Kapak Kızı | Ayfer Tunç


Karlı bir kış günü, Ankara’dan İstanbul’a giden bir trenin yemek vagonu. Birbirini tanımayan üç kişi; bankacı Ersin, radyo programcısı Selda ve yemekli vagonun garsonu Bünyamin. Kapak Kızı, işte bu üç kişinin romanı. Ama aynı zamanda orada olmayan bir başkasının; bir dergide çıplak fotoğrafları yayınlanan Ayın Kızı Şebnem’in. Trenin saatlerce yolda kaldığı, bir yolcunun öldüğü bu uzun yolculukta, roman kahramanları, birbirleriyle, Şebnem’in fotoğrafları aracılığıyla yüzleşirler. Ancak bu zihinsel yüzleşme giderek kimin kimi yargıladığı belli olmayan bir hesaplaşmaya dönüşür. Ayfer Tunç, ilk kez 1992 yılında yayınladığı Kapak Kızı’nı ‘zemin aynı zemin, inşa aynı inşa’ olmak kaydıyla yeniden yazdı. Roman, bedensel çıplaklığı, kahramanlarını farklı nedenlerle sarsan bir travma olarak ele alıyor. Aile, hayat, aşk, kıskançlık, güzellik ve ahlak kavramlarını, alışılmış yorumların tuzağına düşmeden işliyor. Bunaltıdan ikiyüzlülüğe, anıların masumiyetinden yaşamın gerçeklerine uzanan soruların kuşattığı bu roman, aslında bütün soruları içeren tek bir soru soruyor:

Kim daha çıplak?

Tren çelik raylar üzerinde giderken hızlanıp sağa sola yatsa da, masalardaki bardaklar, şişeler devrilse de, koridor tarafında oturanlar cama yapışan yolcuların üstüne yıkılsa, hatta çaylar, kahveler bembeyaz örtülere dökülse de; Bünyamin kulplu kâselerdeki hazır çorbaları yolcuların masalarına dökmeden taşır, ayağının alımdaki zemin hareket etmiyormuş, sanki dünyanın en sabit noktasına sıkı sıkı basıyormuş gibi, köpüklü biraları bardaklara taşırmadan doldururdu.

Tren göz alabildiğine uzanan bir bozkırı düzenli tıkırtılarla geçerken, birkaç yolcu tabaklan sol koluna dizmiş bu garsona hayretle bakar, diğerleri bu marifetin farkında bile olmazdı. Ama Bünyamin bütün vagon kendisini izliyormuş gibi ciddiyetle sürdürürdü iğini. Bazı huysuz, asık suratlı yolcuların çorbayı döktüklerini, bifteği keseyim derken düşürdüklerini çok görmüştü. Vagonda böyle kibirli yolcular varsa gösteri yapmaktan daha bir zevk alıyordu. Beş yıl önce, işe yeni başladığında, bir defasında iki elinde birer tabağı ancak taşırken işi iyice ilerletmiş, kendi kendine kazandığı tuhaf bir denge duygusuyla beş tabağa kadar çıkmıştı. Gerçi bundan sıkılmıştı artık. Ancak keyfi yerinde olur da, birkaç yolcunun bu akrobasiyi ilgiyle izleyeceğini hissederse tabakları koluna diziyor, trenin süratinden kimse ayakta durmayı bile beceremezken, o, tembel iş arkadaşlarına ders verir gibi servisini tıkır tıkır yapıyordu.

Turuncu saçlı İzzet’in masalara örtüleri sermesine nezaret etti, çocuğa her vazoya iki karanfil koymasını söyledi. İzzet karanfillerin yığılı olduğu masaya isteksizce yanaştı, solgun çiçeklere ne yapacağını bilemezmiş gibi baktı, saplarını boğum yerlerinden kırmaya başladı.

Bünyamin “Şunları dağıt masalara,” dedi Abdülkadir’e, mönü kartlarını, TCDD’nin bastırdığı Türk Şiirinde Trenler’ başlıklı broşürleri, küllükleri, tuzlukları, peçeteleri işaret ederek. Abdülkadir ters ters baktı, Bünyamin aldırış etmedi, daha yolculuğun başıydı, şimdiden kapışırlarsa bitmezdi yol. Turuncu tüylerle kaplı iri parmaklarının arasında çıt çıt kırıyordu karanfil saplarını, hoşlanmıştı bundan. Bünyamin İzzet’e baktı, içi acıdı. İki buçuk aydır yanında çalışan bu çocuk yüzlü genç adamın beceriksizliğiyle eğleniyorsa da, bazen haline üzülüyordu. İzzet işe başladığından beri döküp saçmadan servis yapmayı becerememişti, tren hızla giderken dengesini bulamıyordu. Birkaç defa yolcuların üstüne çay döküp ortalığı toplayayım derken her şeyi berbat edince, tren hareket halindeyken çay, kahve, çorba gibi siparişlerin servisini yapmasını yasaklamıştı. Ama çocuk bir şişe su götürmesi gerektiğinde bile “Ben dökerim abi, istersen sen götür…” demeye başlayınca Bünyamin’in tepesi attı. Bir hafta boyunca çocuğu bir saniye bile oturtmadı, lüzumlu lüzumsuz yığınla iş yaptırdı, İzzet de tren hareket halindeyken hiç değilse ayakta durmayı öğrendi.

Hesap almayı başkalarına bırakmayan Bünyamin’e göre İzzet beceriksiz, Abdülkadir tembeldi, ikisi de bahşişi hak etmiyordu. Hele Abdülkadir’e maaşı bile verilmese yeriydi. Yolculara garson gibi değil, geçerken restorana uğramış sinirli bir devlet memuru gibi davranır, herkesle kavga eder, fırsat buldukça personele ayrılmış masaya oturup sigara içer, yolcuların işaretlerini görmezden gelirdi. Her şeye itiraz etmeye hazır, Öfkesi burnunda bir halı vardı.

Bünyamın üç kuruş bahşişin diğerlerinin gözüne batacağını bildiği için, tatsızlık çıkmasın diye yolculuğun sonunda herkese bir şeyler dağıtır, durumu iyi kötü idare ederdi. Zordu insan idare etmek, çok yorucuydu. Yolcular da başka bir âlemdi, hele onları idare etmek, en zordu.

Trenin kalkmasına on dakika vardı. Bünyamin pencereden gara baktı. Bir sürü insan başlarında kasketler, bereler, boyunlarında atkılar, ellerinde çanta bavul, gar binasına girip çıkıyor; peron boyunca bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Kar altında, telaşlı bir koşuşturma yaşanıyordu garda. Saatine baktı. Yolcular için acelenin, telaşın, koşuşturmanın tam vaktiydi.

İzzet karanfilleri vazolara koymayı bitirmiş, servise ilişkin en ufak bir yardımda bulunmayı düşünmeyen ve yolculuk boyunca yazarkasasının başında oturup bulmaca çözecek olan Erol’un başına dikilmişti. Erol kravatını gevşetmiş, sigarasını küçük parmağında yalancı taşlı bir yüzük parlayan sol eline almış, arada bir bıyıklarıyla oynayarak bulmaca çözüyordu.

“Soldan sağa üç…” dedi, “Arap atlıların bayramlarda yaptığı gösteri.”

İzzet’ten cevap beklemediği belliydi, ama, yine de olur da bir şey söyler diye duraksamıştı. Çocuktan ses çıkmayınca kaleminin tepesini kemirip o soruyu geçti. Biriki kare doldurduktan sonra tekrar mırıldandı:

“Tanyerinde gün doğmadan beliren geçici aydınlık. Yalancı tan…”

İzzet saçlarının arasında parmaklarım gezdirdi. “Zormuş be,” dedi.

“Herhalde,” dedi Erol, külünü TCDD markalı kül tablasına silkelerken. Bünyamin elinde bir sürü çatal bıçakla gelip İzzet’e bir omuz attı.

“Dikilme öyle, dağıt şunları…”

Bünyamin’e bakmadan çatal bıçakları alan İzzet, boşta kalan eliyle bulmacada bir yer gösterdi Erol’a.

“Ece,” dedi, “üç harfli, kraliçe.”

Tam da ece yazmaya hazırlanan Erol kafasını kaldırıp dik dik baktı İzzet’e.

Mutfak kısmını restorandan ayıran tezgâhta dizili pırasa tabaklarını görünce yüzünü buruşturdu Bünyamin Hiç sevmezdi pırasayı. Ona duvarları ıslak ve kömür kokan bir kapıcı dairesinde geçen ilk gençlik yıllarını hatırlatıyordu. Rahmetli annesiyle Çemberi itaş’ta bir apartmanın kapıcı dairesinde oturdukları sırada, sık sık pırasa pişerdi evde. Döküntü sebzelerden başka ne pişerdi ki zaten? Annesi öldükten sonra kardeşi Metin’le Samatya’da bir eve taşındıklarında “Bu eve pırasa girmesin,” demişti Bünyamin. Sırtını devlete dayamasını sağlayacak adamları olduğunu iddia eden amcasını, vaktiyle “Boş versene amca ya, bu devlete sırt dayanır mı?” diye tersleyen Metin, “Biz sanki bayılıyoruz pırasaya,” demişti. Her tarakta bezi vardı, bin türlü iş yapardı. Samatya’da oturdukları sırada Bünyamin TCDD’de çalışmaya yeni başlamıştı, aldığı para ahım şahım değildi, ama Metin’in yaptığı ne idüğü belirsiz işler sayesinde ne pırasa, ne lahana pişmişti evde. Cennet ise bu acayip, kaygan sebzeyi Bünyamin’in sevmediğini bile bile pişirir, televizyonun karşısına geçer, üstüne limonu sıkıp yerdi. Sanki nadir bir meyve yiyordu, öyle bir sevk yüzünde. Bünyamin Cennet’in bacaklarını altına almış, çekyata kurulmuş, televizyon seyrederkenki halini hatırladı. Karısını hatırlamak hoşuna gitmedi. İncecik limon dilimleriyle süslenmiş pırasalardan uzaklaşıp Abdülkadir’e baktı. Elinde sigarayla Erol’un karşısına oturmaya hazırlandığım görünce pırasa tabaklarını gösterip “Şunları servis masasına taşı,” dedi sertçe, olabildiğince.

Vagon restoranın ilk müşterisi trenin kalkmasına beş dakika kala içeri girdi. Orta yaşlı, tıknaz, rakıcı olduğu sabırsızlığından ve girer girmez tezgâhın üstündekilere bir göz atmasından belli olan, pardösülü, bakalit bond çantalı bir adamdı.

Bünyamin “Daha açılmadık,” diye seslendi. Adam anlamamış gözlerle baktı. “Tren kalktıktan beş dakika sonra gelin, şimdi kapalıyız.”

Adam sinirlenir gibi oldu, Bünyamin’in istifini bozmadığını görünce çantasını alıp söylenerek çıktı.

Şöyle bir masalara baktı Bünyamin, bir eksik bulamayınca Erol’un karşısına oturdu,

“Sarı renkte ve cam parlaklığında, doğal demir ve…” dedi Erol, gerisi heceledi. “Magnezyum sülfat… Krizalit.”

Bünyamin’e baktı. Arkadaşının yüzünde cevap vereceğine dair bir işaret göremeyince, başka karelere geçti. Bünyamin insanların gürültülerini, uğultularım duymak ister gibi dışarıya kulak kabarttı. Sonra trenin düdüğü

Bu düdük sesi birçok düdük sesine karıştı; soğuk, gürültülü bir cumartesi gününde, kar altındaki başkentin öğle saatleri telaşında dağıldı. Sanki başkentte saatler vurdu, gri apartmanlarda oturanlar, bu düdük sesini işaret kabul ettiler, giyinip kendilerini şehrin caddelerine, pastanelerine, sinemalarına, tiyatrolarına, alışveriş merkezlerine atmaya hazırlandılar.

Bünyamin, her zamankinden farklı bir havanın ağırlığını hissetti üzerinde. Gardaki insanlar, her gün gördüğü kalabalık, başka bir dünyanın insanlarıymış gibi yabancı geldi. Kafasında dolaşan düşüncelerden sıyrılıp dışarı bakarken bir an kendini unuttu. Ne yapıyordu bu insanlar? Bu düdük sesi Ankaralıların bir kısmına, İstanbul’daki vapurların treninkine hiç benzemeyen kalın ve uzun düdük seslerini hatırlattı. Bünyamin İstanbul’da evlerinin biraz ilerisindeki demiryolundan geçen trenleri, birkaç sokak sonra birdenbire karşısına çıkan denizi düşündü. Yazın Cennet’le deniz kenarındaki çay bahçelerinde oturmalarını hatırladı, ardından yine bir yorgunluk geldi üstüne.

Benzer İçerikler

Bi’şey Sorabilir Miyim?

yakutlu

Mutluluk Endüstrisi | William Davies

yakutlu

Hepimiz Birimiz İçin

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy