Osmanlı için yaşamış Sudanlı bir asker; Zenci Musa…
Kuşçubaşı Eşref’in gözü kapalı güvendiği, çatışmaya girecekse sağında istediği bir delikanlı…
Tarık Bin Ziyad’ın yanında savaşan büyük dedelerinin anlatıp durduğu hikâyelerle büyüdü. Dedesi Şeyh Mansur’dan Osmanlı’nın görkemli zamanlarını dinledi. İngilizler yurdu sardığında artık yerinden doğrulması gerektiğini biliyordu.
Trablusgarp’ta, Balkanlar’da, Kudüs’te, Yemen’de, İstiklal Harbi’nde ön safı hep o tuttu.
İleri gidilecekse gitti, geri adım atması gerektiğinde geri çekildi ve en zoru, içinde yanan ateşe rağmen beklemesi gerektiğinde durdu.
Sonra daha güçlü, daha hızlı koştu…
Trablusgarp’ta Kuşçubaşı Eşref’le tanışınca hayatı artık değişmişti. Davasını dava bildiği Kuşçubaşı Eşref’in yanında girdiği bütün mücadelelerde o heybetli cüssesiyle galip çıktı. Kader, onlara farklı vazifeler için farklı yollar çizse de Zenci Musa, ondan kalan bir fotoğrafı ve dedesinin verdiği kefeni yanından hiç ayırmadığı bavulunda gittiği her yere taşıdı.
Çöllerden hazineler geçirdi, taburlardan silahlar çaldı… Vatanını satması için kendisine teklif edilen büyük paraları elinin tersiyle itti. İhtiyaçlarını karşılasın diye kendisine bağlanacak emekli maaşını dahi reddetti. Bir kahramanın yapabileceği her şeyi yaptı.
İsmail Bilgin’in güçlü kaleminden, kendisini Osmanlı’ya adayan, “Önce ümmet!” diyen bir kahramanın hikâyesi…
“Yarabbi, bana ölünceye dek bu devlete hizmet etmeyi nasip eyle…”
İÇİNDEKİLER
- BÖLÜM
SUDAN’DA BİR HASTANE İNŞAATI…………………………..9 - BÖLÜM
ZENCİ MUSA MISIR’DA ……………………………………………..19 - BÖLÜM
MUSA TRABLUSGARP’TA…………………………………………..83 - BÖLÜM
ZENCİ MUSA BALKAN HARBİ’NDE………………………….105 - BÖLÜM
NECİD ÇÖLLERİNDE…………………………………………………123 - BÖLÜM
ZENCİ MUSA YEMEN’DE …………………………………………..145 - BÖLÜM
İSTANBUL’A DÖNÜŞ …………………………………………………..187 - BÖLÜM
TABUTTAKİ SİLAHLAR ……………………………………………..215 - BÖLÜM
ŞEHZADEBAŞI KARAKOLU ……………………………………….229 - BÖLÜM
İNGİLİZLERE KARŞI MÜCADELE …………………………….245
- BÖLÜM
YÜZBAŞI BENNET’İN VURULMASI …………………………..291 - BÖLÜM
KARAAĞAÇ BASKINI …………………………………………………297 - BÖLÜM
ÖZBEKLER TEKKESİ’NDE………………………………………….317 - BÖLÜM
TAHTA BAVULUN İÇİNDEKİLER ………………………………357
YARARLANILAN KAYNAKLAR ………………………………….364
1 BÖLÜM
SUDAN’DA BİR HASTANE İNŞAATI
2014 – Afrika’da bir yer
Fransız Konsolosluğu’nun klimalarla soğutulmuş, lüks elçilik binasının en güvenli odasında yere ince bir kilim serilmişti. Bu kilimin üzerindeki desenler, Afrika’nın kendine özgü, canlı ve birbiriyle tezat oluşturan öğelerinin düzenli ve simetrik bir bütünlük oluşturmasıyla meydana geliyordu. Kilime dikkatle bakıldığından siyah rengin hâkim olduğu gözlerden kaçmıyordu. Afrika’nın acılarla dolu topraklarında yaşayan bu kara derili insanların ilmek ilmek dokuduğu bu kilim şimdi Avrupa ya da Amerika’dan yeni oyunlar kurmak ve yeni acılar yaşatmak isteyen insanların toplandığı yerde ayaklar altında eziliyordu.
Elbette büyük oyunlar peşinde olan bu insanlar emeğin, alın terinin kıymetini bilir miydi? Ya da bundan haberleri var mıydı? Bilinmez. 50-60 dereceye varan sıcakta bir kilim yününün eğirilmesi1 , kök boylarının günlerce otlar arasında aranması sonra bunların renklendirilmesi için gereken kaynatma işlemi nasıl olur? Şimdi onca acının milyarlarca ilmikle dokunduğu bu kilimin üzerindeki desenler iskarpinlerle eziliyordu.
Bambudan yapılma dikdörtgen masa üzerinde şişeler sıralanmıştı. Davetlilerin tercihine bırakılan bu içeceklerin yanındaki sepetlerde ise rengârenk tropikal meyveler vardı. Masanın üzerine serilen beyaz örtü bu kara topraklarda yaşayan ahalinin yaşadıklarıyla hiç uyuşmuyordu.
Masa başında toplananlar sinirliydi. İngiliz konsolosunun yanında Vatikan elçisiyle İsrail’den, Fransa’dan, Almanya’dan ve Hollanda’dan da birer elçi sıralanıyordu. Önlerindeki evrakları okudukları her hallerinden belli oluyordu. Toplantıya Amerikan elçisi de çağrılmış ama son anda çıkan önemli işi sebebiyle maslahatgüzarını yollayacağını bildirmişti. O da henüz toplantıya gelmemişti. Fransa elçisi, içtiği puronun dumanlarını savurarak yüksek sesle konuşmaya başladı. Öfkeli olduğu sesinin tonundan belli oluyordu: “Ne demek hastane inşaatı yapılacak!” Almanya elçisi alaycı bir şekilde güldü: “Temelini yakında atacaklarmış.” “Bu bizim için iyi olmaz,” dedi Fransa elçisi. “Yıllardır bilerek insani yardım yapmadık. Yeraltı zenginliklerini daha hızlı bir şekilde Avrupa’ya aktarmalıyız, yoksa çok geç kalacağız.
Bu kara derili insanlar uyanacaklar, ‘Yıllardır bizim için ne yaptınız,’ diye soracaklar. Bundan endişe ediyorum.” “Bilerek balık tutmayı öğretmiyorduk. Balığı verip onları çalıştırıyorduk.” “Ama şimdi öğrenecekler.” “Ne olursa olsun, ortak çıkarlarımız için bu inşaatı engellemeliyiz. Buradaki altın madenlerini, elması, petrolü, turizm alanlarını, tarıma yönelik bakir toprakları en kısa sürede nakde çevirmeliyiz. Elimizi çabuk tutalım… Yoksa Afrika’da sürdürdüğümüz saltanatımız gün gelecek yıkılacak.” “Peki, bunlar nereden çıktı? Ne güzel, piyasada hiç yoklardı,” diye sordu İngiltere elçisi. İsrail elçisi: “Sizin yüzünüzden. Daha önce de uyarmıştık, geliyorlar demiştik.” Bu sözleri dinleyen Hollanda elçisi merakla sordu: “Kuzum, sizin faaliyet alanınız vaat edilmiş topraklar bölgesi değil mi? Yani Ortadoğu, Anadolu’nun bir kısmı işte sonra nereye kadar gidiyorsa? Afrika ile neden bu kadar ilgilisiniz?”
“Hah hah ha… Güzel bir soru demeyeceğim, önümüzü kesmek gibi bir şey yaptığınız. Biz her yerdeyiz. Her yerde de olmalıyız. Elbette önce bize vaat edilen topraklarda… Bunun için de adım adım ilerliyoruz. İsrail ilk kurulduğu güne göre çok büyüdü. Amerika da elçiliğini Kudüs’e taşıyacak. Sağ olsun, İran’ın önünü kesmek ve onun güneye inmesini önlemek amacında.” “İsrail’i biz kurdurduk,” dedi İngiliz elçisi; bunu gururlanarak söyledi. “Elbette, aksi halde Britanya olamazdınız ki! Cihan harplerini sürdüremezdiniz! Bizim para babalarının, bankerlerin de Britanya adına yaptıkları az şey değildi yani. Hâlâ da öyle. Dünyadaki bütün parayı biz kontrol ediyoruz.” “Bunu nasıl başarıyorsunuz, anlayamıyorum. Britanya size yardım etti. Şimdi ABD sizin için her şeyi yapıyor.” “Elbette yapacaklar. Oraya akan parayı biz yönlendiriyoruz, prestij kazanmasını sağlıyoruz.” Vatikan elçisi susuyor, konuşmaları dikkatle dinleyip not alıyordu. “Sahi, şu hastaneyi nerede kuruyorlar,” diye canı sıkkın bir şekilde sordu İngiltere elçisi.
“Güney Darfur’da. Eyaletin başkenti olan Nyala’da. Yüz elli yataklı hem de eğitim ve araştırma hastanesi yapacaklarmış,” diye cevapladı Fransa elçisi. “Ne yapıp edip bu inşaata engel olalım. Elbette burada iş yine size düşüyor. MOSSAD bu görevlerde ustadır.” “Siz de ilaç piyasasını kontrol etmeye devam edin. İlaç piyasasının kontrolü bizde. Hem de bütün Afrika’nın… Eğer hastane açılırsa ve arkası da gelirse bu kara derili insanlar daha az hasta olur. O zaman ilacı kime satarız?” “Biz de hastalık icat ederiz. Hastalık mı bitmiş? Domuz gribi, kuş gribi, ebola, HIV virüsü vesaire… Afrika turizmini de biz kontrol ediyoruz. Safarileri dahil… Ancak şu Amerikalılar canımı sıkıyor. Her gördükleri yere hemen girmek ve oranın hâkimi olmak istiyorlar. Biz Afrika’da 250 yıllık bir mücadele sonucunda hükümran olabildik.
Amerika ise kısa sürede her yere hâkim olmak amacında. Ancak son otuz yıl öyle çok dayak yediler ki hâlâ akılları başlarına gelmedi. Şimdi teröre, terör örgütlerine destek çıkarak gaflete, cehalete, haydi açık söyleyeyim aptallığa düştüler. Devlet aklı bunu yaptırmaz. Ama bunların devleti bile iki yüz yıllık. Her şey ne yazık ki bir bünyede toplanmıyor. Para var, imkân var, malzeme var ama akıl nerede? Sorarım, Amerika hangi savaşa girdi de kesin zaferle çıktı. II. Dünya Savaşı’nı demiyorum… Vietnam’da bataklığa saplandılar. Kamuoyunda yenilmedik, kahramanca savaştık algısı oluşturabilmek için üç yüz Vietnam savaş filmi çektiler. Afganistan? Irak? Suriye? Üstelik hiçbir büyük devletle savaşmadan. Bunlar kâğıttan kaplanlar olmasın?”
“Eh, bizleri yeteri kadar örnek almadılar,” dedi İngiliz elçi. “Elinizi ateşe uzatmayacaksınız, maşa kullanacaksınız.” “Siz de bunu çok iyi yaptınız. Epey maşa eskittiniz.” “Uzmanlığımız.” Bir süredir not alan Vatikan elçisi ayağa kalktı. Ellerini ceplerine yerleştirdi. Biraz da ben önemli şeyler söyleyeyim edası vardı. Masanın etrafında yavaşça yürümeye başladı. Bir iki adım attıktan sonra camın önünde durdu. Masadakilere arkasını döndü. Pencereden uzayıp giden şehrin binalarına bakarak konuşmaya başladı: “İşin maddi kısmını hallettiniz diyelim, ekonomik gelir getiren alanları paylaştınız, kabileler ve devletler arasında ayrılığı körüklediniz, Arap Baharı yaptınız. Bununla istemediklerinizi götürdünüz, istediklerinizi getirdiniz. Her şeyi kontrol ediyorsunuz…
Dikkat edin bence en önemli tehlike maneviyatın sağlamlaşması, karşı koyma direncinin artırılmasıdır. Bu yüzden kara derili insanların Müslümanlaşmasına izin vermemek gerekiyor. Misyonerlik faaliyetlerimiz artarak sürmeli ve Afrikalılar ya kendi batıl dinlerinde ya da Hıristiyanlıkta karar kılmalıdır. Dikkat buyurun, asla ve asla Müslüman olmamalılar diyorum. İslâm bu topraklarda yayılmamalı. Anlatabiliyor muyum? Bunun için Müslümanlığın ne denli çağdışı bir din olduğunu, Müslümanların terörist olduğunu iyice anlatmalı ve beyinlere kazımalıyız. İçlerinde terör örgütleri kurdurmalısınız. Bu örgütler birbiriyle çatışmalı, bizlere alan açmalı. Böylece çok şey kazanacağız. Bir taşla beş ya da altı kuş vuracağız. Ortadoğu’da olduğu gibi yeraltı zenginliklerini işleteceğiz, paralar bankalarımızda toplanacak. Sonra kendi aralarında savaşacaklar. Silah satacağız. Birbirlerini yıkacaklar. Onların imarını yine bizler yapacağız, yine onları ucuza çalıştıracağız. Hastalık çıkaracak, ilacı yine biz satacağız. Kendi istediklerimizi yönetime getirip, onları idare edeceğiz. Eh bu çizgiden çıkmak isteyen olursa da…”
“Darbe yaptırırız…”
“Herhalde!”
“Biz bu düzeni kurmak için Osmanlı’yı yıktık,” dedi İngiltere
elçisi.
“Eh, Osmanlı sonrası bölgedeki varlığımızın, katkılarımızın ve
dünya ekonomisine yön veren zenginliğimizin de gücünü teslim
edin,” diye gururla söylendi İsrail elçisi.
Bir an sessizlik oldu. Sonra devam etti:
“Amerikan maslahatgüzarı da gelecekti ama gecikti… Olsun. “
Almanya elçisi herkesin gözünün içine bakarak sorusunu sordu:
“Beyler, hastane inşaatı önemli. Bu inşaat başlamamalı. Bir kargaşa
filan çıksa… İstikrarın olmadığı yerde yatırım olur mu?” Alaycı bir tebessüm çehresine yayılmıştı.
“İstikrarı biz kurar, biz bozarız. Hem de istediğimiz yerde.”
İngiliz elçisi bacak bacak üstüne attı. Hafifçe geriye yaslandı:
“Büyük dedem Gerard Mısır’dayken üzerine askerlerini tutup
fırlatan, tüfeklerini kıran bazı Sudanlılar varmış. Acı bir kuvvete
sahiplermiş. Sudan’a hiçbir yatırım yapılmamalı. Asla!”
“Ne olmuş ki büyük dedene?”
“Boş verin… Uzun hikâye. Belki efsane, belki de kuyruklu bir
yalan.”
“Geçmişin intikamı yani?
“Biz İngilizler, bize yapılan iyiliği de kötülüğü de asla ama asla unutmayız. Deniz aşırı ülkelerde yönetimin nasıl yapıldığını biliriz. Ekonomiyi ona göre ayarlarız. Hiçbir şey yapamazsak o ülkeye yüksek faizle para verir, oturduğumuz yerden kolayca para kazanırız. O ülkenin halkı da bizim için çalışır durur. Elbette çalışırlar çünkü borçlu borcunu ödemek için çok çalışmalıdır. Ha, bu arada altını, avroyu da istediğimiz gibi indiririz, çıkartır. Kazanan yine ve bir kez daha biz oluruz. Bu oyunda kaybedilmez. Çünkü bütün yollar Roma’ya çıkar.”
Vatikan elçisi buna itiraz edecek oldu: “Hayır Vatikan’a.” “Israr etmiyorum, öyle olsun. Şunu söylemek istiyorum. Kurtları bilir misiniz? Nasıl avlanırlar? Avı belirledikten sonra dar bir çember kurarlar. Ardından daha geniş ve sonra daha da geniş bir çember oluştururlar. Avın hiç şansı kalmaz. Kurtlar her ava çıktıklarında şölene otururlar. Burada bizim oturduğumuz gibi. Her zaman bizim kazandığımız ve bundan sonra da kazanacağımız gibi…”
“Canımı sıkan iki şey var. Biri Çinliler… Biri de şu hastane inşaatına başlayacak olanlar. Yani…” “Türkler.” “Onların eksenleri kaydı. Bizim güdümümüzden çıkmak istiyorlar.” “Eh, ben onları haklı görüyorum. Avrupa Birliği’ne üye yapmadınız. Onlardan çok daha kötü olan ülkeleri birliğe aldınız. Onlar ise hâlâ bekliyor.” “Çok beklerler,” dedi Fransa elçisi. “Çok da merakla beklediklerini sanmam. Türkiye o eski Türkiye değil. Bizim dahi ayrıldığımız bir topluluğa neden girsinler ki? Sadece almayacağız demenizi bekliyorlar.” “Onu da demeyeceğiz ki. Alacağız da demeyeceğiz… Türkiye bize lazım. Ama bizim istediğimiz gibi bir Türkiye olursa. Onları asla AB’ye almayacağız. Bir kere Müslüman bir ülke. Nüfusları da çok. Almanya’da ve bizim kontrolümüzdeki Avrupa Birliği’nde etkin bir şekilde söz sahibi olabilirler. Bu riski göze alamayız. Genç nüfuslarıyla Avrupa’ya dağılmalarından korkuyoruz. Şurada Akdeniz’den gelen kaçaklarla baş edemiyoruz, bir de onlarla uğraşamayız. Hepsi Almanya’ya işçi geldi şimdi yarısı patron oldu. Hayır, hayır bu büyük bir risk. En önemlisi ise ne biliyor musunuz? Türkler eskiden tarihe yön vermiş, tarihe derin izler bırakmış bir millet. Şimdi o eski günleri hatırlamalarından korkuyoruz. Bence en önemli sebep bu. Düşünsenize her bir Türk’ün dünyaya meydan okuduğunu.
Bu meydan okumayı sadece savaş olarak düşünmememizi rica ederim. Bilimde, sanatta, teknikte, ticarette en önde olduklarını bir düşünsenize. Mesela İsrail ve Amerika’dan İHA alamayınca kendileri yaptılar. İsrail’in yenilemeye çalıştığı tankların yerine kendileri tank yapmaya ve modernizasyonlarını da gerçekleştirmeye başladılar.”
“Savunma sanayilerini hızla geliştiriyorlar.” “Eskiden biz onlara balık veriyorduk şimdi onlar savunma sanayinde balık tutmayı öğreniyorlar.” “Bütün badirelerden bir bir sıyrıldılar. Şimdi akın akın Afrika’ya geliyorlar. Her yere geliyorlar. İlk defa Antartika’ya iki bilim adamı gönderdiler. Orada dalgalanan Türk bayrağını görünce açıkçası kötü oldum. Ay ve yıldız… Haçın yanında ya da karşısında… Kalıcı istasyon kurmak için de çalışıyorlar. Her neyse…” “Oraya da mı geldiler?” “Ne yazık ki. Balkanlarda güçlü ilişkiler kurdular. Engel olamadık. Orta Asya ülkeleriyle de ilişkileri iyi… Rusya ile aralarını bozduk ama şimdi adeta ittifak halindeler. S-400 füzelerini almak için çalışıyorlar. Korkarım en büyük kozumuz da elimizden alınacak.”
“Neymiş o koz?” “NATO olarak füze sistemiyle sizi koruyoruz diyorduk. Onlar şimdi ilk defa kendi milli füze sistemlerini geliştiriyorlar. Üstelik bunları terör örgütleriyle savaşırken yapıyorlar.” “Ortadoğu’ya örnek olmaya çalışıyorlar ama orası da çok karışık ve daha da karışacak. Kısacası yine bütün çabaları boşa çıkacak.”
“Teröre kim bulanmadı dersek yalan söylemiş oluruz, buradakiler masum değildir. Sömürgeciliğin gereği neyse o yapılmıştır. Şimdi geçmişe değil, geleceğe bakalım.” “Beyler, onu bilmem, Türkiye’nin önünün kesilmesi gerekir. Aksi halde çok geç kalacağız. Sonra her masada karşımızda Türkleri göreceğiz.” “Diğer Müslüman ülkelerinin her zamanki pısırık ve korkak tavırları söz konusu ama Türkiye öyle değil. Dediğim gibi büyüyen bu hilale haddinin mutlaka bildirilmesi lazım.” “Onlara bir zamanlar ‘hasta adam’ diyorduk. Şimdi ise onlar AB’ye ‘hasta adam’ diyorlar, hem de büyük bir cesaretle…
Dediğim gibi, bu Türkiye’ye haddinin bildirilmesi gerek. Yoksa geç kalacağız.” Almanya elçisi söze katılma ihtiyacı hissetti: “Eski silah arkadaşımızın söylediği en önemli şey özgüven kazanmalarıdır. Bu, her şeyden ama her şeyden önemlidir.” Bu sözlerden dolayı herkesin canı sıkkındı. Derin bir sessizlik oldu. İçerideki serin hava bu konuşmalardan dolayı sanki daha da soğumuştu. Türkiye artık can sıkıyordu…
Aylar sonra
Güney Darfur’un alabildiğine uzayan o çorak, kırmızı toprakları üzerine kurulmuş şehirde yeni bir hastane yapılmış, açılışı 28 Şubat 2014’te olacaktı. TİKA’nın yaptırdığı ve adı Nyala-Türk Eğitim Araştırma Hastanesi olan hastanede Türk doktorlar çalışacak ve bu çalışma gönüllülük esasına göre yürütülecekti. Açılış günü her iki ülkenin yetkilileri, yöneticileri heyecan içindeydi. Türk ve Sudan bayraklarının her tarafta dalgalandığı alanda umutlar yeniden yeşeriyordu. Artık en basit hastalıklardan çocuklar ölmeyecekti. Basit ilaçlar olmadığı için yapılamayan tedavilerle hastalar ıstırap çekmeyecekti. Darfurlular belki de uzun zamandan beri ilk defa bu kadar çok seviniyorlardı. Başka bir devletin kendilerine yardım ettiğini görüyorlar, kendileri için pek çok anlam ifade eden hastaneyi yapan Türk Devleti’ne şükranlarını sunuyorlardı. Türk ekibini ve doktorlarını nasıl ağırlayacaklarını, onlara ne hediye vereceklerini şaşırıyorlardı.
Kendi aralarında, “Osmanlı’nın torunları geldi. Beklenen Türkler nihayet geldi,” diye konuşuyorlardı. Sudanlılardan birisi mahzundu. Gözlerini Türk bayrağına dikmişti. Ay ile yıldızın kırmızı zeminde yansıttığı azameti düşünüyordu: “Zenci Musa’nın silah arkadaşlarının torunları geldi. O da onlarla birlikte savaşmıştı. Kendini hep Osmanlı saymıştı… Belki de Türkler onun yaptıklarını unutmamıştır. Belki de bu yüzden bize yardım ediyorlardır. Türkler vefalı olurlar. Mazlumu unutmaz, korur ve kollarlar. Amcam Abdülcabbar önce Fransız ordusuyla Çanakkale’ye gitmiş, sonra, “Ben Müslümanlara karşı savaşmam,” diyerek Osmanlı tarafına geçmiş. Ardından cephe cephe dolaşmış. Çarpışmış. Sonra Trablusgarp Cephesi’ne geçmiş. Orada da 1925 yılına dek savaşmış. Bize başından geçenleri hep anlatırdı. Onun sayesinde Türkçe öğrenebildim.” Hastaneyi dolaşanlar bir köşede cam dolap içinde eski, köşeleri yırtılmış, solgun Türk bayrağını, biraz küflenmiş mermi kovanlarını ve karton kutu içinde İtalyan tüfeklerine ait tek bir mermi gördüler.
Cam dolabın altında ise eski tahta bir bavul vardı. Rengi kaybolmaya yüz tutmuştu. Türk ziyaretçiler camekânda sergilenen eşyalara anlam veremeyince Sudanlı bir yetkili açıklama yapmak zorunda kaldı: “Çanakkale’de çarpışan vatandaşımızın üstünden çıkan bayrak.
O tek mermi ise Trablusgarp’ta savaşırken omzuna saplanan mermi. Türk doktorları Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Hastanesi’nde mermiyi çıkarmışlar. Bizim vatandaşımız da o mermiyi değerli bir hatıra, bir hediye gibi yıllarca saklamış. Hastane inşasından sonra torunu bunları getirdi bize verdi. Hem kendisi de şimdi hastabakıcı olarak çalışıyor. Türkçeyi iyi biliyor.”
“Ya şu tahta bavul?”
“İçinde ne var?”
Bu sorular üzerine hastabakıcı Sudanlı genç ileri atıldı: “Belki de en değerli hediye, emanet aslında bu bavuldur,” diye adeta gizemli bir şekilde cevap verdi: “Onun içinde hatıralar, koca bir imparatorluğun yitip gitmesine engel olmak için çabalar var. Kısacası bavul bugüne dek hiç açılmadı… Açılamazdı da…” “İlginç…” Sudanlı yetkililerden birisi, “Şimdi öğle yemeği için sizi hastanenin yemekhanesine davet ediyoruz. Belki yemekten sonra bavulu açar, içinde neler olduğuna birlikte bakarız…” dedi. Kendisi de meraklanmıştı.
Bu sözlerden sonra hastanede hastabakıcı olarak çalışmaya başlayan genç gerildi. Duyduğu heyecan kendisini sarıp sarmaladı. Zaten hastane açılışından, Türklerle beraber olmasından dolayı heyecanı bir kat daha artmıştı. Ya bavulu gerçekten açarlarsa? Ya yıllardır sakladığı sırlar ifşa olursa? Çok uzun süredir kendisinin ve ailesinin saklamayı başardığı onca sır ortaya çıkmaz mıydı? Bütün bunları düşününce genç adamı ter bastı. Elleri titremeye başladı. Zorlukla yutkundu… Yemeğe giderken bayılıp yere düşeceğini sandı. Başı dönüyordu. Zorlukla masaya oturduğunda dili damağı kurumuştu. Hemen masadaki cam sürahiden bardağına su koydu. Yarım bardak suyu yavaşça içti.
Ardından masadaki Türklere baktı. Bavulun içindeki sırları Türkler de bilmeliydi. “Bilmek onların da hakkı. Onlarsız bavulu açamazdım,” diye düşündü. Her şey yemekten sonra olup bitecekti… Herkes önündeki yemekleri yemeye başladığında dili damağı kuruyan, gönlü dahi titreyen hastabakıcı genç adam yemek yemiyordu. Önünde duran yiyeceklere bakıp yutkunuyordu. Kendisi bavulun içindeki gizemin hatıralarıyla baş başa kalmıştı…
2 Bölüm
ZENCİ MUSA MISIR’DA
1905 ve sonraki yıllar
Koca kıtanın kara topraklarından, kara bağrından doğan, yatağı genişleyerek çölleri, dağları, vahaları kat eden Nil Nehri, bütün cömertliğini Mısır’a sunuyordu. Afrika’nın pek çok yerinden biriktirdiği bereketi, bolluğu yavrusunu doyurmak isteyen bir Anka kuşu gibi Akdeniz’e dökülürken getirip bırakıyordu. Çamurlu ama coşkun sularının Akdeniz’in tuzuyla buluştuğu yerde meydana gelen bereketli deltalarda tarım yapılıyor, Mısır halkı burada üretilen mahsullerle karnını doyuruyordu. Kısacası Mısır demek Nil demekti. Hayat demekti. Bu yüzden halk tarafından kutsal sayılıyordu.
Bir zamanlar Mısır’da Firavunlar, krallar, ölünce yiyeceklerini ve eşyalarını piramitlerin altındaki labirentlere yerleştirmelerini emrederek ölümsüz olmayı hayal etmişlerdi. Şimdi ise devasa piramitlerin çöllerdeki yalnızlığına karşın Nil Nehri’nin her iki kıyısı büyük bir hayat sevinci ve bereketiyle canlılığını ve ölümsüzlüğünü sürdürüyordu. İngilizlerin Mısır’da hakimiyet kurmalarından sonra meraklı arkeologlar, jeologlar ve hazine avcıları piramitlerin etrafında kamp kurarak buradaki kralların ve ailelerinin hazinelerini bulup yağmalamak istiyorlardı. Halbuki Mısırlılar asıl hazinenin Nil Nehri olduğunu iyi bilirdi. Onunla hayatın daha kolay, daha bereketli olduğuna ve olacağına inanırlardı. Her bahar nehir kıyısında kurban keserlerdi. Böylece Nil’e şükranlarını sunmak, minnettarlıklarını belirtmek isterlerdi.
Bu törenlere geniş katılım olurken Kahire’nin Türk mahallesinde ikamet eden, Osmanlıcayı gayet iyi okuyup yazan ve Türkçe konuşan Şeyh Mansur bu törenlere katılmaz, katılmadığı gibi katılanların hallerine de gülerdi. Kendisi Kahire’nin şimdi kenar mahallesinde kalmış, genellikle Osmanlı ailelerinin yaşadığı dar, iç içe geçmiş, tek katlı yer yer iki katlı evlerden oluşan mahallede münzevi bir hayat sürerdi.
Kendini buraya ait hissederdi, mahallenin yerlisi sayılırdı. Gündelik hayatı adeta derviş sabrı ve tevekkülü içinde sürüp giderken Şeyh Mansur’un tek bir düşüncesi vardı, o da torunuydu… Onun yanında olmasını, burada yetişip eğitim almasını çok istiyordu. Bir düşüncesi, daha doğrusu aklına mıh gibi çakılı kalan acı bir konu daha vardı: Osmanlı’nın eski günlerini yitirmesi ve onun yerini her yere ayrık otu gibi yayılan, baldıran zehri gibi sömürgeciliğini dünyaya yayan Britanya…
Sokaklarda İngiliz askerlerini gördükçe daima, “Şer cephesi her yana kök salıyor,” derdi. “Britanya demek koca şeytan demektir. Şer demektir. Hele Müslümanlar için en büyük düşmandır,” diye söylenerek içindeki öfkeyi daima dışa vurur, sayıklamadan edemezdi. Bunun dışında öfke nedir bilmezdi. “Ah Osmanlı,” diyerek bazen geçmişi aklına düşürürdü. Ancak bu hatırlamanın, geçmişi anmanın günümüz için bir faydası olmadığını da gayet iyi bilirdi. Eski günlere dönmek için çok çalışmak lazım geldiğini belirtirdi. Etrafındaki herkese daima dikkatli olmak gerektiğini anlatırdı. Osmanlı’nın bir gün yine o eski ihtişamlı günleriyle birlikte geri geleceğine yürekten inanırdı.
İngiliz işgali altındaki Mısır’da, Osmanlı ahalisi çok zor durumdaydı. Zira İslâmiyet’in silinmesi, karalanması için Britanya Propaganda Servisi çok sıkı çalışıyordu. Sahte dervişlerle, hocalarla İslâmiyet’in iman esaslarını bozuyorlar ve halkın imanını ilmik ilmik çözüyorlardı. Firavunların imanını Mısır’da yeniden yaymak istiyorlardı. Kaç defa Şeyh Mansur’a da kendileri için çalışması gerektiğini söylemişler, hatta tehdit bile etmişlerdi. Ama o tehditlere kulak asmamış, doğru bildiğini söylemekten, öğretmekten geri durmamıştı:
Ben Müslümanım ve Osmanlı’ya bağlıyım. Bağlılığım ölene dek sürecek. Ne İslâm ne de Osmanlılar aleyhinde bana tek bir kelime ettirebilirsiniz. Bu benim hayatıma mal olsa bile,” diyerek kararlılığını belirtince, Şeyh Mansur bir daha İngilizler tarafından rahatsız edilmemiş ama göz hapsinde tutulmaya ve izlenmeye devam edilmişti.
Aslında Şeyh Mansur mahalleli için sırlarla dolu birisiydi. Az konuşan, başkasının işine asla karışmayan, ilim, irfan öğrenmek ve öğretmek için çalışan garip bir derviş olarak bilinirdi. Üstelik Sudan’dan çok uzun yıllar önce Mısır’a göç etmişti. Neden Osmanlı’ya bu derece bağlı olduğu konusu herkesin merakını kamçılıyordu. Bu gizemi öğrenmek için defalarca kendisine soru soranlara her seferinde kör bir inatla susmuş, muhataplarına asla cevap vermemişti. Her geçen gün baskıyı artıran İngilizler, kendisini bir başına bırakmak için Şeyh Mansur’a bağlı insanları altınla kandırarak ondan uzaklaştırmışlardı. Hatta birkaç kez kaza süsü verilerek öldürülmesi gündeme gelmiş ancak bunun Mısır’da bulunan Müslümanlar arasında nefret uyandıracağına, bu yüzden birliklerini korumak için daha gayretli olacaklarına inanıldığı için de suikasttan vazgeçilmişti. Daha sonra onun Osmanlı Devleti adına casusluk yaptığını yaymışlar ama kimseyi inandıramamışlardı…
Şeyh Mansur daha da yalnızlaştırılmalıydı! Küçük evinin girişinde Osmanlı devlet arması ile Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı dönemini yansıtan, üç kıtaya yayılmış bir harita asılıydı. Bazen koca haritanın önüne geçip bakan Şeyh Mansur’un gözleri sık sık İspanya’ya kayar, Endülüs’e, Granada’ya takılır ve öylece kalakalırdı. Yine bir gün evin sofasında Kur’an-ı Kerim okurken dış kapının vurulduğunu duydu. Ayeti okuyup bitirince kutsal kitabı kapattı. Üç kere öpüp alnına götürdü, sonra telaşsızca kapıya yöneldi. Daima açık duran tahtadan kapısını hafifçe araladı. Karşısında bir İngiliz subayı gülümsüyordu. Bu duruma şaşıran Şeyh Mansur subaya dikkatlice baktıktan sonra merakla sordu: “Buyurun, bir şey mi istiyorsunuz?” “Sizi görmek istedim. Sizden övgüyle söz ettiler.”
Övgü kullara değil, Allah’a özgüdür.”
“Mısır’da hakimiyetimiz her geçen gün artıyor. Siz de bize katılsanız, bizim için çalışsanız sizi altına boğardım.”
Şeyh Mansur bu sözlere güldü:
“Benim altınla işim olmaz. İnsanlığın bidayetinden nihayetine dek o madenin üzerinde pek çok kan lekesi vardır ve olacaktır… Ben ellerimi o madenle kirletmek istemem. Ondan kimde çok ise onun elleri bilin ki kirlidir. En önemlisi kanlıdır. Kanda ellerini yıkamıştır. Sizin de elleriniz kanlıdır komutan. Aç avucuna bak. Hindistan, Mısır Müslümanlarının kanı bulaşmıştır.
Bu kanı hiçbir dönemde ellerinizden temizleyemeyeceksiniz. Ruhunuza bile kan kokusu sinecek. Biliyorum, bir gün, ki ben o günleri göremem, üç yüz milyon Müslüman kanında o güneş batmayan Britanya boğularak batacak.”
…