Yonca Kız, Kale kasabasından, penceresi ovaya bakan, minicik taş bir evde dünyaya gelmiş kara saçları, pırıl pırıl gözleri, minicik bir ağzı olan bir güzel kızdır. Annesinin adı Gonca, babasının adı Mehmet Torlak. Bir gün babası, iş aramak için İzmir’e gider, iş bulunca gelip Yonca Kız’la annesi Gonca’yı alıp İzmir’e götürür. İzmir’de Yonca Kız’ın teyzesinin konağına yerleşirler. Babası kapıcılık yapacak, annesi de konakta mutfak işlerine bakacaktır. Evin Şehvar adında çok şımarık bir de kızı vardır. Baba için de, anne için de, Yonca kız için de çok zorlu bir yaşam başlamıştır. Usta yazarımız Kemal Bilbaşar’ın çocuklar için yazdığı büyük serüveni anlatıyor.
GURBETÇİLER
Kale kasabası, killi yamaçlar arasında yükselen bir peribacası azmanının üzerine kurulmuş» taş yığınından oluşan bir ortaçağ kalesidir. Kasa* bayı, ahlattan başka ağaç yetişmeyen ovaya, sarp dönemeçli taştan yapılmış bir köprü bağlar. Yeni ve yakınçağlar bu sarp yolu aşıp kasabaya ulaşamamıştır. Evlerin yapı biçimi, dar sokakları, insanların giyimleri, yaşayışları, gelenekleri hep geçmiş çağların düzenindedir. Buraya gelen bir yabancı, taştan köprüyü tırmanıp kale kapısından içeri girince kendisini başka bir çağda yaşıyor sanır. Sanki bin yıl önce birkaç yüz insan veba, ya da başka bir salgın yüzünden buraya tıkılmış, kalmıştır. Kale’nin demir kapısı sürmelenmiş zamanın akrebi yelkovanı durdurulmuş, kasaba yüzyıllar boyunca uyutulmuştur.
Kale’nin sokaklarında insana rastlanmaz, çirkeflerde tüyleri kirli tavuklar eşelenir, duvar diplerinde derisi kemiğine yapışmış köpekler güneşlenir.
Kasabanın erkekleri para kazanmak için uzak şehirlere çalışmaya giderler, fakat kadınlarla çocuklar kaleden dışarı çıkmazlar, güneşle birlikte dokuma tezgahlarının başına oturup gün kavuşana dek mekik atar, tarak vurur, masur sararlar. Bu yüzden evlerin açık kapılarından, pencerelerinden, ardı kesilmeyen çıkrık, tezgâh sesleri kaldırımlara dökülür. Kasabanın nabız vuruşudur bu tezgâh sesleri; kansız düşmüş, heyecanlı, sinirli bir nabız vuruşu…
Kadınlar, her an sırtlarına görünmez bir kırbaç inecekmiş gibi telaş ve korkuyla tezgâhı çalıştırırlar. Korkuları sebepsiz değildir, bilirler ki, tezgâh takırdamazsa ocak tütmez, tencere kaynamaz olur.
Buranın çocukları başka yerin çocukları gibi oyunlar oynamasını bilmezler ama, masur sarmasını, mekik atmasını, tarak kullanmasını çok iyi becerirler. Bu işleri bilerek dünyaya gelirler sanki. Küçük yaştan analarına dokuma işlerinde yardım ederler, masur sararlar, tezgâhı boş bulduklarında oturup mekik atarlar.
Ayda üç kez üç ayrı korna sesi bir an kasabadaki çıkrıkları ve tezgâhları susturur. Aksekilinin yeşil cipi cırlak cırlak, Madranlının kamyoneti borazan gibi korna çalarlar, Buldanlının YOLKESEN’iyse, ‘Entarisi ala benziyor’ türküsünce korna öttürerek kasabanın yokuşuna tırmanır. Korna sesi dar sokaklarda yankılanınca çıkrıklar, tezgâhlar bir an soluklarını tutarlar, kadınlar, kızlar başörtülerini arkaya atarak, boyunlarını uzatıp korna sesine kulak verirler. ‘Velinimet’lerinin geldiğini koma sesinden tanıyanlar, telaşla yerlerinden fırlarlar. Kadın, kızan, bir ay durup dinlenmeden dokudukları bezleri dürmeye başlarlar. Kendi ‘velinimet’lerinin gelmediğini fark eden komşular, sıkıntıyla, öfkeyle tarağa ası lıp daha bir hırsla tezgâhını çalıştırırken. Ötekiler kucaklarını dokuma toplarıyla doldururlar, çarşının yolunu tutarlar.
Çavuşun kahvesinde kerevette bağdaş kura* rak bekleyen» ya Aksekilinin attın dişli kâtibidir, ya Madrantıntn Efe Süleymancıdır, ya da Buldanlinin Kambur Hacıyıdır. Topları getirenler, ar* mağan sunar gibi dokularını ağanın adamına verirler. Yerine iplik çilelerini alırlar. Altın dişli, ağalarının selamını iletir, hakkınız bu kadarken bu kadarmış, der. Kızların kansız yanaklarını iki parmağıyla kızartasıya sıkmadan parayı avuçlarına saymaz» Parayı alanlar, ağaya da, kâtibe de hayırdua ederler, onları kirli bir çıkına sarıp koyunlarına sokarlar.
Efe Süleyman, bağırıp çağırmadan, efeliğini göstermeden paralarını vermez fukaraların. Kambur Hacı da hesabı gördükten sonra çocuklara birer avuç leblebi şekeri dağıtır mutlaka.
Hikâyesini anlatacağımız Yonca Kız, bu kasabada, kış sonu, her yer karla örtülü olduğu bir sıra dünyaya geldi Kale’nin uçurumu üzerinde penceresinden ova görünen şu nohut oda, bakla sofa, taş yığını evde.„
Anasının adı Gonca olduğundan, babası Mehmet Torlak,
“N’ola kızımın adı da Yonca ola,” dedi. “Dört yapraklı yonca gibi bize uğur getirir inşallah!”
Ezan okuyarak kızının kulağına üç kez, ‘Yonca! Yonca! Yonca!” diye seslendi. Gonca Ana, kasabanın bütün kadınları gibi loğusa yatağında üç gün yattı. Dördüncü günü yatağını dürdü, kaldırdı. Loğusalık günlerinde kocasının çalıştığı tezgâh başına geçti, çocukluğundan beri alışkın olduğu mekiğe, tarağa yapıştı: Trak tak trak tak’ diye ezeli çilesini doldurmaya başladı.
Yonca Kız’ın kırkı içinde kasaKaya hükümet adamları geldiler. Kale’nin her yanını ölçtüler biçtiler. Killi toprak üzerine kurulmuş olan kasabanın uçuruma doğru kaydığını söylediler. Sarp yolun öbür yakasına, Ahlatlı Ova’nın başladığı yere yeni bir kasaba kuracaklarını, hükümetin Kale’deki ev sayısınca ev yaptıracağını, oraya göçüleceğim, bağ, bahçe kurmaları için para dağıtılacağını bildirdiler.
Önce buna kimse inanmadı. Fakat karlar kalkıp ortalık yeşerince, hükümet adamlarının dediği çıktı. Sarp yolun öbür yakasına adını bilmedikleri dev gibi makineler geldi. Şantiyeler kuruldu, inşaatı üzerine alan müteahhidin adamları, çavuşun kahvesinde şimdiye dek görmedikleri yüksek gündelikle kasabadan işçi, usta tuttular. İlk kez o bahar, Kale’nin erkekleri uzak şehirlere gitmediler, müteahhidin inşaatında çalıştılar.
Torlak Mehmet, başlarına konan bu devlet kuşunu, Yonca Kız’ın uğurundan biliyordu. Akşamlan işten dönüp pencere Önüne oturduğunda, kundağa sarılı kızını kucağına alıyor,
‘Yonca kızım, Yonca kızım, uğuru, kısmeti bolca kızım!” diye okşuyordu Yonca Kız’ı.
Yonca Kız’ın kara kara saçları, güvem gibi gözleri, ufacık ağzı vardı. Mehmet Torlak, elinden gelse kızını yüreğinin içine sokacaktı.
Ne var ki, Yonca Kız’ın uğuru üç yıl sürdü. Yonca Kız ayaklanıp dilleninceye ve kalenin karşısına yeni bir kasaba kuruluncaya dek kursakla rı üç yıl sıcak aş yüzü gördü. Her bayram sırtlarına birer yeni entari, ayaklarına birer yeni lastik kundura alabildiler. Kızların, oğlanların yanakları elma gibi kızardı, kadınların kara gözlerine fer geldi. Şimdi çıkrık seslerine neşeli türküler, sevdalı şarkılar katılıyordu:
“Kölenin bedenleri Çevirin gidenleri..,”
Evlerin kapıları, pencereleri takılıp, sıvaları, boyaları tamamlanınca müteahhit şantiyeleri söktü, dev makineler homurdanarak çekilip gittiler.
Önce, hükümet adamlarının gelip evleri dağıtacağı söylendi. Herkes düğün bayram etti* Hele gayri, fukara Kaleliler de yeni yeni evlere göçecek, hayvan besleyecek, insan gibi yaşayacaklardı. Ama sevinçleri, bayramları uzun sürmedi. Kötü haber ortalığa yayıtıverdi: Ancak yirmi yılda yirmi bin lira Ödeyebilenler, yeni evlere göçebileceklerdi. Bir anda kasabanın çıkrık seslerine karışan neşeli türküler, sevdalı şarkılar kesiliverdi. Her eve bir hüzün, bir suskunluk çöktü Derenin öbür yakasında, evleri renk renk ışıldayan kasaba, bir anda onlar için ulaşılmaz bir diyar oluvermişti. Kale duvarlarından çıkıp derenin sarp yolundan aşmak, o güzel evlerde insan gibi yaşamak, gayri hiçbirine nasip olamayacaktı. Değil yirmi yılda, yüz yirmi yılda ödeyemezlerdi onca parayı.