Osmancık, ailenin biricik çocuğudur. Kötü emellerine yenik düşmüş, gözlerini para hırsı bürümüş bir çete tarafından kaçırılır. Ailesi Osmancığın hayatından çok endişe etmektedir. Bir an evvel biricik yavrularına kavuşmak isterler ve bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdırlar. Fakat bunu yapmak o kadar kolay olacak mı?
Masum ve korumasız bir çocuk olan Osmancık, onu çok seven ailesine kavuşabilecek mi?
“Bir Küçük Osmancık Vardı” bir solukta okunacak heyecan dolu, duygu yüklü bir ilk gençlik romanı..
BEKLENMEYEN FELAKET
Ağustosun en sıcak günlerinden biriydi.
Abdullah Bey’in köşkü önünde beyaz mersedes durdu. Mersedesleri iri yarı, postacı kılığında bir adam indi. İri ellerini demir parmaklıkların arasından sokup, bahçe kapısını açarken sağa sola ürkek ürkek bakındı. Sağlı sollu gül ağaçlarının arasından, özenle döşenmiş parke yolu hızlı adımlarla geçti. Mermer basamakları çıktı. Köşk kapısına gelmişti. Kısa aralıklarla üç kez zile bastı,
Fatma Hanım, ev işlerini henüz bitirmişti. Biraz dinlenmek, dinlenirken de bir şeyler okumak istemişti. Kitaplığın yanına giderken öğle uykusuna yatırdığı Osman’a gözü ilişti. Yavrucak tatlı tatlı uyuyordu. Pervaneli küçük uçağını tutan mini mini parmaklar gevşemiş, fakat oyuncağı onu terk etmemişti. Güzel bir rüya görüyor olmalıydı, zaman zaman küçük pembe dudaklarını tatlı bir gülümseme kaplıyordu. Fatma Hanım’ın annelik duyguları bu gülümsemelerle coşmuş, onu öpmek için üzerine eğilmişti. Tam bu sırada, kapıya bir ziyaretçinin geldiğini haber veren zil sesi duyulmuştu.
Fatma Hanım her zaman olduğu gibi, kapıyı açmadan önce pencereden baktı. Postacıyı görünce endişesiz bir merakla kapıyı açtı. İri yarı, postacı kılıklı adam hızla içeri girdi ve kapıyı kapattı.
Fatma Hanım’ın şaşkınlıktan kurtulmasına fırsat vermeden, ağzını burnunu önceden hazırladığı sağ elindeki ilaçlı mendille kapattı. Sol eliyle de kollarını sıkı sıkı tuttu. Fatma Hanım, kötü bir tuzağa düştüğünü anlamakta geç kalmıştı. Bu yabancı erkeğin, kollarını ve çene kemiklerini kırarcasına sıkan gücüne direnmesi boşunaydı. Kendinden geçtiğini hissediyordu. O anda içinde bulunduğu durumdan daha korkunç bir fikir beynini şimşek gibi yaktı.
Biraz önce uyurken seyrettiği yavrusu Osman’a ne olacaktı? Bu adam, canından çok sevdiği biricik yavrusuna bir kötülük yapar mıydı? Bu korkunç endişenin verdiği son bir gayretle çırpındı. Boşuna çabalıyordu. Artık ellerine, ayaklarına hükmedemez olmuştu. Kendini rüyadaymış gibi hissetti. Çok şey yapmak istiyor; ama elini, ayağını oynatamıyordu. İri yarı adamın yüzünü, etrafındaki eşyaları kendinden uzaklaşır gibi gördü. Sonunda kapının arkasına yarı cansız yığıldı kaldı.
İri yan, postacı kılıklı adam, Fatma Hanım’ın bayıldığını anlayınca hemen İçeriye daldı. Büyük salondan yukarı kata çıkan merdivenlere doğru koştu. Odada uyuyan Osman’ı görünce bir an durdu, baktı. Sonra yeniden harekete geçti.
Bu adam köşke ilk defa geldiği halde nereye gideceğini, nerede ne olduğunu iyi biliyordu. Üst kattaki koridorda acele fakat soğukkanlı adımlarla yürüdü. Koridorun bitiminde karşısına çıkan kapıyı yokladı, kilitliydi. Çantasından çıkardığı bir anahtarla hemen kapıyı açtı. Geniş pencerelerinden Boğazın güzel manzarası seyredilen, Abdullah Bey’in çalışma odasına girmişti.
Bakışlarını odadaki eşyalar üzerinde gezdirdi, aradığını bulunca pis pis sırıttı. Çalışma masasının arkasındaki çelik dolaba doğru yürüdü. Bu sefer çantasından bir deste anahtar çıkardı. Birkaç denemeden sonra çelik dolabın kapısı açıldı. Dolabın alt tarafındaki bölmenin anahtar yerine baktı. Bu bölme çok küçük, özel bir anahtarla açılan cinstendi. Adamın esmer, terli yüzü buruştu. Bir an durakladı. O bölmenin dolapla bağlantılarını inceledi, çok sağlamdı; çantasından sarı saplı, uzun bir tornavida çıkardı. Açmak istediği çekmecenin kenarına tornavidanın ağzını yerleştirip, sapına elinin ayasıyla kuvvetlice vurdu. Darbenin tesiriyle dolap sarsıldı. Tornavida üç dört santim içeri girmişti. Sapını yukarı doğru çekince, çekmece bir gürültü İle önüne doğru kaydı. Adam önce sırıttı, sonra gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi hayretle kalakaldı. Bu çekmecede aradığı yoktu. Dişlerini öfkeyle sıktı. Ayağa kalktı. Çelik dolabın kapağına öfkeyle bir yumruk vurdu.
(Jütün köşkü dolduran gürültü salondaki Osman’ı uyandırmış, adam İse amacına ulaşamamıştı. Elleri boş dönmemek için etrafındaki eşyaları incelerken Osman’ın ağlaması duyuldu. Bu ses adama önce panik verdi; sonra aklına korkunç bir plân getirdi.
İri yarı adam merdivenleri süratle indi. Yatağında bir yandan doğrulmaya çalışan, bir yandan bağıra bağıra ağlayan Osman’ı, üzerinde yattığı çarşafa sarıp kucağına aldı. Kapıdan çıkarken, halen baygın yatan Fatma Hanım’a yarım bir bakışla baktı.
Çocuk başına gelenleri anlamış gibi acı acı ağlıyordu. Adam, sesi tehlike doğurur korkusuyla Osman’ın yüzünü göğsüne bastırdı. Kucağında boğuk boğuk ağlayan Osman’la koşarak arabanın yanına vardı. Mersedesin kapısı içerden açılmıştı. İçeriye girip kapıyı kapattı ve direksiyondaki kadına sertçe:
Çabuk sür arabayı, dedi.
Zaten harekete hazır mersedes, hızla yerinden kalktı ve hızını gittikçe arttırarak anayola girdi.
Kavşaktan tehlikeli bir viraj alarak sola döndü ve bir ok gibi olay yerinden uzaklaştı…
ALLAH’IM BANA YARDIM ET
Abdullah Bey, inşaat çivisi imal eden bir fabrikanın sahibiydi. İstanbul’un önemli semtlerinde, toptan inşaat malzemesi satan üç büyük mağazası vardı. Fatma Hanım’la evlendikten sonra bu işlere başlamış beş senede işini geliştirmişti. Çok iyi para kazanmasına rağmen sade bir hayat yaşardı. İçki, kumar nedir bilmez, hatta sigara dahi içmezdi. İşi dolayısı ile tanıdıklarının çoğu onunla alay eder, “Vurmazoğlu” olan soyadını “Varyemezoğlu” olarak söylerlerdi.
Abdullah Bey, idarehanenin geniş pencerelerinden gelen bunallıcı güneş ışığından korunmak için perdeleri yarım kapatmıştı. Masasında, yoğun bir çalışmaya dalmıştı ki, telefonun sesiyle başını doğrulttu ve ahizeyi kaldırdı. Karşıdan kalın, kaba bir ses:
Abdullah Vurmazoğlu mu?
Evet. Siz kimsiniz?
Beni iyi dinle! diye gürledi karşıdaki adam. Anlamadım. Siz kimsiniz?
Oğlunuz elimizde…
Oğlum elinizde mi, diye şaşkın, kendinin bile tanımadığı korkulu bir sesle sordu Abdullah Bey.
Karın evde baygın yatıyor. Ve oğlun elimizde…
Ne istiyorsunuz, diye parladı Abdullah Bey. Eşime ne oldu? Oğlum nerde?
Şimdi hemen karının yanına git. Durumu polise bildirirseniz size küçük bir ölü hediye ederiz.
Hayır! diye inledi Abdullah Bey. Adam;
Beni dinle, dedi umursamazlıkla, evini arayıp ne yapmanız gerektiğini bildireceğim.
Oğlum, oğlum nerede, diye İnledi. Fakat telefon kapanmıştı,
Abdullah Bey, telefonu kapatıp iki eliyle başını tuttu. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Kapıya doğru bir iki adım attı, düşecek gibi oldu. Kendini toparlamaya çalıştı. “Allah’ım bana yardım et” diye fısıldadı. Şaşkın vaziyette evini aradı. Telefon uzun uzun çalıyor, fakat kimse cevap vermiyordu. “Karın evde baygın yatıyor” sesi beyninde yankılandı. Telefonu kapatıp süratle aşağı indi. Bu arada ustabaşıyla karşılaştı.
Ben acele eve gidiyorum, dedi Abdullah Bey. Hanım rahatsızlanmış, diye de ilave etmek zorunda kaldı.
Geçmiş olsun efendim. Allah sıhhat versin, dedi ustabaşı.
Abdullah Bey, fabrikanın kapısından nasıl çıktığını, o yoğun trafikten sıyrılıp evine nasıl geldiğini kendisi de hatırlamıyordu.
Köşkün yarı açık kapısından telaşla girdi. Aynı telaşla salona koştu. Endişeli bir sesle çağırmaya başladı:
Fatma Hanım! Fatma Hanım nendesin?
Abdullah Bey, diye bir İnilti geldi banyodan.
Koşarak banyoya girdi. Gördüğü manzarayı hiç unutmayacaktı. Fatma Hanım, düşmemek için lavaboya tutunuyordu. Yüzü solgun, mor dudakları titriyordu. Saçları dağınık, yan baygın gözleri korku ve dehşet saçıyordu.
Kocasını görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Olanı biteni bir çırpıda anlatmaya çalışıyor, fakat kelimelerin ardını getiremiyordu.
Başımıza gelenler… Osman’ım, yavrum gitti…
Abdullah Bey, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Dehşete kapılmıştı, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Sonunda,
Sakin ol. Osman’ı tekrar getirecekler. Kendini yorma, benim her şeyden haberim var, gibi sözlerle karısını sakinleştirmeye çalıştı.
Fatma Hanım’ı yatak odasına götürüp, yatırdı. Onu üzmemek için, kendisine telefon edildiğini, anlatmadı. Çok merak ettiği halde neler olduğunu, Osman’ın nasıl kaçırıldığını sormadı.
“Osman’ım, yavrum, seni nerelere götürdüler kuzum” diye inleyen Fatma Hanım’a sinirleri teskin edici birkaç hap yutturdu. Alnına ve boynuna kompres yaptı.