Yürekte Büyümek | Ahmed Günbay Yıldız


İSTANBUL

İstanbul!.. Osmanlı mimarisini yorumlayan bir şaheser… İstanbul, suskun medeniyetlerin mozaiğini, bütün ihtişamıyla konuşturan şehir… İstanbul, sanat estetiğini, geçmişinden günümüze bütün esrarıyla ve incelikleriyle taşıyan, hülyaları renklendiren efsane şehir… Adına, nice romanlar şiirler, hikâyeler yazılmış… Geçmişten günümüze milyarlarca insanın hatıralarının sindiği, üzerinde asırların yorgunluğunu daha yakası açılmadık sırların hüznüyle taşıyan, gizemli, mağrur ve ketum bir şehir… Peşinden koşacakları, hayalleri bile olmayanların, hayatı kucaklayamayacakları bir gerçek… Yaşadığımızı sandığımız uykudan, çözemediğimiz gizemlerle uyanırız sık sık… Daha efsunlu ufuklar aralanır gözlerimize, uçarı kelebekler gibi… Bazen, tam aksine bir dünya çıkar karşımıza. Her şey yolunda ve pürüzsüz derken; asude bir ritimle akıp giden hayatın düşsel kırıklığına uyandığımızda, bir de bakmışız arzularımız en demli yerinde hançerlenmiş… Bir de bakmışız ki, yazgımızın görünmeyen eli, hiç acımadan değiştirmiş kurgularımızı…

Dolular vurduğunda çiçeklerimizi ve baharlarımıza zamansız düştüğünde hazan ve imkânlar elimizden alındığındaki yıkılışımız! Öfkeye, karamsarlıklara hatta isyanlara yol açar kabarışlarımız. Unuturuz, verilen hayatın içinde her şeyin gönlümüzce sürüp gitmeyeceğini ve arzularımızın ötesinde bir dünyada açılınca gözlerimiz, en sert kayaları parçalar, en katı kalpleri yumuşatır feryadımız…

Uzaklarda efkâr bastı gönlümü, İstanbul ağlıyor, ben ağlıyorum…

Kem talihim keskin atmış düğümü, İstanbul bağlıyor, ben bağlıyorum…

Küf yeşili akşam denizde sular, Yakamozlar da biçti dalgalar, Nemrut ateşine düştü duygular, İstanbul dağlıyor, ben dağlıyorum…

Ferit Bey bugün işe gitmemişti. Günlerdir yuvalarında esen hüzün rüzgârları nihayet onları bir karar almaya zorlamıştı. Yedi yıllık evlilerdi. Bütün çabalarına rağmen çocukları olmamıştı. Doktorlarının her ilâcı denemelerine rağmen, tedaviler de olumlu bir netice vermemişti. Doktorların söyleyişine bakılırsa Nâlân’ın dünyaya çocuk getirebilmesi ancak mucizelere bağlıydı. Birbirlerini seviyorlardı. İkisi de ayrılığı akıllarından bile geçirmiyorlardı. Erkeğine karşı duyduğu suçluluk hissi, onu aşırı duygusallıklara ve zaman zaman huzursuzluklara kadar alıp götürüyordu…

Sana bir çocuk bile veremiyorum. Tıbbın verilerine göre bile imkânsızmış… Ferit içli bir bakış bırakıyordu her defasında Nâlân’ın gözlerinde… Sesinin tonu, bakışlarındaki hassasiyet kadar sanatsal bir inceliği de taşıyor…

Bana yüreğini verişin yetmez mi? Bugün yine efkâr doluydu yüzü, hüznün gamzeleri batıyordu yanaklarında; eşinin gözlerinin derinliklerine inerken… Derunî bir dille kendini ifadeye çalışıyor, yüreğinin el değmedik gizlerini açıyordu Ferit’e… Güneş’in okşamadığı tomurcukların, çiçek açmadıklarını söylerler… Ben güneşin ulaşamadığı mesafelerde hissediyorum kendimi… Bilirim ki, meyvesiz ağacı sadece gölgesi için tutmazlar. İçten, derin bir bakış bırakıyordu Ferit, Nâlân’ın gözlerinde.

Adeta onu yeniden keşfedercesine inceliyordu. Aşk, diye adlandırdığımız olgu. Hani, bazılarına göre arzuların doyum öncesinde vazgeçilmesi mümkün gibi görünmeyen hislerle kalpleri birbirlerine kenetleyen, duygu yoğunluğu!.. İşte sen, öncesinde ve sonrasında yüreğimde aynı heyecanla yaşayan ve hiç eskimeyen tutkumsun… Seni meyvesiz de seviyorum ben…

Hayat, hüzünle sevincin arasındaki umutlardan ibaretse unutmamalısın; ona birlikte, aynı coşkularla gülümsemeyi başaramazsak, yaşamın hiçbir anlamı kalmaz… Bir şeyler sezmişti konuşmalarından, biraz daha dikkatle bakıyordu gözlerine… Sessiz sessiz sızan yaşlar asılıyordu kirpiklerinin uçlarına… Sükutun hüznüne kapılmış yoğun bir sağanağı andırıyordu gözleri… – Beyninden silemediğin o buruklukla birlikte yaşamaya alıştığını biliyorum, ancak şu anki hassasiyetin benim tahmin ettiğimin de üzerinde.

Söyler misin Nâlân, “Hayata yeniden tutunmak” derken neleri
kastediyorsun?
– Beni yadırgamayacağını bilsem.
– Kesinlikle yadırgamam. Şu an, içinden geçenleri bilmek istiyorum…
– Kendimi aylardan beri hazırladığım ve ona iyiden iyiye alıştırdığım bir konu var kafamda.
– Neymiş o?
– Aramızda, yeni bir yüz görmek arzusu.
Derin bir nefes çekiyordu Ferit ciğerlerine:
– Anlayamıyorum seni…
Olmuyorsa, nasıl katılır ki aramıza?

Yüz hatlarında mahcubiyeti alevlendiren çizgiler belirmişti. Başını hafifçe önüne eğmişti utancından ve gözlerini Ferit’in gözlerinden kaçırmıştı… Buğulu bakışlarını ayaklarının uçlarına indirmişti konuşmadan önce… Hassas bir fısıltı vardı dudaklarında:

– Evlatlık!
Nâlân’ın gözlerini arıyordu. Onun başı öne eğikti ve belki de
korkuyordu gözlerine bakmaktan…
Ruhi bir dağınıklık içindeydi Ferit’in düşünceleri:
– İnanamıyorum buna.
– Oysa bu tek çaremiz artık.
– İnan, artık anlamakta bile zorluk çekiyorum seni.
– Bunda şaşacak ne var ki?… Ümitler tükenince başka arayışlar
da devreye girmez mi?
– Neler düşünmektesin öyle?
– Bir kız çocuğunu evlat edinmek. Onu büyütmek ve en azından onda tatmak evlat sevgisini. Sonra da gelin eder göndeririz.

– Bütün istediğin bu mu?
– Sen de istersen tabii…
– İyice düşündün mü?
– Çok.
– Bu hususu değişik açılardan da incelediğine ve anlamlı bulduğuna inanıyor musun?
– İnanıyorum tabii.
– Ama o hiçbir zaman bizim parçamız olmayacak.
– Başka çaremizin kalmadığını söylemiştim ya. Bu gibi hususlarda
günümüzde ve geleneğin dünyasında başvurulabilen tek çözüm gibi
görünüyor…
– Bilmem, bu çarenin içinde sanki birtakım yanlışlıklar var.
– Bir çocuğa bakmak, onu hayata hazırlamak için yardımcı olmak…
Ne kötülük olabilir ki bunun içinde?
– Doğrusunu istersen, bu konuyu daha önce hiç ama hiç düşünmemiştim.

Gelirimiz, yerinde… Koskoca bir holdingin koordinatörüyüm bugüne bugün. Çok sevdiğim bir eşim ve bir işim var sonuçta. Bir çocuğu hayata hazırlamayı çok istiyorsan; kolayı var bunun… Burs veririz, bütün masraflarını karşılarız gerekirse. Üstelik onu yuvasından bile koparmadan… Böylesi, daha da iyi olmaz mı sence? Çiçeği dalında severiz, demek istemiştim…

– Arzum, kendi kucağımda ve yuvamızda bir çocuk büyütmek.
Beni kırmazsan şayet…
Ferit duraklamış, düşünme payı çalmıştı zamandan:
– Bu sence, olmazsa olmazı mıdır hayatın?
– Her kadının gönlünde annelik duyguları vardır.
– Pekâlâ. Var mı hazırda bir şey?

Sevinçten uçacak gibi olmuştu Nâlân. Gözleri buhar buhar kaynamıştı… Hüznüne rağmen yüzünde serin bir rüzgâr esmeye başlamıştı… – Şimdilik yok. Ama şu an için kabul edişin bile yeterli benim için… Yuvaya gideriz birlikte. Evlat edinmenin şartlarını sorar öğreniriz. Bize bir çocuk önerirler sonuçta…

YUVA

Az önce başlayan yağmur dinmişti… Bulutların çözülerek kaybolduğu gökyüzü, dünyaya yeniden dost ışıklarıyla gülümsemeye başlamıştı. Buna rağmen, yer ve gök, caddedeki trafik, hatta havada kanat çırpan kuşlar, Marmara’nın sularına dalıp çıkan martılar, Nâlân’ın bakışlarında her şey hüzün rengindeydi… Kendi arzusuyla düştüğü yolda, içinde garip bir his vardı adını koyamadığı… Ferit, sakin ve suskun bir gönülle yoğun akan trafiğin arasında direksiyonun başındaydı.

Evden çıkmadan önce, firmanın halkla ilişkiler müdürünü arayıp biraz gecikeceğini söylemişti. Çocuk yuvasına geldiklerinde saat dokuz kırk beşi gösteriyordu… Aracı müsait bir yere park edip eşiyle birlikte inmişti… Aracın bagajını açtı, yuvadaki çocuklar için aldıkları hediyeleri indirmeye çalıştı…

Nâlân’ın gözlerine baktı, morali bozuktu ve bu hali Ferit’i şaşırtmıştı: – Sevinirsin, diye düşünüyordum ama benzin uçuk ve bakışların hüzün dolu. “Neden geldik ki buraya” diyen bir edası vardı tavırlarının…

– Heyecanlıyım sadece.
Ferit bagajdan aldığı paketleri güçlükle almıştı kucağına. Yerde
kalanları, kafasıyla işaret etti Nâlân’ın alması için.
– Alabilecek misin kalanları?
Hâlâ anlam veremediği bir hızla atıyordu kalbi. Kendini toparlamaya çalıştı… Dermanı kesilen bacakları, zor taşıyor gibiydi bedenini…
Dizlerini güçlükle kırarak çömeldi yerdeki paketleri alabilmek için
– Tamam alabilirim.
Binanın açık duran cümle kapısından birlikte girdiler…
Ferit, danışmadaki görevliye, meramlarını kısaca anlattı:
– Çocuklar için hediyeler getirdik, ayrıca müdürle de görüşmek
istiyoruz.
– Biraz bekleyebilirseniz Müdire Hanım’a haber vereyim.
Görevli, telefonun tuşlarına basıp müsaade istiyordu:
– Müdire Hanım, ziyaretçileriniz var efendim.
“Kimler” sorusunu cevaplandırdı peşinden:
– Çocuklara hediyeler getirdiklerini söyleyen bir çift. Sizinle de
görüşmek istiyorlarmış.
“Gelsinler” sinyalini almıştı görevli.
– Tamam efendim. Müdire Hanım sizleri odasında bekliyor. Biraz
yürüyün sağdan ilk kapı…
Kucaklarındaki hediyelerle birlikte gelmişlerdi Müdire’nin odasına…
Orta yaşlı bir hanım, makamında karşılıyordu onları…
– Aman efendim niçin zahmet ettiniz böyle. Hizmetli taşırdı.
Ferit muhatap olmuştu Müdire ile:
– Fark etmez Müdire Hanım, getirdik nasılsa…

Ellerindeki paketleri bırakmaları için yer göstermişti önce:
– Şu kenara lütfen…
Paketleri kucaklarından bırakan çift, derin bir nefes alıyordu…
Müdire Hanım önce Nâlân’a uzatmıştı elini:
– Hoş geldiniz efendim. Ben buranın Müdiresi Mahinur…
Tanışıp tokalaşmışlardı ve oturmaları için yer göstermişti Müdire
Hanım misafirlerine…
– Şöyle buyurun lütfen…
Makamına geçmişti ve ikram için soruyordu:
– Ne içeriz?
Nâlân:
– Sağ olun Müdire Hanım. Fazla vaktimiz yok. Çocukları ziyaret etmek için gelmiştik. Hediyelerimizi kendi ellerimizle dağıtmak
mümkünse şayet?
İtiraz etmemişti Müdire:
– Neden olmasın. Memnuniyetle.
Soluklanmalarına rağmen, yenemediği heyecan yüzünden sesi hâlâ titrekti:
– Başka bir maruzatımız daha var bizim.
– Buyurun, sizi dinliyorum.
– Biz çocuksuz bir aileyiz. Şartlarımız evlat edinmek için uygun…
Ama yine de sizinle istişare edip, şayet bir mani yoksa müracaatımızı yapıp evlat edinmek istiyoruz.
– Onları konuşuruz. Önce hediyelerinizi dağıtın ve arzuladığınız
çocuk olursa ona da şimdiden bakın isterseniz. Şartlarınız, dediğiniz gibi uygun olursa, neden olmasın?
Gülümsemesine rağmen buruk bir sevinç dalgası yayılmıştı yüzüne.
– Teşekkür ederiz.

Üç, altı yaş arası olan çocukların bulunduğu salondalardı. Bakıcı anneler ilgileniyorlardı çocuklarla. Bu tür ziyaretlere alışıklardı çocuklar. Onlar içli bakışlarla süzüyorlardı misafirler. Kendilerini oyuna kaptıranlar ve hicran yağmurları gibi gözlerinden yaşlar akıtanlar, huzursuz gönüllerle bir köşede oturanlar, şakalaşıp kahkaha atanlar, her cinsten insan psikolojisinin yaşandığı yerdi salon… İnanılmaz bir manzara vardı önlerinde. Çocuklar için aldıkları paketleri getirmişti peşlerinden hizmetli.

Gözler, bir an aynı noktada buluşmuştu… Ağlayan çocuklar bile susup dikkat kesilmişlerdi… Nâlân, o hazin manzaraya vermişti kendisini. Ağlasa olmuyor, gülse olmuyor acı acı yutkunup duruyordu, onları seyrederken… Başlarına üşüşen çocukların davranışları etkilemişti Nâlân’ı. Bunlar, ayrı ayrı hayat hikâyeleri olan çocuklardı. Bir bakıma kaderlerine terk edilmişlerdi hepsi de…

Ayakta durmak zorunda olduklarını, daha bu yaşta işlemişlerdi beyinlerine ve mücadele etmeyi… En önde olmak için çabalıyordu hepsi de… Paketler açılmış, oyuncakları dağıtılmış ve çikolataları verilmişti ellerine… Sevinçleri bile buruktu onların. Misafirler ve Müdire Hanım, çocuklarla alışverişin en demli anındayken, şık giyimli bir hanımefendi girmişti salonun açık duran kapısından… Elinden sıkı sıkı tuttuğu, beş altı yaşlarında gösteren bir kız çocuğu vardı yanında…

Müdire Hanım’la göz göze gelmişti yeni gelen misafir. Bir an çocuklarla ilgilenmeyi kesip göz göze geldiği hanımefendiyle ilgilenmeye başlamıştı müdire…

– Hoş geldiniz efendim.

  • Hoş bulduk Müdire Hanım.
    Misafirin elinden tuttuğu kız çocuğuna bakmıştı. Yanaklarından
    öpüyor ve ona sesleniyordu:
    – Hoş geldin Esra.
    Mahcup kısık bir sesi vardı çocuğun:
    – Hoş bulduk.
    Elini öpmüştü çocuk. Müdire dikkatle bakıyordu çocuğun gözlerine:
    – Nasıl, annenden memnun musun kızım?
    – Evet, efendim.
    – Arkadaşlarını özledin mi?
    – Evet, müsaade ederseniz onlarla oynamak istiyorum.
    – Elbette evladım. Hadi durma o zaman.

Esra, annesinin elinden kurtulur kurtulmaz, çocukların arasına karışmıştı… Az önceki coşku, bir şeyler kapabilme yarışı durmuştu… Esra sevdiği arkadaşlarını arıyordu aralarında. Yuvadan evlatlık verileli on gün olmuştu. Anlaşılan, çok özlemişti arkadaşlarını. Birbirlerine sarılışları, öpüşmeleri, duygusallıkları yüreklerde zirvelere taşıyordu… Nâlân, çok anlamlı bir seyre dalmıştı…Hediyelerden hemen sonra, farklı gruplar kurulmuştu çocukların arasında… Nâlân, bütün ayrıntıları gönül gözüyle incelemeye almıştı.

Sence şu çocuk nasıl?
Beş, altı yaşlarında bir kız çocuğuydu gösterdiği.
Ferit, çocuğu inceledikten sonra cevaplıyordu eşini:
– Bilmem, hangisine gönlün daha çok ısınıyorsa…
Müdire Hanım, yeni misafiriyle sohbetteydi. Aklına bir fikir gelmişti… Yüksek bir sesle herkesin dikkatini üzerine çekiyordu:
– Çocuklaaar!
Bakıcı anneler de dikkat kesilmişlerdi Müdire Hanım’a… O, sürdürüyordu konuşmasını:
– Herkes buraya toplansın bakalım.
Bakıcı anneler çocukları uyarıyor ve toplanmaları için yardımcı oluyorlardı.
Aralarında çatlak sesler çıkıyor olsa bile, sonunda Müdire Hanım ve misafirlerin karşısında toplanmışlardı.
– Esra, gel bakalım yanıma.
Esra, arkadaşının omzunda duran elini çekip, Müdire Hanım’ın yanına sokulmuştu. Yeni anne de yanlarındaydı…
Nâlân ve Ferit neler olacağını merak etmişti. İkisi de pür dikkat
seyirdeydi…

Müdire Hanım, Esra’nın ellerinden tutup, önünde çömelerek durmuştu. Esra’nın gözlerinin içine derin, şefkat ve sevgiye bürünmüş anlamlı bir bakış uzatmıştı:

– Söyler misin Esra, sence evlatlık ne demek? Yüzündeki sevinç bile uçmuştu farkında olmadan. Mahmurlaşan gözlerinde buğular tütsü tütsü kaynaşıyordu… Yüzünü kuşatan ifadede ve sesinin tonunda ezginliği hissedilir bir inceliğe sarılmıştı… İçli bir ritimdeydi sesinin tonu:

– Evlatlık, annenin karnında değil de, yüreğinde büyümektir efendim… Müdire Hanım, çömeldiği yerden, çılgınca bir alkışın başlaması için şaplatıyordu ellerini…

Müstahdem, bakıcı anneler ve çocuklar da kaptırmışlardı bu havaya kendilerini. Nâlân, alkış için katılmayı bile düşünememişti heyecanından. O, buruk duyguların insanıydı… Ruhunda sürekli hissettiği eksiklik duygusu şu an biraz daha ön plâna çıkarmıştı kendisini… Alkışı hak eden o çocuğun düşüncelerinin arka bahçesini meraktaydı belki de…

“Annenin karnında değil de yüreğinde büyümek” Nâlân, çok farklı dünyaların içindeydi… Sözle yüz ifadesinin arasındaki çelişkilerdeydi beyni… Bakışların dili, beden dili ve sözcükleri oluşturan harflerin dili uyumsuzluk içindeydi.

Bu çocuk, yüreğinin dünyasında fark edilebilen bir çelişki miydi? “Annenin karnında değil, beni hayatına alan insanların yüreklerinde büyümek…” Ferit’in söylediği gibi, “Çiçekler dallarında mı sevilmeliydi” yoksa? Mutluluk görüntüsü verebilmek için çırpınan bu çocuğun gözlerindeki buğu, neyin ifadesiydi? Yüzündeki boğuntunun nakışlarına rağmen “Yürekte büyümek?”

Bugün, İstanbul ufukları hüzünlü… Hicaplı bir yüz gibi al al benekler serpilmiş gökyüzüne…

Akşam vedasını seyreden denizin sularına sanatsal figürleriyle bir ısmarlaşma seremonisinin kızıllıkları düşmekte… İstisna-i mücevherlerin parıltılarından bir fon oluşturmakta; batı yakasında alev alev tutuşan Güneş…

Nâlân’ın gamlı bir gönlü var bu günlerde… Pencerenin kenarına oturmuş dışarıları seyrediyordu… Ferit yoğun bir iş programının sinyallerini vermişti az önce telefonla, akşam eve geç geleceğini söylemişti ona.

Aslında çocuk yuvasını ziyaretinden sonra, heyecanını pek dengeleyememişti. Aralarına bir bireyin daha katılması için sürdürdükleri hazırlık, kalbinin atışlarını bile değiştirmeye başlamıştı. Yüreğinde bir evlat büyütecekti ve artık ona kimse “Meyvesiz ağaç” diyemeyecekti… Dahası, yuvalarına alacakları çocuk ona “Anne” diye seslenecekti… Kalbinde yılların özlemi olarak taşımıştı bunu… Daha şimdiden hülyalarının renkleri bile değişmeye başlamıştı… Yeni, çok farklı bir dünyanın kurguları vardı kafasında… Henüz tam anlamıyla şekillenmemiş hayallerin yorgunluklarıyla kıvranıyordu…

İsmi ne olmalıydı? Sarışın mı, esmer mi? Kız mı, oğlan mı? Yeşil gözlü mü, yoksa ela gözlü mü olmalıydı? Daha neler neler… Dev şehir, koyu gölgelerin kucağındaydı. Sokak lambalarının fersiz ışıkları loş bir aydınlıkla varlıklarını hissettirmeye yeni yeni başlamışlardı… Pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyordu… Ferit, bu akşam geç geleceğini söylemişti.

Nâlân, sabırsız bakışlarıyla, dışarıdan gelmesi muhtemel birini bekliyordu… Ekrem! En küçük kardeşleriydi… Birbirlerine düşkün bir aile yapıları vardı. Babası, annesi ve abisi, onlar Ankara’da yaşıyorlardı…

Benzer İçerikler

Dün ve Ferda | Erendiz Atasü

yakutlu

Hikayem Paramparça

yakutlu

Sultan – Bir Kanuni Romanı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy