Erzurum’da hikâyelerin, masalların, destanların anlatıldığı, şiirlerin okunduğu, ilim dolu sohbetlerin edildiği mütevazı ama mutlu bir köy: Pinaduz…
Cihan Harbi bütün şiddetiyle dünyayı kasıp kavururken bu huzurlu köyün etrafını acımasız postallarıyla saran Rus birlikleri ve hain Ermeni çeteleri… Pinaduz’u ve köyün delikanlısı Bekir’i bekleyen felaketler…
Rusların esir aldığı Bekir hastalığı, işkenceyi, ölümü, soğuğu, açlığı yaşar; insanlığı sorgular, imanına sığınır. Ve unutulmaz bir esaret destanı başlar…
Ölümün ve yokluğun kucağında imkânsız bir aşk hikâyesi dahil olur bu destana.
Bekir’in ise gönlünde sonu bilinmeyenlerle dolu, başarması pek de mümkün görünmeyen ama her şeyden çok istediği “dönüş” vardır.
Nurullah Genç’in dedesinin yaşam öyküsünden esinlenerek kaleme aldığı Yollar Dönüşe Gider, savaş, sürgün, gurbet, esaret, hasret, hastalık, yakınlarının ölümü gibi insanoğlunun yaşayabileceği en ağır travmaları yaşayan birinin karakteriyle, yetiştiği kültüre dayanarak, Allah’a ve imanına sığınarak bu ıstırapların en korkunç halleriyle nasıl başa çıktığının hikâyesi.
Bahar mutluluktu. Pinaduz köyünün ezici mahrumiyetlerine rağmen, mutlulukla gelmişti bahar. Yine çiçekler, yine börtü böcek, yine hayatın bozkırda nefes alıp veren binbir esrarı. Rengârenk bir tabiat manzarası olurdu bahar Pinaduz köyünde. Her çiçek, Bekir’in gönlünde yeri doldurulamayan izler bırakırdı. Çiçekleri çok sever, onlara bakar, onlarla konuşurdu. Böylesine tutkundu kâinata ve onun güzelliklerine. Yemyeşil çayırlar, altın sarısı tarlalar rüzgâr estikçe âheste âheste dalgalanır ve ruhunda hoş bir esinti meydana getirirdi. Soğuk sulu gözeler, yanık tenli çobanları beklerdi gün boyu. Onların alev alev yanan yüreklerini ferahlatır, içlerine su serperdi. Vurdumduymazdı zaman; akardı alabildiğine, hız kesmeden, eyvallah demeden. Gün gelecek güneşin yakıcı kolları arzı sımsıkı saracak ve kirli sarıya bürünecekti toprak. Yeşil olan ne varsa kuruyacaktı ve üşümeye başlayacaktı gecenin sırtı. Bulutlar, buz tutan birer pamuk döşek gibi serileceklerdi gökyüzüne. Bir ucundan diğer ucuna donduracaklardı gökyüzünü. Rüzgâr karla kapatırken evlerin yollarını, iki kelimenin ezgisi dolaşacaktı Pinaduz köyünün sokaklarında: Bahar mutluluktur.
Bir kâbus muydu bu? Umudun ve umutsuzluğun günleri beraberinde sürüklediği bitmeyen bir kâbus! Umudu kendisine yakıştırıyordu, ama ya umutsuzluk? Nadiren de olsa, ortada hiçbir sebep yokken umutsuzluğa kapılması neyin işaretiydi? İçinde bir yük vardı ama ne olduğuna bilmiyordu. Ruhunda bir daralma hissediyordu ama bunun sebebine dair hiçbir fikri yoktu. Böylesine iç açıcı olmayan düşüncelerin pençesinde kıvranırken, bembeyaz bir örtüyle kaplı Aşağı Pasin Ovası’na, onu iki yönlü saran ve yer yer karartılarla dolu irili ufaklı dağ silsilesine takıldı gözleri. İnsanın içini ürpertiyle dolduran bir görüntüsü vardı dağların. Hava kapalıydı, soğuk ve sessizdi.
Kısa bir süre içinde varını yoğunu ortaya dökecekmiş gibi esrarlıydı. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Hafif ama yakıcı. İçe işleyen. Yakasına sarılıp bir daha gitmeyen. Tutucu, yapışkan bir rüzgâr. Bulutları, gönlüne çekilmiş siyah bir perde gibi hissediyordu. Biliyordu ki: Her zaman böyle değildi Bekir. Bugün daha bir başkaydı nedense. Duruşu, bakışı hüzünlü, sessizliği dokunaklıydı. Bazen saniyeler boyu bir noktaya bakmakta, bu bir noktada ruhunun çırpınışlarını seyretmekteydi. Gözleri kendiliğinden büzülüyor, yavaşça kapanıyordu göz kapakları. Uyayacakmış gibi bir görüntüsü vardı ama uykusuzdu. Nedenini bir türlü anlayamadığı, yüreğini oylum oylum kemiren melun bir can sıkıntısı yakasına yapışmış, bütün benliğini örseliyordu.
Ve yine biliyordu ki: Bekir üzüntüye, kara kara düşünmeye aşina olmayan biriydi. Tedbiri eksik etmeyen, takdire boyun eğendi. Daha on sekizinde bir civan olmasına rağmen hayatı kavramaya çalışan; gecenin ve gündüzün, sevginin ve nefretin, ölümün ve ebediyetin esrarını anlamaya gayret edendi. Öyle ise neydi bu? Elinde olmadan neden darağacında hissediyordu kendisini! “Rabbim,” dedi içinden. “Ey Kâinatın yaratıcısı Rabbim! Kalbime ferahlık, ruhuma genişlik ver! Beni bu baş belası, bu günlerdir içimi oyan sıkıntıdan kurtar! Bütün fenalıklardan koru! Rabbim; sen en büyüksün!..” Gözleri bir yay çizerek Aşağı Pasin Ovası’ndan ve dağlardan ayrılıp Pinaduz Köyü’nün eteğine kurulduğu Ziyaret Dağı’nın sağ tarafındaki uçuruma ilişti. Heybetli kayalar arasında yükselen iki uzun çam ağacının yeşil yapraklarında gezindi kısa bir süre. Sonra ani bir kaymayla ağaçlardan sıyrılarak bulutlara tırmandı. Kavisler çizerek yavaş yavaş ufuklara yöneldi. Tekrar uçuruma döndü ve o iki çam ağacına sabitlenip kaldı gözleri. Buz tutmuş bir taşı kopardı yerden. Karşısındaki duvara fırlattı. Duvardaki sıcacık yuvasının girişinde arada bir öten serçe panik içinde havalandı. Onun, kanatlarını çırparak boşlukta şaşkın şaşkın dönüp durması ve son çare olarak yuvasına sığınması dikkatini çekti Bekir’in. “Neden böyle aniden öfkeleniyorum? Eve gidip biraz uyuyarak bu korkunç can sıkıntısından kurtulabilirim belki!” diye geçirdi içinden. Hava ne yağıyor ne de açıyordu. Çömeldiği ahır duvarının dibinden çevik bir hareketle kalktı. Eve doğru yürüdü. İçeri girdiğinde, alaca renkli ev kedisi ayaklarına dolaşarak koşar adım yatak odasına gitti. Ortalık sessizdi. Misafir odasında, girişte solda kalan yatağa besmele çekip uzandı. Karşısındaki duvara asılı Kur’an-ı Kerim’i görünce tuhaf bir duygu saplandı kalbine. Hemen toparlandı ve oradan ayrıldı. Yatak odasında, yerdeki iki minderi birleştirerek sırtüstü uzandı. Anasının mor ehramını çekti üzerine. Sol kolunun dışa doğru yan tarafı seğiriyordu. Bunun neye işaret olabileceğini düşündü bir süre. Birkaç dakika içinde uyuya kaldı. Odanın penceresinde şöyle bir görünüp kayboldu güneş. Alaca kedi gelip Bekir’in yanına çöktü, pençelerini kıvırarak altına aldı ve gözlerini yumdu… “Ben Rus Çarı Nikolay; Osmanlı ülkesi benimdir! Bütün Müslümanlar esirimdir!..” Tanımadığı bir yerdi burası. Karşısında yüce bir dağ. Çirkin ve heybetli bir adam dikilmişti dağın başında. Art arda sıraladığı sözlerin her harfi zehirli birer diken olup kalbine işliyordu.
Kulaklarının zarı yırtılacaktı neredeyse. Şiddetli bir kin bürümüştü gözlerini. Dağa doğru yürümeye başladı. Zorlukla attı adımlarını. Yürüdükçe toprağa saplandı. Ama hiçbir yılgınlık yoktu dünyasında. Titreyerek de olsa, yara yara ilerledi toprağı. Kan ter içinde kaldı adım adım. Dağ habire büyüyordu önünde. Adam habire büyüyordu. Düşmedi. İlerledi adım adım.
O yaklaştıkça dağ uzaklaşıyordu. İri iri açıldı gözleri. Nefesi daraldı ve çatlarcasına vurdu yüreği. Burun delikleri şişti, kırmızı birer elmaya döndü yanakları. Çirkin adam büyümüş, dağ kadar olmuştu artık. Sol elini Bekir’e doğru uzatarak bir şeyler söylüyordu. Parmaklarını gözlerine sokmak için uzatınca, korkuyla sarsıldı Bekir. Gözbebeklerine girmeden, sivri ve kanlı parmakları öfkeyle yakaladı. Şiddetle arkaya savurdu. Ok gibi fırlayıp uçtu adam. Uçarken küçülüp kaybolmuştu. Gözlerini yumup derinden bir nefes aldı Bekir. Öylece kaldı bir süre. Terden sırılsıklam olmuştu ve yarı yarıya toprağa gömülmüştü. Duyduğu bir sesle uyandı. Gözlerini açtığında, şaşırdı. Ama mutlu bir şaşkınlıktı bu. Çünkü her şey bambaşkaydı aslında ve gördüğü bir rüyadan ibaretti. Gözleri ışıl ışıl parlayan alaca kedi atıldı kucağına bir anda. Gülümseyerek baktı kediye Bekir. Başını kollarına sürerek miyavladı kedi.
Gülsüm Ana’nın, ruhunu büyüleyen, şefkat dolu sesiyle
uyanmıştı:
“Bekir, bir yerin mi ağrıyor kuzum?”
Yatakta dimdik doğrulurken, alaca kedi fırlayıp gitti. Kedinin arkasından şöyle bir bakan Bekir.
“İyiyim anacığım,” dedi. Gözlerini ovdu.
“Uyurken o yana, bu yana dönüyor, dişlerini gıcırdatıyordun. Yoksa hasta mısın, diye korktum.”
“Rüya görüyordum!”
“Hayrola! Neydi rüyan?”
“Hayır içinde olasın canım anam.”
Gördüğü rüyayı teferruatıyla anlattı Bekir. Heyecanı gözlerinden okunuyordu. Olağanüstü bir şeyler olacakmış gibi bir hissiyat uyandırdı anasında. Gülsüm Ana biraz düşündü; belirgin bir hüzün dalgası kapladı yüzünü. Gözbebekleri endişeyle oynadı yuvalarında. Sağına soluna bakınır gibi yaptı. Rüyadan tedirgin olduğu her halinden belliydi. “Allah Rusların gölgesini bile bize göstermesin yavrum,” dedi iniltiyle. “Babana anlat! Bilirsin; o rüyaları iyi tabir eder.” Yerinden kalktı Bekir. “Allah’ım, iyi ki rüyaymış!” diye geçirdi içinden. Hafifçe terlemişti. Vücudunu saran ürpertiyle birlikte endişeli ve şaşkındı. Anlamı ne olabilirdi şimdiye değin görmediği böyle bir rüyanın? Nikolay da kimdi? Şu andaki Rus Çarı mı yoksa? Babasına, köyde herkesin çağırdığı şekliyle Ali Bey’e sormalıydı.
O bilebilirdi belki de. Hafif kırmızıya çalan dolgun yanaklarını, zarif burnunu, geniş ve gün yakmış alnını ovdu. Omuzlarını aşağı, yukarı oynattı. Zeytin gözlerini, başının ağrısını atmak istercesine birkaç defa büzdü. İnce, pembe dudaklarının çevrelediği ağzı kıpırdadı: “Rabbim; sen hayra tebdil eyle!” Buğday rengi yüzünü sıvazladıktan sonra, başındaki beyaz takkeyi yana iterek simsiyah sık saçlarını parmaklarıyla taradı. Çevik bir hareketle kapıyı açtı ve biraz eğilerek odadan çıktı. Boyu bir metre doksan santim, ağırlığı seksen beş kilo civarında olmasına rağmen, gayet rahat ve hızlı hareket edebiliyordu.
Başının ağrısı ağır bir örtü gibi çökmüştü omuzlarına. Bir hafta kadar önce, Asiye Teyze’sinin Ruslar hakkında söylediklerini düşündü: “Ruslar gittikleri yerlerde taş üstünde taş koymazlarmış, kadınlara kızlara zarar verirlermiş, erkekleri toplayıp götürerek ömür boyu köle olarak çalıştırırlarmış! Gidenlerden çok az dönen olurmuş. Onlar gelmeden önce köyün güzel kadınlarının ve kızlarının yüzünü çirkinleştirmek gerekiyormuş. Bunun için kil, kül, çamur kullanılmalıymış. Daha neler neler!..”
O korkunç ses yeniden ve aynı ürperten haliyle kulaklarında yankılandı: “Ben Rus Çarı Nikolay; Osmanlı ülkesi benimdir, bütün Müslümanlar esirimdir!..” Öfkeyle sıktı yumruklarını. Adam ve sanki karşısında idi ve ona cevap vermesi gerekiyordu. “Bedenlerimizi çiğnemedikçe, vatanımızı elimizden alamazlar! Biz ölmedikçe, topraklarımızda yaşayamazsınız!” dedi, şırıltıyla akıp duran çeşmeye bakarken. Geniş omuzları kıpırdamadan yürüyordu. Üzerinde kalın boz bir ceket, siyah bir şalvar, başında beyaz bir takke, ayaklarında çarıklar bulunan bu yağız delikanlı, suyu diş donduran çeşmede elini yüzünü yıkadı. Uykusu tamamen kaçtı. Kenarları işlemeli mendiliyle kurulandı. Babasını bulmak için sokak aralarına daldı. Rüyasını ona da anlatacak, neye işaret olduğunu soracaktı. Bir yandan yürürken, diğer yandan “Bugün perşembe, akşam namazından sonra anama Yasin okumam gerekiyor!” diye düşünüyordu. Öyle ya: Kur’an okumayı öğrendiğinden beri her perşembe akşamı anasına Yasin okuyordu. Hem de o içe işleyen, o yanık sesiyle. Bugün perşembe olduğuna göre. Hem nasıl olsa ezbere biliyordu. Bir başladı mıydı, kısa sürede okuyup bitirirdi zaten.
Çerkez lakabıyla anılan amcası Yusuf’un evinin önünden geçerken, bu sefer de köy kadınlarının zaman zaman kendisi hakkında konuştuklarını düşünmeye başladı: “Tıpkı Yusuf Amcama benziyormuşum. Onun gibi yakışıklı, onun gibi güzelmişim. Aslında bana da Çerkez demeliymişler. Çerkezler güzel olurmuş. Yürüyüşüm Hasan Amcamı, gülüşüm Hüseyin Amcamı, hatırlatıyormuş. Kızdığımda ise, Ömer Amcam gibi burnumdan soluyormuşum. İlle de her hareketimi bir başkasına benzetecekler! Kadınlar işte! Çeneleri hızlı çalışıyor onların. Yok utangaçmışım, yok güzel olduğum söylenince, kızarıyor, hemen oradan ayrılıyormuşum. Ne yapayım yani? Haklısınız; ben çok güzelim mi diyeyim? Doğru: birinin burnu kanasa, yardımına koşuyorum. Birinin acı çektiğini öğrensem, yüreğim acıyla burkuluyor. Düşkünlere, darda kalmışlara yardım etmekten sevinç duyuyorum. Ama bütün bunları her önünüze gelene söylemeseniz, olmaz mı?”
Yeni yeni terleyen bıyıklarını ve sakalını sıvazladı. Aynı dalgınlıkla sokak aralarında yürümeye devam etti. Yaklaşık 40 kilometre uzağında bulunduğu Erzurum’un Pasinler ilçesine bağlı ve Aras Nehri’nin on beş kilometre kadar güneyinde olan Pinaduz köyü bağrına kurulmuştu Ziyaret Dağı’nın. Güneye doğru sağ yanında bir uçurum; uçurumda iki çam ağacı. Çocuklar çam ağaçlarını göstererek “hangisi erkek, hangisi dişi?” diye sorarlardı bazen. Pinaduz köyünün evleri de tıpkı diğer köylerin evleri gibi taş duvarlı, toprak damlıydı. Kara, tipiye, fırtınaya yağmura… karşı amansız bir mücadele veren bu evlerin sağında solunda ahır, samanlık, tandır evi gibi yapılar vardı. Sokaklar ya tozlu, çamurlu, ya da donmuş olurdu çoğunlukla. Köyün altındaki Şorpınar Çeşmesi daima şırlar dururdu… Köydeki dört sülaleden biri olan Dervişoğullarının Kerim’den, babası Ali Bey’in köyün bitişiğindeki Paço Tepesi’nde olduğunu öğrendi. O tarafa yürüdü. Etrafı seyrederken buldu babasını. Bekir’inki gibi siyah bir şalvar giyinmişti Ali Bey. Bekir’den daha uzun ve iri yarıydı. Ak saçlı, ak sakallıydı. Elâ gözleri gizli bir inanmışlığın, anlamlı bir tevekkülün izlerini taşıyordu. Şakak kemikleri belirgindi. Kırışık ve hafif çukur olan yanaklarında mavi damarlar göze çarpıyordu. Alnı açık, kulakları zarifti. Buğday rengi yüzünde, henüz Bekir’de bulunmayan bir olgunluk ifadesi vardı. Bekir, vücut yapısı yönüyle babasına çok benziyordu. Selam verip yanında durdu. “Aleykümselam, bir şey mi oldu Bekir?” Bekir gülümsedi. Simsiyah kaşları yay gibi gerildi. Babasını görmek her daim onda hoş bir güven duygusu meydana getirirdi. Yine aynı duyguyla doldu içi. Rüyasını anlattı.
Dikkatte dinledi Ali Bey. Yüzünün hatları daha bir belirginleşti; gözleri irileşti. Farkında olmadan yüzünü astı. “Moskof, Çar Nikolay, Kazaklar!” Doğu ufuklarına baktı. Sarığıyla oynadı. Sanki bir şeyler hatırlamıştı. Sorularla kaynaşmaya başladı içi. Yoksa gene eski acı dolu günlere mi döneceklerdi? 93 Harbi’nin acılarını yeniden mi yaşayacaklardı? Tekrar ihanet mi edeceklerdi Ermeniler? Neyin işaretiydi bu rüya? “İnşallah, rüyan hayra alâmettir oğlum,” dedi Bekir’e, gözlerinin derinliklerine inip, onlardan yayılan korku sinyallerini dağıtarak. Kısa bir süre daha doğu ufuklarına baktıktan sonra devam etti:
“İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel demiş: ‘Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.’ Sabredelim, bakalım neler göreceğiz!” Sarıkamış taraarını gösterdi. Sesi kalınlaşmış; yüzü sertleşmişti: “İşte, orada Moskof! Burnumuzun dibinde! Gelmesi zor değil. Bir de içimizdeki Moskof var! Ermeniler! İlk fırsatta sırtımızdan bıçaklarlar bizi. Onlara sakın güvenme oğlum! 93 Harbi’nde itimadımıza lâyık olmadıkları anlaşıldı. Bu nedenle onlara hiçbir zaman sır verme! Cephede Ruslara parolayı bildirip nice Müslüman askerin telef olmasına sebebiyet verdiler.
Ellerini açtı, sesi inceldi, yüzü yumuşadı: “Sen Müslümanları birlikten ayırma Allah’ım!” “Âmin,” dedi Bekir. Acıyla babasının yüzüne baktı. “Allah Teâlâ İnşirah suresinde, ‘Elbette zorlukla beraber bir kolaylık vardır,’ diye buyuruyor. Eğer bu rüya bir zorluğa işaretse, mutlaka bir kolaylığı olacaktır Bekir.” “İnşallah Baba! İnşallah!” “Şimdi git, Ömer Amca’nı bul! Bana bir emanet gönderecekti; al, getir! Seyfogilin Halit’ten bir inek satın alacağım.” Bekir başını sallayarak ayrıldı oradan ve sessizce yürüyüp gitti. Can sıkıntısından kurtulmuştu. Başının ağrısı hafiflemiş ve sanki koca bir yük kalkmıştı üzerinden. Bir yandan ayağının ucuyla karları savurarak yürüyor, diğer yandan zihnini dolduran ayet mealini tekrarlıyordu: “Elbette zorlukla beraber bir kolaylık vardır…”
Ömer amcasını buldu ve Ali Bey’in sözlerini iletti.
“Emaneti babana ben veririm,” dedi amcası.
Koşarak eve gitti Bekir. Gülsüm Ana kapıda karşıladı onu.
“Anacağım, açım!”
“Ayran aşı var kuzum. Koyayım da ye!”
“Çabuk anacağım, çok acıktım!”
“Taş olayım, seni şimdi doyururum yavrum!”
Sımsıcak çorba kondu önüne. Nasıl da buğuluydu! Nasıl da güzel kokuyordu. Kaşığı aceleyle daldırdı çorbaya ve tatlı tatlı yemeye başladı.
Alaca kedi sedirdeki mindere boylu boyunca uzanmış uyuyordu. Gülsüm Ana çorap örmeye başlamıştı. Ali Bey’i düşünüyordu bir yandan da. “Nerede kaldı da gelip yemeğini yemedi?” diye sordu Bekir’e. Bekir aralarında geçen konuşmayı anlattı. Ali Bey hâlâ Paço Tepesi’ndeydi. 1918 yılı Mart ayının ikinci pazarını çok dalgın geçiriyordu. Heybetli bir şekilde uzaklara bakıyordu. Yavaşça kıpırdıyordu dudakları. Sıyrılan çoraplarını çekmek için eğildi. Yüzünün mavi damarları daha da mavileşti. Göz kapakları gerildi; yanaklarının çukurları doldu. Beyaz yündendi çorapları. Her ikisinin de boğaz kısmına kırmızı birer gül işlenmişti. Gülsüm Ana’nın özel örgü işaretiydi bu güller. Çorapları çeker çekmez doğruldu. Yüzündeki mavi damarlar inceldi, yanakları eski çukurlaşmış halini aldı. Yumuşayınca gözkapakları, endişe ve yorgunluk hissettiren bakışları Sarıkamış dolaylarına dalıp gitti.
Hava açılmış, güneşin de tesiriyle ısınmıştı şimdi. Gök mavi, yer beyaz. Nasıl da yakışıyorlardı birbirlerine. Rüzgâr, Paço Tepesi’nin en sivri yerinde, kim bilir notaya dökemediği hangi şarkısını mırıldanıyordu. Bakışları aşağılara kayıyordu Ali Bey’in. Bu bembeyaz vadi, irili ufaklı tepeler, Aras Nehri’nin buzdan bir gümüş kemeri andıran cazip görünüşü, bu kıvrım kıvrım uzayan vefalı yollar, kim bilir kaç Rus’un iştahını çekmişti.
Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Az sonra zil sesleri, böğürmeler, melemeler, boynuz kütürtüleri, haykırışlar birbirine karışacak. Hayvanların su içme zamanı çünkü. Bekir çok sevdiği atı Yıldırım’ı ahırdan çıkaracak; güneşte gri rengiyle pırıl pırıl parlayacak Yıldırım. Başını göklere dikerek mutlu mutlu kişneyecek. Bekir sırtına biner binmez, uzaklarda şöyle bir gezinmek için uçup gidecek. Köyün sevilen dedesi Kadıgilin Şaban, elinde bakır bir ibrik, başında beyaz bir sarık, siyah kalın paltosunun içinde sallana sallana Paço Tepesi’nin arkasına doğru yürüyecek. Çoban köpeklerinin sesleri geliyor. Demek ki, Avcı Mehmet avdan dönüyor şimdi. Köpekler, avlanırken yardım ediyorlar ona. Biraz sonra elinde bir tavşanla, bir tilki ya da bir vaşak derisiyle ve gözleri ışıl ışıl parlayarak veya elleri bomboş, başı önüne eğik, gözleri sönük, yürüyüşü bitkin; avdan avsız dönmenin üzüntüsüyle evine girecek. Belki de birkaç gün ava gitmeyecek.
Köyün orta yaşlı, cesur imamı Molla Şükrü, mescit olarak kullanılan köy odasının bacasına çıkıp o yanık, o tatlı ve içe işleyen sesiyle ruhları zamanın ve mekânın ötesine kanatlandıracak: Allahu Ekber, Allahu Ekber! Akşam olacak; ufuk ların ardında kaybolunca güneş, gecenin karanlık kolları saracak her yanı. Ortalık sessizleşecek.
Sonra yeni bir gün… Ali Bey öğleden sonra yine Paço Tepesi’ne çıkıp aşağıları seyredecek. Ardından tıpkı şimdi yaptığı gibi Ayet-el Kürsi’yi okuyarak evinin yolunu tutacak. Kapıdan adımını atar atmaz, Gülsüm Ana’yı kendisini bekler bulunca, mutlu bir tebessüm kaplayacak yüzünü. Gülsüm Ana orta boylu, hafif şişman, zeytin gözleri, dupduru bakışları sımsıcak, boynundan topuklarına değin inen kadife bir entari giyinmiş, yüzünün kırışıklıkları bile gülümseyen, gözlerinden yansıyan ışıklar bir genç kızın ki kadar capcanlı, yüreğinden merhamet fışkıran bir insan. Kalbi coşkuyla atacak Ali Bey’in. Kendisine böyle temiz bir kadın nasip ettiği için Allah’a şükredecek… Sonra yeni bir gün daha…
…