İki düşman aile, iki düşman ülke:Zirakov ve Senteria.
Şimdiyse savaşın kazananı belli olmak üzere. Zirakov ülkesinin Kraliçesi Irina, bu savaşın kazananı olmak için kimsenin beklemediği bir hamle yaparak kızı Kitana’yı casus olarak Senteria’ya gönderir. Amacı Kitana’nın ülkeyi içten parçalamasını sağlamaktır. Fakat Senteria Kralı Estes, Kitana’yı; veliaht olarak görülen oğlu Vincent’le evlendirmeye karar verince Zirakov Prensesi’nin planları altüst olur.Böylece Kitana bir anda kendini kanlı bir taht oyununun ortasında bulur.
Dilara Keskin Kaybolmuş Ruhlar Sarayı I:Kraliçenin Kızı ile okurları hem tarihsel hem de mistik bir yolculuğa çıkarıyor. Kaybettiğimizi sandığımız duygular; aşk, öfke ve ihanet üçgeninde yeni anlamlar kazanıyor.
*
BÖLÜM BİR: “ÖLÜME YOLCULUK”
Bölüm Şarkısı: Sarah Hester – Savage Daughter
Kitana
Şeytanın yeryüzündeki yansıması olduğumu çok duymuş; her seferinde bu huyumu yaşayan en tehlikeli kadından, annemden aldığımı söyleyerek gururlanmıştım. Pervasızdım, korkusuzdum. Düşmanlarımın asla öngöremeyeceği şeyleri yapabilecek kadar gözü karaydım. Fakat şu an yaptığımı ne annem Irina ne de beni cesaretimden vurmaya çalışan ağabeyim Arlo yapabilirdi.
Sonu başından belli olan bir yolculuğa çıkmıştım, varış noktası ölüm olan bir yolculuğa… Hayatta kalmam, tüm ailemi yok etmek isteyen Senteria ülkesinin hükümdarına, yani Kral Estes’in isteğine bağlıydı.
Sadece Üç Hafta Önce
Büyük, kahverengi sofranın bir ucunda annem Irina, diğer ucunda babam Leroy oturuyordu. Masa yiyeceklerle dolup taşmıştı, sadece baksanız bile doyabilirdiniz. Pahalı olduğu her hâlinden belli olan şamdanlar masamızı süslüyor, altın işlemeli tabaklar ışıl ışıl parıldıyordu. Ablam Lena sadece beş dakika beklememize rağmen sıkılmış olacak ki kâsedeki elmalardan birine uzandı fakat annemin sert bakışıyla elmayı dudaklarını büzerek yerine bırakmak zorunda kaldı. Moralinin bozulmasına keyiflenmiştim. Hislerimi gizlemeyerek gözlerinin içine baktım ve sinir bozucu bir şekilde gülümsedim. Bana öyle bir baktı ki elinde olsa beni öldürürdü. Aptal!
En küçük kardeşim Armin içeri girerek dikkatimizi dağıttı. Sevgili kardeşim herkese tek tek baktıktan sonra hafifçe öne eğilerek saygıyla selam verdi. “Kralım, kraliçem,” dedi. “Bağışlayın, kitap okurken zamanın nasıl geçtiğini anlayamamışım.”
Ardından sofradaki yerine, sol tarafımdaki sandalyeye oturdu. Annem iki elini açarak yemeğe başlamamızı işaret edince derin bir nefes alarak yiyeceklere yumulduk.
Bir dakika geçmeden Arlo, yüzünde sinsi bir sırıtışla Armin’e bakarak sordu: “Bu kadar okuyup, plan yapıp ne yapacaksın, sevgili kardeşim? Yoksa kraliçe annemizi tahtından etmek gibi bir derdin mi var?”
Annemin yanında böyle bir şey söylemesi hepimizi şoka uğratmıştı. Arlo’yla kafa yapısı en çok uyuşan Lena bile hayret içinde Arlo’ya bakıyordu. İçimdeki şaşkınlık yerini patlamak üzere olan bir öfke volkanına bıraktı.
“En azından birimiz hükümdar annemize layık olmak için uğraşıyor, sevgili kardeşim,” dedim. Onun gibi sahte bir sevecenlikle konuştuğum için midem bulanmıştı. “Ya bazılarımız gibi cahil kalsaydı?”
Armin henüz on dokuz yaşındaydı. Rengini annemden alan kızıl saçları ve yine anneminkilere benzeyen büyük, mavi gözleriyle bir çocuğu anımsatıyordu. Bu yüzden onu korumaktan kendimi alamıyordum.
Lena tek kaşını kaldırdı. “Kitana,” dedi bana bakıp. “Cesaretiyle övünen sen, kimden bahsettiğini gizleyecek kadar korkak mısın?”
Armin kıkırdadı. Onun gülmesi Lena’yı iyice zıvanadan çıkardı. “Komik olan ne?”
“Cahil denince kendine söylendiğini düşünmen ve karşılık vermen.”
“Yeter!” Annemin gür sesi yemek salonunda yankılanırken korkudan titreyerek sessizliğe gömüldük. Bir süre sessizce bizi izledi ki Irina Zirakov’u tanıyan herkes sessizliğin çığlıklardan daha kötü anlamlar taşıdığını bilirdi. Tartışmayı sonlandırdığımızdan emin olunca yemeğine geri döndü. Onun yemeğine devam etmesiyle biz de tabaklarımıza odaklandık. Sesli bir şekilde nefes alacak cesaretim bile yoktu.
Sessiz dakikalar birbirini kovalarken kafamı kaldırıp anneme baktım. Kızıl saçları beline kadar uzanıyor, mavi gözlerinden alevler çıkıyordu. Henüz elli üç yaşındaydı ama o kadar güzeldi ve genç gösteriyordu ki yirmilik erkeklerin başını döndürebilirdi. Şu an yaşadığımız ülke olan Zirakov ülkesinin hükümdarıydı. Zirakov, aynı zamanda hepimizin soyadıydı. Hanedan üyeleri yaşadığı ülkenin soyadını da isimlerine kazırdı. Bu soy ismini sadece kraliyet üyeleri kullanabilirdi. Halktan birinin bu ismi kullanması şöyle dursun, şakasını bile yapması canına mâl olabilirdi.
Bakışlarım babam Leroy’a çevrildi. Zirakov ülkesinin veziriydi. Annemden sonra sözü geçen ikinci kişi oydu. Kahverengi saçları özenle taranmıştı. Aynı renk gözleri benimle buluşunca dudaklarında bir tebessüm belirdi. Aynı şekilde gülümsedim. Anneme kıyasla çok pasif bir adamdı. Çoğu zaman annemin sözünün üstüne söz söylemek şöyle dursun, fikri sorulduğunda bile beyan etmekten kaçınırdı. Bazen ona üzülürdüm. Sürekli diken üstünde olması gereken bir evlilik yaşaması gerekiyordu. Dürüst olalım, kim Irina’yla evlenmek isterdi ki? Ona acıyordum.
Bakışlarım bu sefer ağabeyim Arlo’ya kaydı. Yirmi beş yaşındaydı. Kızıl-kahve saçları ve kahverengi gözleriyle inanılmaz derecede yakışıklı görünüyordu, o da bunun farkındaydı. Bazen yanına koruma almadan, ucuz kıyafetlerle halk arasına karışır, tatlı dilini kullanarak kadınları tuzağına çekerdi. Bunu yaptıktan sonra da takdir beklerdi. Bak, derdi. Bir Zirakov olduğumu gizlememe rağmen kadınlar yatağıma girmek için can atıyor. Canı sıkılan birkaç kadının oyuncağı olmak… Ne büyük başarı ama!
Bakışlarım hemen onun yanında oturan yirmi dört yaşındaki ablam Lena’ya kaydı. Gözlerim onun mavi gözleriyle buluşur buluşmaz tek kaşını kaldırdı. Koyu kahverengi saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. Güzelliği dillere destandı. Zirakov’un bütün erkekleri onun peşinde koşardı ve o da bu zavallı erkeklerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya bayılırdı.
Lena’yı tahminimden uzun süre inceleyince Armin dirseğiyle hafifçe karnıma vurdu. Hemen kendimi toparlayıp bakışlarımı kaçırdım. Armin henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen şüphesiz ki içimizdeki en cana yakın, bilgili ve kültürlü Zirakov’du. Okumayı çok severdi. Arlo ve Lena’yla pek anlaşamadığı için sık sık odasına kapanır ya da benim odama gelirdi. Onunla sohbet etmeye bayılırdım. Bana tanrılardan, tarihten ve coğrafyadan bahsederdi. Onu dinlemek masal gibi gelirdi.
Ve bir de ben vardım; Kitana Zirakov. Yirmi bir yaşımdaydım, ailenin üçüncü ve Irina’ya en çok benzeyen çocuğuydum. Sadece uzun, kızıl saçlarım ve mavi gözlerimle değil; karakter olarak da onun aynısıydım. Hepimizi eğiten annem bende bir ışık görmüş, daha çok üstüme düşmüştü. Arlo ve Lena belki de bu yüzden çocukluğumdan beri benden nefret ediyordu. Neticede hepimiz birer taht vârisiydik ve hükümdarın içimizden birine daha ılımlı davranması birçok anlam barındırıyordu.
Yüzlerce yıla uzanan imparatorluk tarihinde genelde en büyük çocuk tahta çıkmıştır. Genelde. Bazen hükümdarlar çocuklarının durumunu analiz eder ve tüm halka kendisinden sonra hükümdar olacak olan çocuğunu duyururdu. O saatten sonra hiçbir vâris bu bildiriyi çiğnemeye cesaret edemezdi. Ederse bu, isyan ve ölüm getirirdi. İsyankâr prens ve prensesler halkın gözünden düşerdi. Eh, hangi halk bir hükümdarın sözünü çiğneyen kanun tanımaz bir zavallının kendisini yönetmesini isterdi ki?
İşte, kardeşlerim bundan korkuyorlardı, benden korkuyorlardı. Benzer şeyleri zaman zaman ben de aklımdan geçiriyordum. Kanunlarımızda tahta çıkan çocuğun kardeşlerini katletmesiyle ilgili bir hüküm yoktu. Ancak kimse kral ve kraliçenin sözünü çiğnemezdi. Bizim gibi birbirine sıcak bakmayan kardeşler göz önünde bulundurulduğunda tahta birimizin çıkması, diğerlerinin boynuna ip geçirileceği anlamına geliyordu. Her şeyim üzerine yemin ederim ki çaresizce asılmayı bekleyen ben olmayacaktım.
Annem ağzını silip ayağa kalkınca hepimiz ayaklandık ve öne eğilerek annemi selamladık. Annemse bizi hiç umursamadan çalışma odasına ilerledi. “Kitana,” dedi sert sesiyle kapıdan çıkarken. “Benimle gel.”
Nefesim kesilmiş, kalbimin ritmi hızlanmıştı. Dizlerimin beni taşıyacak kadar güçlü olup olmadığı konusunda emin değildim. Söz konusu kraliçe annem olunca benim cesaretimin bile bir sınırı oluyordu. Annem ilerlerken kafamı kaldırıp ona baktım. Ardından babama döndüm ama o omuz silkip başını iki yana sallamakla yetindi. Arlo ve Lena azar işiteceğimden emin bir şekilde kıkırdadı. İkisinin de derisini lime lime etmek istiyordum.
Korkumu yenmeye çalışarak derin bir nefes aldım ve annemin peşinden çalışma odasına ilerledim. Oldukça geniş olan bu oda pek fazla güneş ışığı görmezdi. Duvarlar kitaplıklarla, eski defterlerle, savaş stratejileriyle, önceki imparatorların yönetim tavsiyeleri ve devletle ilgili nice bilgilerle doluydu. Bu oda o kadar değerliydi ki en sadık hizmetçimiz Diana bile buraya giremezdi. Fakat bir gün saraya yeni aldığımız hizmetçi aptallık edip odaya girmişti ve annem buna şahit olmuştu. Hadise, kızın değerli evraklara dokunan ellerinin yakılmasıyla son bulmuştu.
Annem sandalyesine oturup bana baktı. “Sence hanginiz benden sonra bu ülkeyi yönetmeye layıksınız?”
Bu soruyu hiç beklemiyordum. Bu yüzden birkaç saniye afalladım fakat hemen sonra cevapladım: “Ben.”
Dudaklarında bir gülümseme peyda oldu. Onun sırıtışıyla vücudumu saran zincirler gevşedi. “İşte, seni bu yüzden seviyorum, Kitana,” dedi. “Lafını esirgemiyor, düşünceni açıkça dile getiriyorsun. Bu yüzden evet, haklısın. Tahtımı en çok hak eden çocuğum sensin.”
Kulaklarım çınlıyordu. Şu an yaşananları algılayabiliyor muydum yoksa annem beni cidden veliaht mı yapmak üzereydi?
“Fakat bazen bir hükümdarın ülkesini kurtarmak için fedakârlık yapması gerekir. Bu fedakârlığı yapabilir misin?”
“Hiç şüphen olmasın, anne,” dedim. Onunla konuşurken siz diye hitap etmediğim nadir anlardan biriydi. “Zirakov’u daha iyi bir yer yapmak için gerekirse canımı veririm.”
Başını iki yana salladı. “Canın değil, ruhun lazım.” İçimdeki heyecan alevi sönerken gözlerimi kıstım, kaşlarımı çattım. Sessizlik içinde ona bakarken annem konuştu: “Babanla neden evlendiğimi biliyor musun, Kitana?”
“Çünkü gençtiniz, birbirinize âşık oldunuz ve evlendiniz.”
“Yanılıyorsun.”
“Öyleyse neden?”
“Baban yönetilmesi kolay, zavallı bir aptal da ondan.”
Dudaklarım hafifçe aralandı. Aslında bunlar tam Irina’dan beklenecek sözlerdi fakat insan annesinden direkt böyle bir şey duyunca afallıyordu.
“Bir ülkeyi yönetmek istiyorsan eşini de yönetebileceğin biri olarak seçmelisin ki sonradan ayağına dolanmasın.”
“Ne demek istiyorsunuz? Nereye varacak bu konuşmanın sonu?”
Eline bir parşömen parçası aldı ve masaya serdi. Baş düşmanımız olan Senteria Krallığı’nın sınırlarını gösteren haritaydı bu. Annem eline bir hançer aldı ve haritanın merkezine batırdı. “Sana Senteria ailesinin sonunu getirebileceğini söylesem ne derdin?”
Boğazım kurudu. “Nasıl yapabilirim ki bunu?”
“Oraya gideceksin, Kitana. Senteria’ya gideceksin. Estes’in kadın düşkünü olan oğlu Andre’nin aklını başından alacaksın. Oradan bize bilgi sızdıracak, düşmanımızın güvenini kazanacaksın ve vakti geldiğinde hepsini öldüreceksin. Böylece tek bir askerimizin kanı dökülmeden Senteria’nın sonunu getireceğiz.”
Dudaklarım aralandı. “Benden Estes’in piçlerinden birinin orospusu olmamı istiyorsun!”
Omuzlarını silkti. “Yönetmek, Kitana. Yönetici olmak isteyen bir kadın gerektiğinde kadınlığını kullanabilmeli. Bunu fazla kişiselleştirme.”
Şu an annem yoktu karşımda. Soğuk bir ruhu olmasına rağmen bana baktığında içimi ısıtan kadın yoktu. Herkesin korktuğu, acımasız Irina vardı ve bana da acıması yoktu.
“Zirakov olduğumu nasıl gizleyeceğim?” diye mırıldandım fikrinden vazgeçirmek için ama beni çok şaşırtan bir şey yaparak, “Gizlemeyeceksin,” dedi.
“Delirdin mi sen?” dedim. Onunla böyle konuşmanın bedeli ölümdü ama şu an beni ölüme yolladığı düşünülürse kelimelerimin çok da bir anlamı yoktu. “Beni anında öldürürler.”
“Seni öldüremeyecekler,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Estes denen soytarı bana karşı kullanabileceği bir kozu asla yok etmez. Para, toprak, belki de kadın isteyecektir benden.”
Tükürür gibi konuştum: “Ya da beni köşeye sıkıştırır.”
“Düşmanımı tanıyorum, Kitana. Oğlunun kadınına göz koyacak kadar küçük biri değil.”
Annemin bunları kolayca söyleyişi beni çileden çıkarmak üzereydi. “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” diye haykırdım. “Ben kimsenin kadını olmak istemiyorum. Hele ki o alçak Andre’nin!” Sinirden odada dört döndüm. “Her şeyi geçtim, bana neden Senteria’da olduğumu soracaklar. O zaman ne diyeceğim?”
“O işi hallettim,” dedi. “Yemeğe oturmadan önce hakkında arama kararı çıkarttım. Bu geceden itibaren tahtımda gözün olduğu için öldürmek istediğim kızımsın sen.”
Gözlerim dolu dolu olmuştu. Annem gerçekten de benden vazgeçiyordu, öyle mi? Fısıldarcasına sordum: “Peki yapmazsam ne olur, anne?”
“Çıkardığım yalancı emre uyup seni öldüremem elbette. Bunu yapamayacağım için beni halkıma karşı küçük duruma düşüreceksen sen bilirsin. Tahtımın varisi olman konusunda ne kadar yanıldığımı görmüş olurum. Ve hükümdarlık yolu diğer kardeşlerine açılır.”
Armin bana kıyamazdı ama Arlo ve Lena’dan biri o tahta oturursa… İşte, o zaman hiç düşünmeden alırlardı canımı.
Yani iki seçeneğim vardı: Ya annemin kararına uymayıp sarayımda ölümü bekleyecektim ya da evimi terk edip kaderimi düşmanımın iki dudağının arasına bağlayacaktım.
Düşmanıma kardeşlerimden daha çok güvendiğimi hissetmemle kalbime bir ağırlık çöktü.
Annem karşımda durup dirseklerime dokundu. “Ne diyorsun?”
“Bir şartım var.”
Kaşlarını kaldırdı. “Neymiş o?”
“Eğer görevimi başarıyla tamamlarsam o zaman tahtın yegâne varisi olacağım.”
Gülümsedi. “Böyle bir görevi başarıyla tamamlarsan tahtımı senden daha çok hak eden biri yoktur zaten. Peki, söyle, gidecek misin?”
Yanaklarımdaki ıslaklığı hissedene kadar ağladığımı fark etmedim. Başımı olumlu anlamda salladım. “Gideceğim, anne,” dedim. “Tahtı en çok hak eden çocuğun olarak Senteria’ya gidecek ve Senteria ailesinin sonunu getireceğim. Her şeyim üstüne yemin ederim.”
(…)