gözlerimin önünde vurmuştu. Benim isteğim üzerine onu vurmuştu.

Ne denli ağır bir yük bu böyle.

Tüm bedenim dehşet içinde kaskatı kesilirken elimde tuttuğum telefon parmaklarımın arasından her an düşmek üzereydi. Göğsünden akan kanları gördükçe kendi göğsümde şiddetli bir acı hissediyordum. Sanki kalbim durmuştu ve nefes almayı bırakmışım gibi tüm bedenim acı içindeydi. İşte tam bu noktada acı bir gerçek beynimden vurulmama neden oldu. Ben bu kızın acısıyla nefessiz kalıyordum. Ben bu kızın kanıyla kanıyordum. Ben bu kızı kaybetmek istemiyordum. Evet, gerçek şu ki ben bu kızı hayatımın her karesinde istiyordum. Bu duygu basit bir hoşlanma olamazdı. Hoşlanmadan daha büyük ve yakıcı bir duyguydu.

Öyle bir büyüsü var ki, bir şekilde kalbimde büyük bir yere sahip olmayı başardı.

Gözlerini bir aynaya benzettiğim kız, gözlerindeki tüm aynaları kırarak bana bakıyordu. Orada bir his, bir duygu aradım ama yoktu. Ne bir öfke ne de en küçük bir duygu kırıntısı vardı. Aradım ama bulamadım. Gözlerinde gördüğüm tek şey, kanayan bedeninin acısıydı. Bunun dışında gözleri fazlasıyla donuk ve ölüydü. Benim ölümüme olan yas vardı o gözlerde, kendi içinde öldürdüğü Sedef’e olan yasını yansıtıyordu o gözler. Hep onun karakter bölünmesi yaşadığını düşünmüştüm; çocukluktan beri tek başına verdiği hayatta kalma mücadelesinden sonra yaşadığı bir karakter bölünmesi. Bu konuyu psikolojiden çok iyi anlayan Simay’a da açmıştım. Bir süre Sedef’i ve davranışlarını uzaktan izleyerek yanılmadığımı kabul etmişti. Evet, Sedef’in ciddi psikolojik sorunları vardı. Çoklu kişilik bozukluğu olabilirdi. Uyurgezer olması da bundan kaynaklanıyordu ama o, bunun farkında değildi. Şimdi ona baktıkça bu konuda yanılmayı ne çok istediğimi fark ettim. O, Sedef ve Yankı arasında sıkışıp kalmıştı. Yankı onun için güvenli bir sığınaktı, Sedef ise huzuru benliğinde hissettiği masum yanıydı. O yüzden Yankı yaralar, Sedef sarardı. Evet, haklıydı. Bu kız gerçekten bir yaralasardı. Şimdi Sedef ölmüştü ve geriye sadece Yankı kalmıştı.

Görüyorum, içim kanaya kanaya Sedef’in nasıl öldüğünü ve Yankı’nın nasıl yeniden doğduğunu görüyorum.

Dudaklarından süzülen kan yüzünden acıyla karışık, derin bir nefes alarak bakışlarını bana çevirdi. Eğer hayatta kalırsa en büyük kâbusum olacağını söylerken onu böyle kanarken gördükçe zaten o kâbusu bana yaşattığını bilmiyordu.

Yaşa ve en büyük kâbusum ol ama yeter ki yaşa…

Ev görüş açımıza girmişti ve hemen arkamızda bizi takip eden iki ambulans vardı. Arda bana bağlandığında hastaneyi aramış ve onlara buranın adresini vermiştim. Kayıpların olacağını bildiğim için bu, hep aldığım tedbirlerden biriydi. Arda ona yaklaştığımı anlamış gibi çocukları öldürmeye başladığında tüm bedenim yoğun bir öfke içindeydi. Halil’den sonra sıra Efe’ye geldiğinde Sedef’in yaralı haliyle onu nasıl kurtardığını izlemek içimi acıttı. Asla bencil biri olmayı başaramıyordu ama bu geceden sonra bunun değişeceğini düşünen tarafım bana işkence etmekte kararlıydı. Ona verdiğim tokayı bir silah gibi kullanıp Arda’yı yaralamasından aldığım hazzın tarifi yoktu. Fakat hemen sonrasında o piç kurusu Sedef’in boynunu sıkınca, tüm kontrolümü kaybedip, “Dokunma ona!” diye bağırmıştım. Araba evin önünde yavaşlayınca, “Bekle, ecelin olmaya geldim!” dedim ve telefonu rastgele bir yere fırlattım. Henüz tam olarak durmayan arabadan nasıl indiğimi bilmiyordum. Ona kurşun sıkan tüm parmaklarını koparıp attığımda ondan uzak durmayı öğrenecek!

Belimdeki silahı çıkartıp eve doğru koştuğumda, hemen arkamda beni takip eden ekibim vardı. “Dur ve teslim ol komutu yok! Yolunuza çıkan herkesin işini bitirin. O ite dokunanı yaşatmam!” dedim. Arda’nın ölümü benim ellerimden olacaktı. Arda’nın adamları ise yaşamayı hak etmiyordu.

Eve girdiğimiz an silah sesleri ve kurşunlar havada uçuşmaya başlamıştı. Koridordaki kolonlardan birinin arkasına geçip etrafı kontrol ettim. Üst katın merdivenlerinde bize ateş eden biri vardı. Kaşlarımı çatarak tetiğe bastığımda onu alnının ortasından vurmuştum. Fakat aynı anda biri de onu boynundan vurmuştu çünkü boynundan kanlar fışkırarak merdivenden yuvarlandı. Başımı çevirip arkaya baktığımda Buket her zamanki gibi mini şortu ve kışkırtıcı büstiyeriyle kapının yanında duruyordu. Elinde silah, sırıtarak ölen adama bakıyordu. Bu durum sinirlenmeme neden oldu. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” diyerek ona ters ters baktım. Benim vurduğum hedefi vurması vakit kaybıydı ve benim kaybedecek bir saniyem bile yoktu.

Masum bir şekilde saçlarını geriye doğru itti. “Onu öldürdüm, bebeğim. Nesini anlamadın?”

“Benim zaten öldürdüğüm kişiyi bir daha öldüremezsin, aptal!” dediğimde Arda’ya olan öfkemi ondan çıkarmamın an meselesi olduğunu düşünüyordum.

“O zaman bekleseydin de ben öldürseydim, Altuğ! Bu adamlar yüzünden doğum günüm heba oldu zaten. Çocuklara neler yaptığını ise düşünmek bile istemiyorum. O yüzden öldürme işi benim!” deyince sakin kalmak adına birkaç kez derin derin nefes aldım. Bu bir oyun değildi. Böyle çocukluklara ayıracak zamanım yoktu.

Etrafımı kontrol ederek diğer duvara doğru koşarken, “Burada oyun oynamıyoruz! Ve evet, bu bir uyarı, Buket,” diyerek onu azarladım. Sağdaki koridorda beliren gölgeyi tereddüt etmeden indirdim. Sedef’in yarası ağırdı, kaybettiğim her saniye onun aleyhine işliyordu.

Buket yine konuşmak üzereydi ki kaşlarımı çatarak onu susturdum. “Tek bir kelime dahi etmiyorsun! Herkes dağılıp evi arasın!” dediğimde kimse itiraz etmedi. Kameradan izlediğim kadarıyla onları pencerenin olmadığı bir yerde tutuyordu. Böyle bir yer sadece evin bodrum katında olabilirdi. Fazla adamı olmadığını düşünürsek çok zorlanmayacaktık. Herkes evin bir yerlerine giderken alt kata inen merdivenlere yöneldim. “Buket, benimle geliyorsun. Arkamda kal,” dediğimde beni takip ederken homurdanmasını görmezden geldim. İyi bir ajan olduğunu biliyordum. Çocukluğumuzdan bu yana girdiğimiz hiçbir görevde onu yanımdan ayırmadım. Ona karşı sanırım fazla korumacıydım. Lakin Buket, en büyük zaaflarımdan biriydi ve yanımda değilken aklım onunla meşgul olduğu için işime odaklanamıyordum.

Alt kata indiğimizde kapının önünde bizi tek bir adam bekliyordu. Sağ bileği kırıldığı için morarmıştı. Acıdan soğuk terler dökerken sol eliyle acemice ateş ediyordu. Bunu ona kimin yaptığıyla ilgilenmiyordum. Tetiğe bastığımda tek bir kurşun yetmişti onu yere sermeye. Demir kapıya yaklaştığımda hepsinin bu kapının arkasında olduğunu biliyordum. Derin bir nefes alarak kapıyı sertçe ittim ve içeri girdim. Tahminlerimde yanılmamıştım, çocukların hepsi buradaydı. Buket, “Kuzey!” diyerek yerdeki çaylağına doğru koştu. Buket, Kuzey’in yanına diz çökerken benim gözlerim burada bir tehlike arıyordu. Ama yoktu, bize sorun çıkaracak başka bir adam yoktu. Ne yazık ki Arda’ya dair bir iz arasam da bulamadım.

Ve bulamadığım bir kişi daha var!

Sedef’in oturduğu sandalyeyi boş bulmak yumruklarımı sıkmama neden oldu. “O nerede?” diye bağırdığımda Fulya’nın cılız sesini duydum. “Götürdü, onu yanında götürdü,” dedi.

Kaşlarımı çattığımda aklımda olan tek şey peşinden gitmekti. Fazla uzaklaşmış olamazlardı. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüdüğüm esnada, “Altuğ, bana yardım et!” diye bağıran Buket yüzünden kararsız bir şekilde durdum. Arda fazla uzaklaşmış olamazdı, eğer hemen şimdi evden çıkarsam onu bulurdum. Ancak onu bulmam Sedef’in hayatını tehlikeye atardı. Arda ile yaşayacağımız olası bir çatışmada geçen her saniye onun hayatından çalacaktı. Peşlerine düştüğüm an Arda onu doktora götürmek yerine beni atlatmak için yan yollara sapacaktı. Bu da Sedef’in sonu olurdu. Yarası bu kadar derinken kendi hırsımın kurbanı olursam onu tehlikeye atabilirdim. Onu kaybetmek yerine Arda’nın onu almasına izin vermekten başka çarem yoktu. Şimdi peşlerinden gitsem Sedef’i her şekilde ondan alırdım. Lakin kovalamaca uzarsa onu kaybederdim. Duygularımı kontrol altında tutmalıydım. Sırf onun kurtulması için bir kez daha izin vermiştim benden gitmesine. Küçük bir umut varsa yaşamasına dair, ben o umuda tutunarak hayatımdaki tek kadını katilinin ellerine bırakacaktım.

Yaşasın da varsın bir gün onun peşinden gitmediğim için intikamını alsın benden. Ama yeter ki yaşasın.

Bu gece için zor bir kararı daha kendime kabul ettirmiştim. Bir kez daha Sedef yerine çocukları seçmek zorunda kalmıştım. O kanlı görüntüsü aklıma gelince gözlerim deponun kapısını bulmuştu. Burnum sızladığında başımı eğerek dolan gözlerimi gizledim. Gidemedim, onu gerçek anlamda kaybetmemek için gidemedim. Hayatını kendi nefsime kurban etmemek için çok istesem de bu kapıdan geçemedim. Yenilgiyi kabullenip elimdeki silahı belime takarken elim titremişti ve ben, silahımdan utanmıştım. Onu kurtaramadıktan sonra belimde taşıdığım silah bile anlamını yitirmişti. Ben bu gece onu ağır yaralı bir halde düşmanımın kollarına bırakmıştım. Bunun ne denli ağır geldiğini kimse anlayamazdı.

“Araf!” diye bağıran Şafak içeri girdi. Araf’a yetiştiğinde boynunu ve çenesini delen demiri görünce çığlık atarak ağlamaya başladı. “Bana bırak,” dedim ve Araf’a yaklaştım. “Kıpırdama,” diyerek onu uyardım. Araf’ın başı o kadar kötü bir pozisyondaydı ki sadece yukarıyı görebiliyordu.

Bir elimle demiri tutarken diğer elimle çenesini kavradım. “Bu acıtacak,” dedikten sonra çenesini geriye doğru çektim. Acı içinde inleyen çocuğun boynundaki demiri çekip aldım. Şafak’a dönüp, “Boynunu aniden hareket ettirmesin,” deyip Şafak’ı yanıma çağırdım. Benim yerime Araf’ın çenesini tutarken ağlayarak başını salladı. Buradaki işim bittiği için hızlı adımlarla Kuzey’e doğru yürüdüm. Umarım hâlâ yaşıyordur.

Buket’in yanına diz çökerek parmaklarımı Kuzey’in boynuna koydum. Kan içinde kalan çocuk hareketsizce yatıyordu. Onun nabzını kontrol ederken Ecrin’in hıçkıran sesini duydum. “Ya-yaşıyor mu? Lütfen yaşadığını söyleyin!” Nabzı yoktu ve ben, bunu ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum.

Öldüğünü düşündüm lakin yine de emin olmalıydım. “Buket, ayna,” dedim. Çaylağı için gözyaşı döken Buket, yanında ayna olmadan dışarı çıkmazdı. Kuzey için öyle üzülüyordu ki elleri titriyordu. Şortunun cebinden yuvarlak, küçük bir ayna çıkartıp bana uzatınca aynayı aldım. Aynayı Kuzey’in burnuna ve ağzına yaklaştırdım. Birkaç saniye bekledikten sonra aynayı çektiğimde aynadaki buğuyu görünce rahat bir nefes aldım. “Nabzı bulamayacağım kadar zayıf ama hâlâ yaşıyor,” dedim. Sağlıkçılar gelene kadar yaralarına tampon yapacak bir şeyler bul.” Ambulansın sesini duydum. Yolda onları geride bıraksak da sonunda gelmişlerdi. Kuzey’in yarası karnındaydı ve çok fazla kan kaybetmişti.

Simay ve Yosun dışında ekibin geri kalanı da içeri girmişti. Atalay, “Ev temiz,” dedikten sonra Yavuz ve Michael ile çocukları serbest bırakmaya başladılar. Tunç ve Halil’e yaklaşıp ikisini kontrol ettim. Her ikisi de kafalarından yara aldıkları için anında ölmüşlerdi. İçim sıkılırken Yiğit’e yöneldim. Yüksek dozda elektriğe maruz kalan çocuğun çenesini hafifçe sıktım. Başını kaldırdığımda kulaklarından, burnundan ve ağzından gelen kanı görünce kaşlarımı çattım. Nabzını kontrol ettiğimde duyduğum kalp atışları sayesinde rahatlarken kulaklarından gelen kanın devam etmesi beni korkuttu. Telaşla komutlar yağdırdığımın farkında bile değildim. “Beyin kanaması geçiriyor olabilir!” diye bağırdım. “Atalay, buraya gel!” Atalay koşarak yanıma gelince onun başını sabit bir şekilde tuttu. Hiç vakit kaybetmeden Yiğit’in iplerini çözerek sandalyeden kurtulmasını sağladım. Kollarının altını kavradığımda Atalay onun bacaklarını tuttu ve onu yavaşça yere koyduk. Sağlıkçılar depoya girdi. Şu an için Yiğit’in durumu daha kritikti. Bu yüzden vakit kaybetmeden onlara seslendim. “Doktor! Hemen buraya bir doktor gelsin!” diye bağırdım. Şu an için önceliğimiz Yiğit’ti. Elinde çanta olan iki kadın bize doğru koştu. Diğerleri Kuzey ile ilgileniyordu ama Yiğit’in durumu belki de Kuzey’den bile daha ağırdı. Hızlı bir şekilde Yiğit’i kontrol eden kadın doktor da benimle aynı fikirdeydi. “Beyin kanaması! Hemen bir sedye getirin!” diye bağırınca yanılmış olmayı diledim.

Onları bırakarak Atalay’a döndüm. “Naz? O nerede? Öldü mü?” diye endişeyle sordum. Ona çıkan cezayı izlemiştim ve şu anda yaşamadığına emindim.

Atalay iç çekerek dışarıyı işaret etti. “Kendin görsen daha iyi,” deyince ne demek istediğini anlamadım. Biz birlikte dışarı çıkarken ekibin geri kalanı çocuklarla ilgileniyordu.

Merdivenlere yönelip bir üst kata çıktık. Atalay’ın işaret ettiği açık kapıdan içeri girdiğimde gördüğüm sahne, küçük çaplı bir şok geçirmeme neden olmuştu. Odanın içindeki her eşya kırık ve parçalanmış bir haldeydi. Biri yatağın üzerinde ve diğeri hemen yerde iki adam kanlar içinde yatıyordu. Başımı hafifçe kaldırdığımda odanın bir köşesinde oturan kızı gördüm. Hayır, ölmemişti ama iyi durumda olduğunu da söyleyemezdim. Naz sırtını duvara yaslamış, dizlerini karnına çekerek oturuyordu. Kollarını dizlerine dolayan kız elindeki silahı sıkıca tutuyordu. Oturduğu yerde öne ve arkaya doğru sallanıyor olması bir terslik olduğunu gösteriyordu. Gözleri bomboş bakıyordu. Büyük bir şokta olduğunu gösteren en büyük kanıt, hiç ağlamıyor olmasıydı. Atalay, “Adamları o öldürmüş ama bize hiç tepki vermiyor,” dedi. Nasıl tepki verebilirdi ki? Şu anda travma yaşıyor olabilirdi. “Simay, ikinci kata gel, acele et!” dediğimde kulağımdaki kulaklıktan onaylayan sesi gelmişti. Şu anda Naz ile iletişime geçecek biri varsa o da Simay’dan başkası değildi. Hem bir psikologdu hem de Naz onun çaylağıydı.

Birkaç dakika sonra Simay odaya girdiğinde, içerideki cesetleri ve Naz’ın perişan halini görünce yutkunarak benimle göz göze geldi. “O mu yapmış?” diye sordu. Naz’ın birilerini öldürdüğüne en az benim kadar inanamıyordu.

“Hayır, ben yaptım. Kayıtlara böyle geçecek,” dediğimde Simay bana minnetle baktı. O da tıpkı diğerleri gibi kendi çaylağını seviyordu. Naz her ne kadar kendisini korumak için onları öldürmüş olsa da bu bilinmemeliydi. Uzayan mahkemelerden kurtulmasının tek yolu bu suçu üzerime almamdı.

Simay, “Naz?” deyip ona yaklaşarak diz çöktüğünde bile Naz tepkisizdi. Simay onun koluna dokunduğu an, “Dokunma bana!” diye bağırdı. Naz, elindeki silahı Simay’ın kalbine bastırdı. Atalay onu bir tehdit olarak gördüğü için silahını çıkartıp Naz’a doğrultmuştu. Simay telaşlanarak, “Sakın!” deyince Atalay’a engel oldum. Fakat Atalay, “Simay’ı vurabilir! Naz şu anda her şeyi yapacak durumda!” diyerek itiraz etti. Her ne kadar Yarasaların hepsine değer verse de Atalay için çocukluk arkadaşı önce gelirdi. Aslında hepimiz için bu böyleydi. Çocuk yaşta birbirimizi bulduğumuz için önceliğimiz takımdakileri korumaktı. Fakat Simay kendisine gelebilecek tehlikeyi savuşturacak kadar bu işte iyiydi.

Bir zamanlar buna benzer bir şeyi Sedef de yaşamıştı ve tıpkı Naz’ın şu anda verdiği tepkileri veriyordu. “Dokunma bana!” diye bağırırdı. Hayatta mısın Sedef? Hayatta olduğunu bilmem gerekiyor.

İç karartan düşüncelerden çıkıp, “Atalay,” diyerek onu uyardığımda isteksizce silahını indirmişti. Simay göğsündeki namluyu umursamadan ellerinin her ikisini usulca yukarı kaldırdı. “Tamam, sana dokunmuyorum,” dedi. Naz’ın yırtık kıyafetlerine ve dağılmış haline baktıkça acı çekiyordu. Biz eğitmenler çaylaklarımızı özellikle seçtiğimiz için farkında olmadan onlara çok bağlanmıştık. “Naz, beni vurmayı istemiyorsun. Benim, Simay,” diyerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Simay’ın yumuşak sesine karşılık Naz titriyor ve kendisiyle konuşanın kim olduğunu çözmeye çalışıyordu.

“Sana asla zarar vermem,” dedi. Simay onun yırtık kıyafetlerine bakıp iç çekti ve “Bu bir daha olmayacak. Sana söz veriyorum, bir daha kimse sana dokunamayacak,” dedi. Naz çıldırmış gibi bağırıp ağlamaya başladı. “Dokunmadılar! Buna izin vermedim ama…” deyip sustu. Hıçkırıklarla ağlarken eğitmenine baktı. “Yi-Yiğit?” diye fısıldadı. Merak ettiği kişilerin başında Yiğit geliyordu. “Onu koruyamadım! Onu benden aldılar! Benim yüzümden öldü!” diye bağırdıktan sonra Simay’ın göğsündeki silahı kendi şakağına bastırdı. Tetiğe basacağı an Simay, “Hayır!” diyerek onun üzerine atıldı ve Naz’ın bileğini kavrayıp çevirdi. Böylelikle ateş alan silahtan çıkan kurşun Atalay’ın omzuna girmişti. İnleyerek yaralanan omuzuna bakan Atalay, kaşlarını çatarak bana döndü ve “Onu vurmama izin vermeliydin!” dedi fakat ona cevap vermedim. Yediği ilk kurşun olmadığı için bence bu sorun değildi.

Naz, gözlerini kırpıştırıp Atalay’ın yarasına baktı. Ne yaptığını yeni fark etmiş gibi bağırarak elindeki silahı yere attı. Hemen sonrasında aklını yitirmiş gibi saçlarını yolmaya başladı. “Seni de öldürdüm!” diye feryat ederken kendisine zarar veriyordu. “Yiğit ve diğerlerini de öldürdüm! Ben herkesi öldürdüm çünkü katilim ben!” Tırnaklarını saçlarına geçirip yolmaya başlayınca Simay çaresizlik içinde bana döndü. “Bayılt onu,” dedim. “Kendisine zarar vermeden tedavi olmalı!” Verdiğim komutun dışına çıkmayan Simay, yerdeki silahı alarak Naz’ın ensesine vurduğu gibi onu bayılttı.

“Atalay, kızı dışarı çıkar,” dedim ama Atalay çıldırmak üzereydi. “Yaralıyım, serseri!” dedi. “Hiçbir güç, beni vuran birini kollarıma aldıramaz!”

“Onun Yosun olduğunu düşün,” diyerek kestirip attım. Kötü sözleri sıralamak için fazla beklemeyen Atalay, “Yankı haklı, Allah neden senin belanı vermiyor ki?” diye homurdanıp Naz’a doğru yürüdü. Son söyledikleri sertçe yutkunmama neden oldu. Sedef’in bitmeyen bela okumalarını bile özlediğime göre durumum hiç iç açıcı değildi.

“Sevgili eğitmenim, size söyleyecek tek sözüm var: Allah belanızı versin!” diyen sesi kulaklarımda yankılandıkça çıldıracak gibi oluyordum.

“Seni bulacağım! Ne ölünü ne de dirini ona bırakırım!” dediğimde beni asıl korkutanın onu ne halde bulacağım olduğunu fark ettim.

Benzer İçerikler

Kayıp Gül

yakutlu

Efsaneler Serisi Üçlemesi – Online Kitap Oku

yakutlu

Sıdıka Hanım (Cep Boy)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy