Güçlü bir kadının adımları bastığı yeri titretir.
Yaşadığı sarsıcı olaydan sonra hayatını eski düzenine sokmak içinmücadele eden Rüzgâr Ulu, masumiyetini ispat etmesine rağmenyaşadığı travmayı görmezden gelen bir yığın insanla yüzleşmek zorundadır. Asistan doktor olarak çalıştığı hastanede ona savaş açan herkese doğruyugösterebilmekiçin bir kez daha tüm cesaretini toplar ve gözünü karartır.
Bu yaşananlararağmen elini tutmak için daima onu bekleyen biri vardır: Kahverengi gözlerinde merhameti saklayan Tuna Kartal.
Onların aşkı kendilerine hem güç verecek hem de geçmişiniyileştiremediği yaralara merhem olacaktır.
Fakat hayat onları yeni bir savaşlasınadığında birbirlerine eskisi kadar bağlı kalabilecekler midir?
Aralarında hiç doğmamış cümleler dile gelmek için can çekişirken bir kez daha kalplerini dinleyebilecekler midir?
RüzgârıYaşamak’ta yaşama sıkıca tutunan cesur bir kadının öyküsünü okuyacaksınız.
*
BÖLÜM 1
ÇIKMAZLARI SARSAN ADIMLAR
Dikenli yollarla kaplı olduğunu zannediyorduk hayatın.
Ne büyük uçurumlara bizi sürükleyip tam kıyısında yakamızı bıraktığını… Bir adım sonrasının, karanlıktan başka bir çıkışı olmadığını bile bile bizi ne çok sınadığını… Ne acımasız olduğunu… Ne hırçın mücadelelerle bize yaşama savaşı verdirdiğini, ne gaddar bir hisle ruhumuzu sarstığını… Korkunç bir kader çizgisini takip edip yolun sonu meçhule varınca ondan ne çok nefret ettiğimizi… Ne çok “zannediyorduk” hayatı.
Her şeyin bir hiçlik olduğunu yeni anlıyordum oysa. Bunların hiçbirini hayatın yaptığı yoktu. Hayat oturur ve yalnızca bizi uzaktan seyrederdi.
Çünkü dikenli yolları önümüze seren de sonra hiç düşünmeden bizi o yollara zalimce iten de insanlardan başkası değildi, olamazdı. Kalbim, geçmişin kırıklıklarıyla dolup taşmışken göğüs kafesimi parçalamasın diye korkarak avuçlarımı bastırırdım tenime. Bu kırıkları içime hapseden de o zalim insanlardan başkası değildi.
Yürüdüğümüz yolu yokuşa çeviren de güllerimizi soldurup bizi dikenlerine mahkûm eden de insanlardı. Hayatı suçlamak, şimdi fazla acımasız geliyordu kulağıma. Bunu, ihaneti tadınca fark edebilmiştim.
İnsanların ruhumuzda bıraktığı acıların hesabını hayattan soramazdık. Hayatımızı mahvedenler, birkaç kalpsiz fâniden başkası değildi.
İnsanların birbirine yaptığı kötülüğü hayat hiçbirimize yapamazdı, ne yazık ki öğrenmek zorunda kalmıştım. Aylardır yaşadığım cehennem azabından farksız günleri düşündüm. Mazinin içimde kabuk tutan yarasını kanattım. Bana ihanet eden her göze, ardıma dönüp bir kez daha baktım. Kalbim, kötülükleriyle bir kez daha kırılacak gibi oldu fakat onu usulca susturdum. Varlığından habersiz olduğum, böylesi bir zulmü bana yaşatan herkesten hesabını soracaktım ve bunun adı intikam değil, yeniden doğmak olacaktı.
Çünkü ben, korkusuyla bir başına bıraktıkları, karanlıkta umutsuzluğa terk ettikleri Rüzgâr’ı bambaşka bir kadına dönüştürmüştüm. Ve bugün, onlara kiminle savaşacaklarını ispat etme günü olacaktı.
Yeniden doğduğum gün olacaktı.
“Rüzgâr Ulu.”
Tok bir ses, soğuk hastane koridorunda adımla seslendiğinde donuk telaffuzun yankısı duvarlara çarpıp kulağıma ilişmeden önce ayağa kalkmıştım. İlk adımım pek de sağlam sayılmazdı, bir anlığına bocaladığımı hissettim. Fakat sonraki öylesine kuvvetle geldi ki peşinden, sanki zemin ayaklarımın altına çakılmış da beni kimse olduğum yerden söküp alamazmış gibi hissettirdi. Ardından bir daha… Ve bir adım daha.
Hastane yönetiminin bulunduğu odanın önüne geldiğimde sekreter kız, beni eliyle içeri davet etti. “Sizi bekliyorlar. Lütfen geçin.”
Kahve gözlerin usulca kulağıma fısıldadığı sözleri anımsadım… Yetmedi mi? Toprağı yerinden sökecektim. Geriye uçurduğum yapraklardan başka hiçbir şey kalmayana dek fırtınalar koparacaktım. Mücadelemi sonuna dek sürdürecektim. Kapıyı açtım ve içeriye doğru bir adım attım.
“Hoş geldiniz.”
Oda aydınlıktı. Pahalı olduğu belli olan parlak eşyaların yerleşimi, göz alıcı bir dizayn sunuyordu. Odanın ortasına, Yönetim Kurulunun sürekli olarak toplantı yaptığı devasa masa yerleştirilmişti. Dışarıdaki soğuk hastane koridoruyla içerisinin pek de alakası yoktu.
Bu odaya ilk girdiğim günü anımsadım. Elinde yüksek puanları ve başarı belgeleriyle donattığı özgeçmişini usulca masaya bırakan o genç kızı… O zamanlar, yine zihnimi ve bedenimi meşgul eden bin türlü dertle tasalanıyordum. Geçim sıkıntılarıyla boğuşuyor, karşılaşabileceğim bütün zorlukların bundan daha fazla olamayacağını düşünüyordum.
Oysa ne garipti… Yaşam benden akıp gittikçe yanında götürdükleri de bitmiyor gibiydi. Şimdi burada, bir başka mücadelenin ateşi içimde harlanırken dimdik duruyordum.
Keskin bakışlarımı masada oturan doktorlara çevirdim. İçlerinde görmekten nefret ettiğim bir kadının siması da vardı. Eskiden saygı duyduğum ancak artık bana lanet bir zihniyetin kölesi olmaktan kurtulamadığını ispatlayan o kadının: Umay Hanım’ın…
“Rüzgâr Ulu. Buyurun.”
Hastanenin müdürü ve aynı zamanda Yönetim Kurulu üyesi olduğunu bildiğim, yaşlı adama baktım. Mühim bir konu olmadığı müddetçe İlyas Bey ile sık sık görüşme gerçekleştirmezdik. Fakat bugün, hayatıma çok büyük bir yön verecek o konu için buraya çağırılmıştım.
“Hoş bulduk,” dedim kontrollü bir sesle. Bu, maruz kaldığım o korkunç saplantıdan sonra insanlarla ilk yüzleşmemdi. Ve içimdeki ses yükseldi: Asla son değildi.
Benim için boş bırakılan koltuğa oturmak üzere sakin adımlarla ilerledim. Dışarıdan sağlam bir görüntü sergileyebilmek için ne denli dik dursam da içimde bir yerlerde, bulduğu ilk sığınağa saklanmak isteyen, güvensiz bir kız çocuğu varmış gibi hissediyordum. Herkesin bakışları üzerimdeydi. Yönetim Kurulu üyelerinden bazıları, takım elbiseleriyle masaya oturmuşken bazıları, henüz beyaz önlüklerini çıkarmamıştı. Umay Hanım’ın oturduğu yere bakmadan yerime geçerken ben girmeden önce içeride dolaşan uğultunun jilet gibi keskin bir şekilde kesildiğini fark etmiştim.
Pürdikkat beni inceliyorlardı. Yaşadıklarımı hepsinin duyduğunu anlamak için çok da zeki olmama gerek yoktu. Hastane için feci imaj zedeleyici bir olaydı bu. Sessiz kalmamış, bir köşeye sinmemiş, olduğum yere pusmamıştım. Hepsinin saygı duyduğu o yetenekli başhekimlerini, parmaklıkların ardına yollamıştım. Mücadelemi bırakmamış, geriye çekilmemiştim.
Bana neden böyle ifadesiz suratlarla baktıklarını çok iyi biliyordum.
“Öncelikle…”
Yaşlı adam söze başlamak için hafifçe öksürdüğünde omuzlarımı dikleştirdim. Çenem kendiliğinden havaya kalktı, yüz ifadem gerildi. Âdeta savunma mekanizmam, beni korkunç bakışlı bir avuç insandan korumak istercesine kendiliğinden devreye girmişti.
“Yaşadığınız üzücü hadise için hastane yönetimi olarak son derece mahcup olduğumuzu bildirmek istiyoruz,” diye mırıldandı. “Keşke zamanı bir şekilde geriye alabilsek ve hiçbiri yaşanmamış olabilse, Rüzgâr Hanım.”
Buz gibi çıkmasına engel olamadığım bir sesle, “Keşke,” dedim.
Konuşmanın bu kısmı hiç ilgimi çekmiyordu ve belli ki bir süreliğine bu gereksiz hüzün faslını dinlemek zorunda kalacaktım. Bu cümlelere “keşke” ile başlamamak için zamanında çektiğim acıları görmeleri, bana yardım eli uzatmaları gerekiyordu. Ancak sesimi, uzun bir süre hiç kimseye duyuramamıştım.
Bakışlarından anladığım şeyse zaten bunların kimsenin duymak isteyeceği türden şeyler olmadığıydı. Hepsinde sıkıntılı bir yüz ifadesi vardı. Gülmek istedim.
“Başınıza gelenler, sahiden çok talihsiz bir olay silsilesi.”
Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı söze girdiğinde başımı bu defa ondan tarafa çevirdim. Ve daha fazla mâni olamadığım alaycı tebessüm dudaklarımın yukarı kıvrılmasına sebep oldu. Ne demişti o? Talihsiz mi?
“Talihsiz…”
Kelimeyi tekrar ederken zihnimde bir süre dönüp durmasına izin verdim. Takip edilmiştim. Taciz edilmiştim. Ruh hastası bir sapkın tarafından gecelerce uykularım kaçırılmıştı. Yetmemişti… Ona istediği şeyi sunmadığım için darp edilmiştim.
Ölümden dönmüştüm.
Ve karşımdaki herif, rahatça yaslandığı koltuğunda beni süzerken bunların ne denli talihsiz olduğundan söz ediyordu. Yanlış mı anlamıştım?
“Talihsizlik demeyelim. Büyük bir şiddete maruz kaldım ve tacize uğradım. Böyle ifade etmeniz daha doğru olacaktır.”
Kelimelerimin onlara indirdiği balyoz etkisindeki sert darbeleri seyretmek fazlasıyla gülünçtü. Az evvel içerideki bir grup kadın ve adamın suratında gördüğüm sıkıntılı ifade iyice artmıştı. Bununla kalmamış, talihsiz gibi saçma sapan bir kelime sarf eden adam, hafifçe gömleğinin yakasını gevşetip derin bir nefes alma ihtiyacı hissetmişti. Ondan tarafa hiç bakmasam bile Umay Hanım’ın sağ tarafta huzursuzca kıpırdandığını, koltuğuna bir türlü sığamadığını hissediyordum. Ne de olsa bana bunları yaşatan saplantılı herif çok yakın bir dostuydu. Ve şimdi bulunduğu yeri düşünmek hiç de hoş bir manzara anımsatmıyor olmalıydı.
“Biz konuşmamız gereken esas meseleye gelelim.”
Hastane Müdürü İlyas Bey’in sesi ile tekrar ona döndüm. Onların aksine olduğum yerde kıpırdanıp durmuyor, kızarıp bozaran sıkıntılı bir surat ifadesi takınmıyordum. Bana söyleyecekleri hiçbir şey beni utandıramazdı. Onların aksine ben, dikleştirdiğim omuzlarım, yerden kaldırdığım başım, sapasağlam vücudum ve dokunsan elini acıtacak kızgın bir demir kadar sert ruhumla tam karşılarında bekliyordum.
“Biliyorsunuz ki yaşanılanlar hastanemizin itibarı için de fazlasıyla olumsuz bir görüntü oluşmasına sebep oldu…”
Sessiz kaldım. Cümlesini tamamlamasını beklediğim o birkaç saniye, sanki ömrümden giden birkaç yıl gibi geliyordu.
“…bu sebeple bizimle çalıştığınız süreç için minnettarlığımızı ifade edecek uygun bir meblağ ile ödemenizi yapmak istiyoruz.”
Kaşlarım çatıldı. Müdür son sözünü söylerken bedenim donakalmıştı.
“Hastanemizdeki görevinizden istifa etmenizi istiyoruz.”
İlk birkaç saniye nefes almayı unuttuğumu zannettim. Soluğum tekrar ciğerlerime değdiğinde duyduklarımın etkisi bedenimin her zerresinde hissedilmeye başlıyor, beni ardı ardına gelen şok dalgalarıyla sarsıyordu. İnanamıyordum. Az evvel ne demişti bu adam?
“Affedersiniz?” dedim kısılan gözlerim tam karşımdaki müdürün gözlerine sabitlenirken. “Sizi anlayamadım. Ne demek istiyorsunuz?”
“Talebimiz yeterince anlaşılır ve açık.”
Umay Hanım’ın artık kulağa iğrenç gelen sesini duyduğumda hışımla ondan tarafa döndüm. Saçlarını kusursuz bir güzellikle ensesinde toplamış, açık ten renginin daha görünür ve yüz ifadesinin yumuşak bir hâl almasını sağlamıştı. Dudakları hoş bir tebessümle kıvrılmıştı. Oysa melek yüzünün ardında nasıl bir şeytan yattığını çok iyi biliyordum. İşte, şimdi her şey daha anlaşılır olmaya, daha görünür bir renge bürünmeye başlıyordu… Sıkıntılı ruh hâlleri, garip tavırları, korkutucu bakışları…
Odaya adım attığım ilk andan itibaren kovulacağımı bilerek bana hoş geldin demişlerdi. Bunu zaten ben gelmeden önce kararlaştırdıklarını çok iyi biliyordum.
Ve neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyordu. Aklıma, mantığıma, vicdanıma… İşittiklerimi yere göğe sığdıramıyordum.
“Benden işimi bırakmamı mı istiyorsunuz?” diye sordum bir kez daha. Kimseden çıt çıkmıyordu. Fakat müdür, zaten bu konuşmayı yapan kişi olmanın sorumluluğunu üstlenmiş olarak bana çabucak cevap verdi:
“Lütfen bizi yanlış anlamayın, Rüzgâr Hanım. Bugüne dek yaptığınız çalışmalar ve hastanemiz adına verdiğiniz hizmet son derece başarılı, gurur vericiydi. Fakat takdir edersiniz ki böyle bir olaydan sonra sizinle çalışmaya devam etmemiz olayın yankılarını duymamıza sebep olmaya devam edecek. Bu meseleyle anılmak istemiyoruz.”
Başını iki yana sallarken bir eliyle masadaki doktorları gösterdi. “Hiçbir çalışanımız da istemiyor. Aslında işinizi bırakmanızı değil, başarılı meslek hayatınızı, bir başka hastanede sıfırdan başlayarak sürdürmenizi arzu ediyoruz. İnanın, bu sizin için de en iyisi olacaktır. Çünkü burada kaldığınız müddetçe hem hasta yakınları hem hastane personeli… Beraber çalıştığınız doktor arkadaşlarınız bile size artık eskisi gibi bakamayacaklar.”
Kanım donmuştu. Sanki hayati fonksiyonlarımı yitirmek üzereydim. Savaşacağımı biliyordum. Zırhımı kuşandığımı zannederek buraya gelmiştim. Oysa bu kadar gaddar, bu kadar acımasız bir darbeyi ben bile beklemiyordum.
Bu kadar ağırına sahiden hazırlıksız yakalanmıştım.
“Bu kararı vermenizi talep eden tam olarak kimdi?” diye sordum içimdeki yangının dumanları dışarıya tütmesin diye çabalarken. Yüzümde, alaycı bir tebessümden başka hiçbir ifade barınmıyordu. “Umay Hanım mı?”
Başımı tekrar orta yaşlı kadına çevirip aynı tebessümle onu seyrettiğimde meydan okurcasına tek kaşını kaldırdı. Tabii… Ben gelmeden önce insanların zihnini yıkamak için kim bilir, ne çok zaman ayırmıştı. Onları, burada kalmaya devam edersem hastanenin itibarının zedeleneceği gibi bir saçmalığa ikna etmeye uğraşmıştı. Mert denen şerefsizin, hak ettiği cezayı almasını sağladığım için öfkesini bir şekilde çıkarmaya çalışıyordu!
Belli ki başarılı da olmuştu. Ya da en azından o öyle zannediyordu.
“Hayır, Rüzgâr Hanım,” diye araya girdi müdür. Sesinde, yanlış anlaşılmaktan ölesiye korktuğunu belli eden o titrek tını vardı. “Kimse bizden bir şey talep etmedi. Biz Yönetim Kurulu olarak bu kararı iyice tartışıp…”
“Bu hanımefendi ne zamandır Yönetim Kurulunda?”
Sorumla beraber şaşkınlıkla susmak zorunda kaldıkları sırada, buradaki işimin uzun sürmeyeceğini anlamış olarak az evvel oturduğum sandalyeden ayağa kalkıyordum. Çantamı aldım ve sakince omzuma taktım.
“Karşınızda düşünme yetisini kaybetmiş bir zavallı yok. Umay Hanım’ın hiçbir yetkinliği olmadığı hâlde burada bulunması her şeyi açıklıyor.”
Müdür, söyleyecek söz bulamazken ben, zaferin ateşini hissetmeye başlayarak gülümsüyordum. Rüzgâr Ulu’yu yeterince iyi tanımamışlardı.
O hâlde tanıştıracaktım.
“Buradan çıkacağım. İstediğiniz şeyi yapacak, burada daha fazla çalışmayacağım.”
Yaşlı müdürün suratındaki anlık rahatlamaya şahit olurken artık arasında bulunduğum bu insan grubundan tamamen tiksiniyordum. Ona bu hazzı yaşaması için fazla zaman tanımadım. O beni, çantasını çaresizce omzuna asmış ve ayakta bekleyen, yenildiğini zannettikleri asistan kızı seyrederken ben, keyifle ileriye doğru bir adım attım.
Elimi masaya koydum, karşımdaki sandalyede oturan adama doğru eğildim.
“Sonra ne yapacağım, biliyor musunuz?”
Yüzündeki rahat ifadenin silindiğini gördüm. Gerilmişti. Dudaklarım usulca kıvrıldı, başımı salladığımda bir tutam saçım omzumdan aşağı doğru usulca kayıp yüzüme düştü.
“Avukatıma gideceğim. Bana uyguladığınız bu baskıyı, az evvel kurduğunuz hadsiz ve çirkin cümleleri olduğu gibi aktaracağım. Haksızca işten çıkarıldığım için sahip olduğum bütün yasal hakları kullanacağım. Gerekirse tepenizdeki çatıya kadar söke söke alacağım.”
Adamın suratı gerilirken içeriye derin bir sessizlik çöktü. Tebessüm eşliğinde cümleme devam ettim: “Yetecek mi? Asla.”
“Rüzgâr Hanım… Bir dakika. Ortada bir yanlış anlaşılma olmalı.”
Sağımdaki müdür yardımcısının konuşmasına izin vermedim. “Sus! Ben sizi dinledim. Siz de beni dinleyeceksiniz!”
Adam, öfkem karşısında çenesini kapatmak zorunda kaldığında içeriye bir kez daha ölüm sessizliği çöktü. Sadece nefes alış verişimi duyuyordum. Yeniden müdüre döndüm. Adamın suratı kıpkırmızı olmuştu.
“Sonra doğruca medya kuruluşlarına gideceğim. Hastanenizin adını, böyle büyük ve tanınmış bir kurumu ifşa ederek beni nasıl kovduğunuzu anlatacağım. Böyle bir şey yapmanızı beklemeyen kim varsa, hizmet ettiğiniz en ufak kesime kadar bu haberin ulaşmasını sağlayacağım. Yaşadığım dehşet verici tacizi anlattığımda bunun haber değeriyle ilgilenecek birçok köşe yazarı tanıyorum. Bitti mi?”
Başımı iki yana sallayıp gülümsedim. “Bitmedi. Tacizciyi destekleyen bu tutumunuzun, mağduru utanç kaynağı olarak gösteren bu davranışınızın, rakip olarak gördüğünüz bütün kuruluşlara bizzat ulaştığından emin olacağım. Bu iğrenç tutumunuzu herkese haykıracağım. Bir hafta sonra gazetelerden tutun, televizyon haberlerine dek her yeri sizin adınız ve çok sevdiğiniz hastanenizin manzarası kaplayacak!”
Yavaşça geriye çekilirken masadan uzaklaştım. Derin bir nefes verdiğimde kendimi hafiflemiş hissediyordum. Karşımdaki suratı kıpkırmızı olmuş müdüre baktığımda her an baygınlık geçirecek gibi duruyordu. Hayal ettiğini biliyordum. Anlattığım korkunç senaryoyu zihninde canlandırıyordu.
“Ben düştüğüm yerden kalkmayı, daha sağlam ayakta kalmayı çoktan öğrendim.”
Gülümsedim ve son sözümü söyledim: “Ama sizi öyle dibe çekeceğim ki yalvarsanız da oradan bir daha çıkamayacaksınız. İtibar ne demekmiş, nasıl zedelenirmiş, seyredip görelim o hâlde.”
“Lütfen!”
Müdür yardımcısı aniden ayaklandığında paniğe kapılmış görünüyordu. Müdürün nutku tutulmuş, verecek hiçbir yanıtı kalmamıştı. Ancak ona kıyasla daha uyanık olan diğer Yönetim Kurulu üyeleri çoktan telaşa kapılmışlardı. Umay Hanım’ın, başını ellerinin arasına alıp şakaklarını ovaladığını gördüm.
“Durun, Rüzgâr Hanım. Fevri olmayalım. Belli ki biz yanlış bir karar vermek üzereydik…”
“Çoktan verdiniz,” derken sesim buz gibiydi.
“Bu olayı basına yansıtmaya hiç gerek yok. Kendi aramızda halledebileceğimizi düşünüyordum. Bir dakika izin verin, lütfen…”
Umay Hanım, utanmazca araya girdi. “Ödeme yapacağımız meblağ yetersiz mi geldi? Eğer istersen sana iki katı…”
“Umay Hanım!”
Şimdi yaşlı müdür de telaşla ayağa fırlamış, hastanedeki en kıymetli doktorlarından biri olan bu kadına alenen bağırıyordu. Onun kalbinin nasıl saf kötülükle kaplandığını bildiğim için bana para teklif etmesine artık şaşırmıyordum. Ancak içerideki diğer insanlar, sanki onların kapatma tuşuna basmışım ve gerçek hayata uyanmalarını sağlamışım gibi paniğe kapılmışlardı.
Âdeta ayaklarıma kapanmak üzereydiler. “Biz çok ani bir karar verdik. Bunu oturup çok daha iyi düşünmemiz gerekirdi. Lütfen, siz de bizim yaptığımız yanlışı yapıp işinizi bırakmaya kalkışmayın. Medyaya bunu duyurmaya asla gerek yok. Hemen sorunu halledeceğiz.”
Kendine yeni yeni gelebilen ve panikle bana açıklama yapan müdüre baktım. Hastanesinin adının nasıl karalanacağını dakikalar aktıkça daha iyi anlıyor gibiydi. Yüzünde giderek büyüyen dehşeti seyrediyordum. Ve bu, dayanılmaz bir haz veriyordu.
“Olmaz,” diye başımı iki yana salladım. “Artık burada çalışamam. Sizin de ifade ettiğiniz gibi hastane personelinden çalıştığım doktorlara kadar…” Esefle başımı iki yana sallarken üzülmüş gibi yapıyordum. “…herkes hakkımda konuşacak.”
“Buna müsaade etmeyiz.”
Müdür yardımcısı bir kez daha uyanıklık yapıp araya girdiğinde diğer üyelerin de sesleri yükselmeye başlamıştı. Hepsinin itibarı zedelenecekti. Adlarını bir şekilde duyuracağımı, hiçbirinin yanına bırakmayacak kadar kuvvetli bir hafızaya sahip olduğumu kararlı bakışlarımdan anlamışlardı.
O yüzden suratları, bana her an ağlayacakmış gibi bakıyordu. Sahiden bu kadarına kalkışacağımı daha önce düşünememişler miydi? Hayat, bu korkak insanlar için fazlasıyla zor ve acınasıydı.
Ben onlardan biri değildim. Olmayacaktım da. Karanlığa cesurca adım atandım. Korkularını parçalayandım. Yitirdiği her şeyin, kaybettiklerinin üzerine gidendim.
Ben hiçbir zaman kaçan değildim. Olmayacaktım.
“Siz, hemen bugün işinizin başına geçebilirsiniz. Sizin gibi sağlam duruşlu bir asistanla çalışmak bize her zaman gurur verdi. Vermeye de devam edecek.”
Müdürün sözleriyle ben gözlerimi kıstığımda Umay Hanım’ın ayaklandığını, itiraz etmeye yeltendiğini gördüm. “Müdür Bey… Fakat bizim sizinle konuştuğumuz…”
“Yeter, Umay Hanım! Sözü yöneticilere bırakın.”
Uzman doktor karşımda bir kez daha azarlandığında neredeyse zevkten dört köşe olmuştum. Sırıtma isteğimi güç bela bastırırken biraz daha yalvarmalarını seyretme düşüncesi, büyük bir hoşnutluk yaratıyordu.
“Rüzgâr Hanım, içiniz rahat olsun. Biz derhâl bir toplantı düzenleyecek ve son derece hassas olduğumuz bu olayla ilgili gereken açıklamayı bütün hastane çalışanlarına yapacağız. Bu konuyla alakalı en ufak bir duyum alırsanız gereken kişilere ikinci kez uyarı yapılacak, gerekirse disiplin kurulu toplanacaktır.”
“Ben çıkıyorum.”
Umay Hanım apar topar odadan çıkarken kaçar gibi bir hâli vardı. Nasıl bir utanç duyduğunu tahmin edebiliyordum. Ve bu, bana biraz bile üzüntü vermiyordu.
Çarparak beni yıkabileceğini düşünen herkesi, sadece ayakta durarak parçalamıştım. Yine ve yeniden.
“Fikriniz çok çabuk değişmiş görünüyor,” diye mırıldandım dudaklarım neredeyse ukala sayılacak bir tebessümle kıvrılırken.
Karşımda benden çok daha yüksek mevkilere sahip olan bir grup insan, gözümde yerin dibindeydi. Müdür utançla başını salladı. “Siz bizim kusurumuza bakmayın.”
“Yok canım,” diye elimi salladım. “Ne bakacağım? Alt tarafı başhekiminiz tarafından aylarca taciz edildim, takip edildim, darp edildim.” Sesim giderek yükselirken müdüre doğru bir adım atıp kulağımın üstünü kapatan saçlarımı hışımla geriye çektim, elimdeki yara izini adama gösterdim. “Alt tarafı aşkına karşılık vermeyeceğimi fark edince beni dövdü. Ben de ucuz kurtuldum…”
İçeride korkunç bir sessizlik hüküm sürerken suratları bir kez daha kıpkırmızı olmuştu. Geri çekilip saçlarımı, ceketimin yakasını düzelttim. “Siz de yaşadıklarıma rağmen beni hatalı bulup işten kovmaya çalıştınız. Ne kusuru, hiç sorun yok!”
Tiksinen bakışlarım hepsinin üzerinde birkaç saniye gezindikten sonra omuz silktim. “Olur böyle şeyler.”
“Rüzgâr Hanım…” diye araya girdi bir başka kadın doktor.
Elimi kaldırıp onu susturdum. Herhâlde vicdana gelmiş olacaktı. Hayatımdaki insanların, beni paramparça edip sonra kırıklarım ruhuma batarken özür dilemek gibi kötü huyları vardı. Bu, nedense hiç şaşmıyordu.
“Konuşmayın,” dedim buz gibi bir sesle. “Az evvel şuradaki bir yığın adama karşı beni savunmadıysanız, yaşadığım şiddet hakkında bir daha hiç konuşmayın.”
Kadın çenesini kapatmak zorunda kaldığında müdür yardımcısı, gergin bir tavırla kravatını gevşetmeye çalışıyordu. Onların işittikçe boğulur gibi hissettikleri bu ürkütücü şeyi aylarca yaşamıştım. Neden bunları konuşmak hiç kimsenin işine gelmiyordu?
Şiddete boyun eğmemek cesurların işiydi. Güçsüz olanı savunmak, masumu korumak, kalbi siyaha boyananların değil; orada gerçekten yürek taşıyabilenlerin yapabileceği bir şeydi. Merhamet insanlara sonradan aşılanamazdı, iyi bir insan olmak kimseye öğretilemezdi.
Bu biraz da yaşamında ne olmak istediğinle ilgiliydi. Kim olmak istediğinle ilgiliydi. Ne için nefes aldığınla, neyi duyup görmek istediğinle…
Ve bu insanlar benim gibileri görmek istemiyordu. Bu, açık ve netti. Tek dertleri ceplerine üç kuruş para koymak, sessiz sakin yaşayıp gitmekti. Gözümde bir bitkiden farkları yoktu.
“İzninizle işime dönmek istiyorum,” dedim saygısızlık yapmamak için kendimle savaşırken. Direnecektim. Bende ne çok kötülük arasalar da onlara bahçemdeki çiçekleri gösterecektim.
Bu insanların kurumuş kalplerine, nasıl erdemli bir insan olunabileceğini öğretecektim. Ve hepsi çıtını çıkaramadan beni seyredecekti.
Tıpkı az önceki gibi.
“Tabii,” diye alelacele yanıtladı müdür. “Görevinize yeniden hoş geldiniz.”
Cevap vermeden sakin adımlarla odadan çıkarken ellerimin titrediğini onlardan saklayabilmek için ceketimin yakasını düzeltir gibi yapmak zorunda kaldım. Çabucak dışarı çıktığımda kendimi koridora nasıl atabildiğimi bilmiyordum.
Zor olacağını söylemişlerdi. Zor olacağını biliyordum da. Ancak ilk günden bu kadar ağırını yaşamak, ne olursa olsun kırılmasına izin vermediğim umudumu sarsmıştı.
“Hayır, Rüzgâr,” diye fısıldadım saçlarımı boynumdan geriye atıp nefes alabileceğim bir alan yaratmak isterken. Hafifçe şakaklarımı ovaladım. “Hayır, Rüzgâr. Yapacaksın. Ne derlerse desinler, geri adım atmayacaksın.”
Titreyen dudaklarımı birbirine bastırıp derin bir nefes verdim. “Sen utanılacak bir şey yapmadın. Onlar kimi haklı görürlerse görsünler… Kendini biliyorsun. Sevdiklerin seni tanıyor.”
Buydu. İşte, bütün olay bu kadardı. Bunu bilmek, kendimden emin olmak, boşa kürek çektiğim bir gemide dermansız kalan kollarıma hiç ummadığım anda kuvvet veren bir histi. Benim derdim başkalarına kendimi ispatlamak değildi.
Ben kendimi yargının önünde ispatlamıştım. Bütün dünyayı kendime inandıramazdım, bunun için kendimi yoramazdım. Kulaklarımı kapatmak çok zor olacaktı, farkındaydım ancak artık bununla yaşamayı öğrenmem gerekiyordu.
“Er ya da geç savaşımı duyacaksınız,” diye fısıldadım koridorun sonuna yaklaşırken. Çenemi dikleştirdim, yürürken göz göze geldiğim herkesin gözlerine teker teker baktım. “Ve ben, o gün sizinle ateşkes yapmayacağım.”
Asistan odasına inen basamakları geride bırakırken nefesim hızlandı. Yüzleşmenin en büyüğü belki de az sonra gerçekleşecekti. Artık bir şeyler hakkında çok da erken karar vermemem gerektiğini öğrenmiş sayılırdım.
Odanın kapısını usulca elimle itip bir süre öylece dikildiğimde içimden kendime sakin kalmayı tembihliyordum. Yapabilirdim.
Kalabalık odada korkunç bir sessizlik baş gösterdi. Az evvel oradan oraya koşturan birçok asistan, kapının girişindeki bedenimi gördükleri anda oldukları yere çakılmış gibi kalmışlardı. Herkes hareketsizce suratıma bakarken ben, bir kez daha sorgu dolu bu bakışlara tahammül etmeye çalışıyordum. Bir yanım kendini bir yerlere kapatmak, yüzünü saklamak ve saatlerce, “Artık suçlu benmişim gibi bakmayın!” diye haykırmak istiyordu.
Diğer yanım dimdikti. Ağlayamazdı. Yüz ifadesinde en ufak bir kıpırtı olamazdı. Sert bakışlarıyla kendisini süzen bu insanlara karşılık veriyor, hadlerini bildirmek için fırsat kolluyordu.
O yanıma tutundum.
Ona tutunmak zorunda kaldım.
“Rüzgâr?”
Duyduğum ilk ses Burak’a aitti. Oda öylesine kalabalıktı ki buraya gelemediğim zamanda fazlaca değişiklik yapıldığını, farklı bölümlerden asistanların geldiğini anladım. Birçok yüz bana yabancıydı.
Ancak aralarında bazıları vardı ki keşke onlar en yabancı olduklarım olsaydı…
Keşke onları hiç tanımamış olsaydım.
Burcu, elindeki dosyalarla öylece karşımda dikiliyor, gördüğü şeyi algılamaya çalışıyordu. Bakışlarım gözlerine sabitlendi. Burada olduğumu bir an evvel kavrasa iyi olurdu çünkü benim gitmeye hiç niyetim yoktu. Aksine kalacak, hayatımı mahvetmeye adadığı bu bakışlarından intikamımı alacaktım.
Onu mahvedeceğimi anlamış gibi şaşkındı.
“Merhaba,” diye gülümsedim. “Beni özlediğinizi duydum.”
İçeride çıt çıkmıyordu. Bir ara gözüm Elvan’a ilişti. Burcu’ya ait olan masaya oturmuş, dehşete düşmüşçesine beni izliyordu. Sözlerimle öksürmeye başladı, ardından çabucak önüne döndü. Onun neden bu kadar panik olduğunu anlayamıyordum ancak şu karşımdaki manzara, fazla da açıklamaya hacet bırakmıyordu.
Savaşacağım insan sayısı bir değildi. Koca bir güruhtu.
“Beklemiyorduk seni,” dedi Burak şaşkınlığını üzerinden atamamış bir hâlde bana doğru iki adım atarken. Eski samimiyeti yoktu; gözlerinde, çok çok uzaklarda başka bir anlam vardı. Bana yaklaşamıyor ancak geri de durmuyordu.
Bunu iyi bilirdim.
Şüpheydi. Şüphenin ta kendisiydi.
“Bu kız…”
Birinin fısıldadığını duydum. Bakışlarım usulca asistan odasının en ücra köşesindeki dolapların arkasına doğru kaydığında bir başka asistanın az önce konuşan kızı susturduğunu gördüm. Eğilip bir şeyler mırıldandı ancak tahmin edebildiğim cümlelerdi.
Asistan kız. Rüzgâr Ulu. Başhekimle birlikte olmak isteyip reddedildiğinde onun meslek hayatını bitirmeye karar verdi. Başardı. Adamın hayatını mahvetti. Şimdi burada. Hâlâ hangi yüzle gelebiliyor? Şu dik duruşuna bir bak. Hiçbir şey yaşanmamış gibi…
Belki de bazen bakışların da sesi olurdu. Keşke bazılarına sağır olabilseydim.
“Beklemiyordunuz, evet…” diye tebessüm ettim Burak’a. “Ama buradayım.”
“Hoş geldin,” dedi çabucak toparlanıp. Ardından otuz iki diş sırıttı. Şimdilik bunun samimi olup olmadığına karar veremiyordum. Yoluma çıkan herkesi ezeceğimi haykıran bakışlarımdan mı ürkmüştü? İftiracı zannettikleri bu genç kadın onları da mahveder diye mi korkuyorlardı? Yoksa sadece yanımda mıydı?
Bilmiyordum. Ve kolayca bilemeyecektim.
“Sağ ol, Burak,” diye tebessüm ettim en azından diğerlerine kıyasla daha insancıl olan bakışlarına karşılık. “Hoş buldum.”
Oysa bu, büyük bir yalandı. Bulduğum tek şey daha fazla acımasızlıktı.
“Bu bölümde mi devam edeceksin?” diye sordu yanındaki genç çocuk. Adının Çağatay olduğunu ve işler korkunç noktaya sürüklenmeden önce onunla birkaç kez konuştuğumuzu hatırladım. Sesinde gerçek bir merak vardı. Fakat onların aksine benim merak ettiğim şey, yıllarımı verdiğim mesleğimden kopabileceğimi nasıl düşünebildikleriydi. Bir insandan, onca emeğini çöpe atmasını istemek bu kadar kolay mıydı? Keşke olmasaydı.
Keşke insanlar, bir başkasının hayatı hakkında fikir beyan ederken bunun kendilerini ilgilendirip ilgilendirmediğini bir düşünseydi, belki o zaman hayat çok daha farklı olurdu.
Sorusuyla beraber kafalarındaki birçok soru işaretini giderme fırsatı yakaladım.
“Evet. Kaldığım yerden devam edeceğim. Görevimi ya da hayatımdaki herhangi bir şeyi değiştirmem için sebep yok. Nerede bıraktıysam, oradan yakalayacağım.”
Onlar sessizce beni dinlerken ortamı biraz yumuşatmak adına göz kırptım. “Yani bundan sonra size kolay kolay ameliyat yok.”
Burak hafifçe güldüğünde diğerleri de eski hâllerine dönmeye başlamışlardı. En azından kaldığım yerden devam edeceğimi duymak onlara büyük bir anlam ifade etmiş olmalıydı. Herkesin yarım bıraktığı işiyle ilgilenmeye döndüğünü fark ettim.
Bu, beni biraz olsun rahatlatmıştı.
“Senin için bir şey değişmemiş olabilir. Ancak burada çok fazla şey değişti.”
Burcu’nun çirkin sesinin olaya nerede dahil olacağını merak eden yanım, nihayet cevabını almıştı. Bakışlarımı tehlikeli bir yavaşlıkla onun yüzüne çevirdim.
Şeytanın kendisinden bile tehlikeliydi.
“Yani bize ameliyat bırakmayacağın bir ortamda değilsin, tabii rüyalarında görürsen o ayrı.”
Pişkince dudaklarını kıvırdığında bütün bedenimle ona döndüm. Dudaklarım kendinden emin bir tebessüme ev sahipliği yaptığında sözlerimin onda yaratacağı etkiyi görmek için sabırsızdım.
“Rüyaların bazen gerçek olduğunu sen ispatlamadın mı, Burcu? Bak, yokluğumda kendine mükemmel fırsatlar yaratmışa benziyorsun. Oysa beni alt edemedikçe hastane köşelerinde ağlayan, adı unutulmuş bir asistandın.”
Gülümserken başımı salladım. “Eğer dost olsaydık, omzunu okşar ve kıskançlığının seni getirdiği konum için tebrik ederdim. Neyse ki değiliz ve sana dokunmak zorunda kalmıyorum.”
Az evvel içeride usul usul yükselen uğultu, keskin bir jilet misali olan sözlerimle bir kez daha kesildiğinde Burcu öylece suratıma bakıyordu. Niyetim burada, ayaküstü kavga etmek falan değildi. Hatta kendimi, sırf bu yüzden defalarca otokontrol sağlamak konusunda tembihlemiştim.
Onun oyununa gelmeyecektim.
“Sen nasıl bir insansın?” diye gözlerini kıstı öfkeyle. Onunla ilgili söylediğim her şey canını acıtacak kadar doğru olduğu için konuyu benim üzerimden söylediği yalanlara getirmeye çalışıyordu. Neyse ki bunu anlayacak kadar zeki bir insandım ve oltaya gelmedim.
Tek kaşım havalandı. “Nasıl bir insanmışım? Anlatsana biraz.”
“Hiç…” dedi dudaklarını birbirine sımsıkı bastırıp. “Hiç utanman yok mu sahiden?”
Ona sırıttım. “Sende var mı?”
“Çok korkunç birisin!” dedi karşımda âdeta şov yaparak. Demek bu teatral havasıyla, yokluğumda herkese kendini seyrettirebilmeyi, dinletmeyi başarmıştı.
“Yaptıklarından sonra buraya gelebilecek kadar umursamazsın!” dedi.
Asistan odasının ortasına yürürken göz ucuyla dolaplara bakıyordum. Kişisel eşyalarımı bırakacağım ufak dolabımı gördüğümde nedensiz bir mutluluk içimi kapladı.
Bazı şeylerin değişmemiş olması, bıraktığım gibi kalması güzeldi.
“Hâlâ karşımıza çıkabiliyorsun!”
Burcu arkamdan bir şeyler söylemeye devam ederken dolabımı açıp sakin bir tavırla eşyalarımı yerleştiriyordum. Onun bana bu kadar ağır laflar etmesine rağmen benim ona sırtımı dönmüş bir şekilde işlerimi hallediyor olmam birçok asistanın suratında şaşkın bir ifadeye sebep olmuştu.
Bana merakla bakan bir kıza sırıttım. “Bana yetişemeyeceğini fark ettiği her seferde böyle yükselir.”
Kızın dudakları, kararsızlıkla titredikten birkaç saniye sonra engel olamadığı bir tebessümle kıvrıldı. Yokluğumda Burcu hükümdarlığını ilan etmiş olabilirdi ancak ben terk etmek zorunda kaldığım hastanemde dürüstlük ve adaleti yeniden canlandırmak için heyecanlıydım.
Beni tutabileni tebrik edecektim.
“Bir de duymuyormuş gibi yapıyor!” diye bağırdı yeniden. Adım seslerini işittim, herkes pürdikkat bizi seyrederken Burcu’nun hırçın nefesleri hemen arkamdan duyuluyordu.
“İstediğin kadar duyma, görme, kaç…” diye fısıldadı. “Buradaki herkes, her şeyin farkında. Bizi öyle kolay kandıramayacaksın. Buna izin vermeyeceğim.”
Tehlikeli bir yavaşlıkla ona döndüm. İşini elinden alacak olmam ve eski Rüzgâr’ın geri dönüyor olabilme ihtimali onu delirtmişti.
“Senden izin istediğimi mi zannediyorsun?” diye sordum başımı omzuma doğru yatırıp hesap sorarcasına bakarken. Göğsü, öfkeyle aldığı nefesler yüzünden hızla inip kalkıyordu; özenle topladığı saçları dağılmıştı. Ona doğru bir adım atıp daha uzun olan boyum yüzünden başını yukarı kaldırmasına sebep oldum.
“Ben kendimi ispatlamam gereken yerde, en iyi şekilde ispatladım. Sence senin inancına ihtiyacım var mı? Ya da buradaki uyduruk birkaç insanın? Bu yolun başında yalnızdım.”
Bakışlarım bir anlığına sessizliğini koruyan Elvan’a değdiğinde ona yalnızca acıyordum.
“Bu yolun sonunda da yalnızım,” dedim tok bir sesle. “İstediğinize inanmakta özgürsünüz. Ancak gün gelip doğruları anladığınızda benden af dilerseniz…” Sesim usulca kısıldığında Burcu’ya kararmış bakışlarımı diktim. “O gün karşınızda bugünkü kadar vicdanlı kalmayacağım. Bedeli neyse tek tek ödeteceğim.”
İçeriye ölüm sessizliği çökerken donmuş gibi hareketsizce beni seyreden Burcu’ya başımı salladım. “Canım pahasına bile olsa.”
“Sen…” diye kekeledi. Bu çıkışımı beklemiyordu. “Sen bizi alenen…”
“Seni alenen uyarıyorum, Burcu,” dedim sert bir sesle. “Bana dokunursan seni yakmaktan bir an bile korkmam. Tıpkı savunduğun o tacizci adamı hak ettiği yere gönderdiğim gibi…”
Başımı iki yana sallarken gülümsüyordum. Bir adım geriledim. “Sana da hakkını vermekten çekinmem. İnan bana, Rüzgâr Ulu’nun o yüzüyle tanışmayı istemezsin.”
Başımı dikleştirdim. Soluğunu tutmuş, beni seyreden asistanların büyük odasında gözlerimi gezdirdim.
Ve son cümlemi söyledim: “Hiçbiriniz istemezsiniz.”
Korkunç sessizliği, anons yapılacağını belli eden hoparlör cızırtısı bozduğunda insanlar büyülü bir filmin en heyecanlı sahnesinden kopmuş gibi irkilerek uyandılar. Burcu bana cevap veremeden hastane yönetiminin bütün katlara yaptığı duyuru kulaklarda çınladı.
(…)