Pençe | Hilal Gümüş | Birazoku


TEŞEKKÜR

Kitap okumak tek başına yapılan bir iş ama yazmak öyle değil. Bu kitabı yazarken bana yardımcı olan, iyi kötü tüm fikirleri ve davranışlarıyla beni etkileyen pek çok insan var.

Baba, teşekkür ederim. Engin tecrübenle önümdeki belirsiz karanlığı aydınlattın ve yazma konusunda beni daima destekledin. Bu kitabı yazmaya başladığımda yanıma aldığım ilk duygu, bana hissettiğin sonsuz güvendir.

Anne, teşekkür ederim. Çünkü bir yılı aşan bir süre boyunca, yazmak için oturduğum masadaki sayısız kahve bardağını topladın, geceleri benim için ışığı açık bıraktın ve umudumu yitirmeye başladığım anlarda bana sarıldın.

Abla, teşekkür ederim. Ben mitoloji hakkında durmadan konuşurken sabırla beni dinledin ve sıkıldığın yerler olduysa da hiç belli etmedin. Bana bir kız kardeşten çok daha fazlası oldun.

En yakın arkadaşlarım ve sırdaşlarım, teşekkür ederim. Ben daha ilk bölümü yazmayı tamamladığımda bile bana başlamanın bitirmenin yarısı olduğunu hatırlattınız. Bittiği zaman ise, ilk okumayı yine sizler yaptınız.

Ve son olarak, bu kitabı şu an elinde tutan okuyucum, en büyük teşekkür belki de sana gitmeli. Bir kitap, yalnızca okunduğu zaman gerçek bir kitaptır ve sen bu kitabı gerçek bir kitap haline getirdin. İyi okumalar!

“Gündüzün iyilikleri, başlarını eğip uyuklamaya başlıyorlar.
Gecenin kara tazılarının avlarına atılma zamanı.
Sözlerim seni şaşırtıyor ama merak etme;
Kötü başlayan şeyler başka kötülüklerle güçlenirler.”

Macbeth Perde 3/ Sahne 2
William Shakespeare

***

BİRİNCİ BÖLÜM

“Sen ne düşünüyorsun Artemis?”

Enseme yapışan koyu renkli saçlarımı tepemde toplarken masayı çevreleyen arkadaşlarım, önümüzdeki sömestr başlayacakları stajın heyecanıyla durmadan konuşuyorlardı. Gözlerimi devirmemek için kendimi tutarak bir sigara yaktım. Hava, eylül ayının ortasında olmamıza rağmen ortalamanın üstünde bir sıcaklıktaydı. Havalar genelde ağustos ayının sonuna gelindiğinde durgunlaşır ve Santa Fe sonbahara giriş yaparken hafif yağmurlar baş gösterirdi. Bugün ise tepemde tüm sıcaklığıyla parlayarak beni eritmeye yeminli görünen güneş sonbahara meydan okuyordu. Masadaki bütün yüzlerin beklentiyle bana döndüğünü fark edince şakağımdan süzülen teri elimle sildim ve suratıma çarpık bir gülümseme oturttum.

“Aslına bakarsanız bir planım yok. Belki de kaydımı dondurup gelecek yılı ailemle beraber geçiririm.”

Kuyruklu yalanımı takip eden sessizlik birkaç saniye sürdü. Adının ne olduğunu hatırlayamadığım –Janine, belki?- sarışın bir kız bir tutam saçı parmağına dolarken oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı.

“Daha önce ailenden hiç bahsetmemiştin.”

Haklıydı.

Babamın liderliğini yaptığı sürümüz, Alfa erkek ile başyardımcıları Sköll ve Hati’nin yönetimde söz sahibi olduğu bir örgüttü. Tıpkı Alfa gibi, rütbece ikinci sırada gelen Hati ve Sköll de erkek kurtlardan seçilirdi. Aslına bakılırsa seçilmek doğru bir kelime değildi, sürü içinde alınan kararlar her ne kadar kıdemli üyelerin de bulunduğu oylamalarla belirlense de, yine de sürüde tam bir demokrasi ortamı olduğu söylenemezdi. Hayır, rütbeler babadan oğla da geçmezdi. Meydan okuma sonrasında yapılan karşılaşmanın kazananı bu üç pozisyona yerleşirdi. Türümüzün İskandinav Yarımadası’nda ortaya çıktığıyla alakalı ciddi söylentiler vardı. Alfa’nın astlarına İskandinav mitolojisindeki ayı kovalayan  kurtların isimlerinin verilmesi bu yüzden şaşırtıcı değildi

Üç yıl önce, bir tartışma ortasında Sköll’ümüzü yumruklayarak bayılttığım için sürüden sürgün edilmiştim. Klan kanunları gereği Sköll’ü bütün sürünün önünde küçük düşürmekle suçlanmıştım. Bana kalırsa bu bir saçmalıktı çünkü o yumruğu sonuna kadar hak etmişti ancak bu tamamen farklı bir hikâyeydi. Yine de benim ne düşündüğümün bir önemi olmadığı ortadaydı; tüm itirazlarıma rağmen bir sonraki gün eşyalarımı toplayarak evimden ayrılmış ve şehir merkezine taşınmıştım. O günden beri sürü üyelerimden kimse benimle iletişime geçmemişti. Yani, dokuz yaşındaki küçük kız kardeşimle yaptığım gizli telefon konuşmalarımı saymazsak neredeyse kimseyle. Delilah, henüz dönüşümünü tamamlamadığı için teknik olarak sürüden sayılmıyordu. Evet, dönüşüm. Ben, Artemis Indigo, ailem ve diğer sürü üyelerim gibi safkan bir kurt adamım.

“Ah, öyle mi? Buna şaşırmadım aslında çünkü Rocky Dağlarının doğusunda, Tanrı’nın unuttuğu küçük bir çiftlik evinde yaşıyorlar.”

Pekâlâ, bu doğru değildi. Demek istediğim, Rocky Dağları asırlardır Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan kurtların evi ve yaşam alanı olmuştu ancak ailem kesinlikle küçük bir çiftlik evinde yaşamıyordu. Devasa bir kamp alanını ve bir milli parkı kapsayan düzlükte, pek de gösterişli görünmeyen ama gayet kullanışlı, büyük bir dağ evimiz vardı. Yağmur yağdığı zaman döşeme ve duvarlardan yükselen ıslak ahşap kokusunu anımsayınca yüzüme bir gülümseme yayıldı.

“Vay canına,” dedi Janine büyülenmiş bir sesle. “Belki bir ara seni ziyarete gelir ve ailenle tanışırız ne dersin?”

“Bu kesinlikle berbat bir fikir,” diye mırıldandım sigaramın dumanını açık havaya üflerken. Ne söylediğimi herkesin duyduğundan emindim çünkü kabalığımı onaylamadıklarını gösteren kırgın bakışlarla suratıma bakıyorlardı. Aceleyle toparladım. “Yani, elbette. Kulağa harika geliyor.”

İşin doğrusu, kulağa kesinlikle harika gelmiyordu. Vaktimi ailem ve sürü üyeleriyle geçirmek şu anda planlarım dâhilinde değildi ve öyle olsaydı bile bu, yine de berbat bir fikirdi. Birincisi, çiftlik sınırlarına girmem sürgünde bulunduğum süre boyunca yasaklanmıştı. İkincisi, süresiz sürgünümün kısa sürede sonlanacağını varsaysam bile ailemin sürgün esnasında edindiğim insan arkadaşlarımı çiftlikte gördüğünde ne gibi bir tepki vereceğini tahmin etmek zor değildi.

Hafif esen rüzgârın yön değiştirmesiyle burun deliklerimden içeri giren koku beynimi alarma geçirdi. Kafamdaki tuhaf düşünce seli yerini tehlike çanlarına bırakarak durgunlaştı. Gözlerimi kısıp kafeteryanın çevresini taradım. Sırtlarında çantalarıyla yeşil patikayı yürüyen, okul binasının döner kapılarından ellerinde kitaplarla çıkan öğrencileri izledim. Her şey yolunda görünüyordu ama koku, aşina olduğum bir kokuydu. Kurt kokusu.

Üç yıl. Üç yıldır hiçbir kurt adamla karşılaşmamıştım. Sürgünde olmamın bunda payı büyüktü. Bu çevredeki en yakın kurt klanı, Indigo Klanıydı. Belki de babam beni gözetlemesi için birisini göndermişti. Neden beni gözetlemesi için bir adamını yollamıştı ki? Belki de sadece bir rastlantıydı. Peki, bunca zaman sonra yoldan geçmekte olan bir başka kurt adamın kokusunu algılamamın basit bir tesadüf olma olasılığı ne kadar yüksekti?

“Çocuklar, benim gitmem gerek.” Bitmemiş sigara izmaritini yere atıp kovboy çizmelerimle ezdim. Arkadaşlarım bana sessiz mırıltılarla veda ederken soru soran bakışlarını görmezden geldim. Elimdeki kalın edebiyat kitabını kolumun altına sıkıştırarak kafeteryadan çıktım. Bahçe kapısından içeri girmekte olan iki öğrenciye yanlışlıkla çarptığımda ellerindeki kitapları yere düşürdüler ve önüme bakmam gerektiğiyle alakalı bir şeyler mırıldandılar. Onlara aldırış etmeden seri adımlarla yeşil patikayı geçerek kaldırıma çıkarken burnumu havaya kaldırıp kokunun geldiği yönü saptamaya çalıştım. Bakışlarım, yolun karşısındaki ikinci el ev eşyaları satan bir dükkânın sağ tarafına kaydı.  Bir siluet, o yöne baktığımı fark edince geriye çekilerek sokağın karanlık gölgelerine saklandı. Ah, takip ediliyordum.

Yumruklarımı sıkarak yolun karşısına geçtim. Güçlenen kurt kokusu, takipçimin hala oralarda bir yerde olduğunun göstergesiydi. Eski ilanların ve tarihi geçmiş konser afişlerinin asılı olduğu çıkmaz sokağa girmeden önce çevremi kolaçan ettim, etraf sakindi. Derin bir nefes alarak kendimi ağız dalaşına hazırladım ve ileri doğru birkaç adım attım.

“Seni gördüm,” dedim yüksek sesle. “Çık ortaya.”

İri bir beden çöp kutularının arasından çıktı. Koyu renk kıvırcık saçları ve sıradan bir yüzü vardı. Sıcağa rağmen üstüne deri mont giymişti, ayaklarında motorcu botları vardı. Sıradan görünüşüne aldanacak olursak onu bir insan sanmak çok kolaydı.

“Seni babam gönderdi, değil mi?”

Adam başını sağ tarafa doğru eğerek beni inceledi, söylediklerimi duymamış gibi boş gözlerle bana bakmayı sürdürdü. Gördüklerinden memnun olmamış gibi burnundan bir ses çıkardı. Sorumun cevapsız kalmasından hoşlanmayarak kaşlarımı çattım. Bana doğru bir adım atınca refleks olarak ben de bir adım geriledim.

“Pekâlâ,” dedim. “Sessiz sinema falan oynamaya hiç niyetim yok o yüzden ben kıçını tekmelemeden önce defolup gitsen diyorum.”

Söylediklerim dikkatini çekmiş olmalı ki gırtlaktan gelen bir hırlamayla üzerime atıldı. İlk tepkim çok kızsaldı; ciyaklayarak elimdeki kalın kitabı adamın suratına fırlattım. Ağır kitap kapağı adamın burnuna çarpıp yere düştüğünde çoktan çantamı bir kenara fırlatmış, dövüş pozisyonumu almıştım. Ağırlığımı tek bacağıma vererek sersemlemiş kurt adamın midesine tekmemi geçirdim. Boğuk bir ses çıkararak sendeledi ve sırtını arkasındaki konteynırlara çarptı.

“Sana söylemiştim,” diyerek sırıttım. Adam tekrar üzerime atıldı, gardımı indirdiğim için küfrederek onunla beraber yere yuvarlandım. Başım, dişlerimin birbirine çarpmasına yetecek sertlikteki beton zemine çarptı. Adam yumruğunu havaya kaldırıp suratıma bir yumruk indirdi. Acı elmacık kemiğimden çeneme kadar yayıldı. Gözlerimin önünde yıldızların oluşmasına neden olacak sertlikte bir yumruktu. Beni yakamdan tutarak kaldırdı ve tuğla duvara fırlattı. Önüme dönme fırsatı bulamadan sırtıma yapıştı ve elleriyle kollarımı kavradı. Bir bacağını bacaklarımın arasına sokarak kalçamı ayırdı, beni etkisiz hale getirmeye çalışıyordu.

“Bana avukat edinme hakkım olduğunu söylemeyecek misin?”

“Kapa çeneni, kaltak!” diye kükredi kulağıma.

“Ah, konuşabiliyorsun demek.” Sağ bacağımı kendime çekerek kaval kemiğine bir tekme savurdum. Adam inleyerek gerileyince kendimi toparlamak için yeterli süreyi kazanmıştım. Bu kez diz kapağına bir tekme indirdiğimde tok bir kırılma sesi boş duvarlarda yankılandı. Adam acıyla bağırarak yere yığıldı. Elleriyle dizkapağını tutuyordu. Üstüne atılıp suratına yumruğumu indirdim, ikinci kırılma sesi burnundan geliyordu ve ses vahşi bir tatminlik duygusunu tüm bedenime yaydı. Adam boştaki eliyle kanayan burnunu tutuyor, bir yandan da durmadan küfür ediyordu.

“Ah, kapa çeneni,” diye mırıldandım ve ellerimle başını kavrayıp kafatasını sertçe zemine vurdum. Böyle bir darbe sıradan bir insanı öldürebilirdi ama bir kurt adamı sadece bayıltırdı. Öyle de yaptı, adamın vücudu altımda gevşedi, sonra da hareketsiz kaldı. Zorlukla doğrularak üstünden kalktım. Kolumla alnımdaki teri silip soluklandım. Tanrım, bir adamını bayılttığım için babam ya gurur duyacaktı ya da çok sinirlenecekti.

Ben paramı ikinci seçeneğe yatırırdım.

 

***

 

Daireme girdiğimde hava kararmaya başlamıştı. Vücudum dövüşün etkisini en sonunda hissetmeye başlamıştı; yanaklarım çenemi hareket ettirdikçe sızlıyor, bileklerim lanet olası herifin sert tutuşu yüzünden morarıyordu. Kapıyı ayağımla kapatıp anahtarlarımı vestiyere koyduktan sonra ev arkadaşımla ortak paylaştığımız yatak odasına girdim.

Ev arkadaşım Kate bir tıp öğrencisiydi ve zamanının çoğunu ders çalışarak geçiriyordu. Her zamanki gibi yine çalışma masasında, kol kalınlığındaki kitaplarla iç içe geçmiş durumdaydı. Geldiğimi duyunca omzunun üstünden bana gülümsedi. Mısır püskülü sarısı saçlarını tepesinde topuz yapmıştı. Mavi gözleri yüzümden harap haldeki tişörtüme kayınca irileşti.

“Aman Tanrım! Sen iyi misin?”

Kocaman açtığı gözleriyle kıyafetlerime bakıyordu. İnsanlara görünmemek adına ara sokaklardan geçerek gelmiştim ama Kate’ye yakalanmamak bir ihtimal değildi. Yüzüme zoraki bir gülümseme oturttum.

“Ah, iyiyim. Sadece bir sokak serserisiyle kavga etmek zorunda kaldım.” Yalan sayılmazdı.

“Polisi aramamı ister misin, berbat görünüyorsun!”

Sen bir de onu gör, diye geçirdim içimden. “Buna gerek yok, aptalın birisi kolay lokma olduğumu düşünmüş olmalı.”

“Yüzün morarmış.” Ayağa kalkarken sesi üzgün geliyordu. Yanıma gelerek eliyle çenemi kavradı, bakışları kurt adamın yumruğunun yarattığı hasara odaklandı. Bir doktor edasıyla yüzümü sağ tarafa eğdi ve kısık gözlerle zonklayan morluğumu inceledi. “İyi olduğuna emin misin, bu şeyin iyileşmesi zaman alacaktır.”

İşte bu, tam olarak doğru sayılmazdı.

Kate ile iki yıldır ev arkadaşıydık. Kendisi her kış gribe yakalanırken benim neden burnumun bile akmadığından bolca şikâyet ederdi. Geçirdiğim ufak tefek ev kazalarından şüphelenmemesi için ihtiyacım olmamasına rağmen günlerce yara bandıyla dolaştığım zamanlar olmuştu. Morluklarımın da birkaç gün içinde iyileşeceğini biliyordum çünkü hızlı metabolizmamız yaralarımızın insanlarınkine oranla çok daha çabuk iyileşmesini sağlıyor, hastalanmamızı önlüyordu Ona, istediğim zamanlarda dev bir kurda dönüşebildiğimden akıl sağlığını kaybetmesine neden olmadan bahsedemezdim ve onu, delirmesine göz yummayacak kadar seviyordum.

“Biraz fondötenle kapatılmayacak bir şey değil,” dedim sırıtarak. “Ayrıca senden iyi olduğumu biliyorum.” Bir adım geri çekilip onu inceledim. Yanakları kızarmış, iri gözlerinin altına koyu renkli halkalar oturmuştu. Çok fazla kafeinin etkisiyle gözbebekleri büyümüş, sağ gözü seğirmeye başlamıştı. Onun ne kadar çalıştığını bilmesem, hasta olduğunu düşünürdüm.

Gözlerini ovuşturup masasından boşalmış kahve bardağını aldı. Önümüzdeki hafta başlayan sınavlarıyla ilgili bir şeyler mırıldanarak odadan çıktı. Mutfaktan gelen kahve makinesinin sesini duyduğumda kot pantolonumu ve tişörtümü yeni çıkarmıştım. Kaslarım sızlayarak, ani hareketlerden kaçınmam gerektiği konusunda beni uyardı.  Yarı çıplak halde banyoya girdim.

Banyo küçüktü ancak işimi gördüğü müddetçe bir şikâyetim yoktu. Beyaz fayanslı duvarları tavandan sarkan beyaz bir floresan lamba aydınlatıyordu. Tam karşımda, açık pembe banyo perdesinin kapattığı mermer küvet, onun biraz önünde de aynalı ecza dolabımız ve bir lavabo vardı.

Aynadaki yansımama bakarak iç çektim. Kate haklıydı, bir insan olsaydım elmacık kemiğimdeki morluğun iyileşmesi günler, belki haftalar sürerdi. Temiz bir örtüye sıçramış çirkin bir mürekkebi andırıyordu. Şişmeye başlamıştı ama gözümü kapatacak kadar yayılmamıştı. Bileklerimdeki sararmış parmak izlerini görünce takipçinin kollarımı gerçekten sıkı kavradığını anladım. Belli ki kavga esnasında bedenime salgılanan adrenalin acıyı hissetmemi engellemişti. Şimdiyse, banyomda dikilirken organlarımın sızlamaya başladığını hissedebiliyordum.

Dikkatimi morluklarımdan uzaklaştırdım. Omuzlarımdan belime dökülen gür, dalgalı saçlarım, neredeyse siyahtı. Sık kirpiklerle çevrelenmiş koyu renk gözlerim ve kalkık burnumdaki hızmaya yıllardır aşinaydım. Üst dudağım alta göre daha kalındı ancak yakından bakılmadığında dikkat çekmiyordu. Güzel olduğumu söyleyemezdim çünkü öyle olmadığımı biliyordum. Yine de güzel bir surattan daha önemli olan şeyler vardı.

Boynumdaki pençe şeklindeki dövmenin üstünde parmaklarımı gezdirdim. Dönüşümünü tamamlayan her kurt yüzyıllar öncesine dayanan bir gelenekle boynuna pençe dövmesini yaptırırdı. On dört yaşımdayken, ilk dönüşümümün ardından, klanımızın dövmecisinin bu dövmeyi yaptığı hatırası belleğimde şekillenince gülümsedim. Deli gibi acıtmıştı. Ancak daha sonra kendimi aynada görünce nasıl büyülendiğimi anımsıyordum.

Evden ayrıldıktan sonra ise dövmelere olan merakım devam etmişti.  Sol omzumdan bileğime kadar uzanan farklı renk ve şekillerdeki dövmelerim kolumun tamamını kaplıyordu; kan kırmızısı bir yaban gülü, açık ağzından dişleri ve çatal dili fırlamış koyu yeşil bir kobra, Tanrı Odin’in temsili bir suratı ve onun kuzgunu Munin, karmaşık figürlerden oluşan bir Aztek madalyonu ile bir yaban arısı. Köprücük kemiklerimin altına da birbirine doğru uçan iki simetrik kırlangıç yaptıralı ise birkaç ay oluyordu. Bedenimi incelemeyi bırakıp iç çamaşırlarımdan kurtuldum ve vücudumu duşun altına soktum.

Salondan bir devrilme sesi geldiğinde işim bitmek üzereydi. Suyu kapatıp kulak kesildim. Kalın bir homurdanma duydum, emin olmak için burnumu dikip havayı kokladım; bir başka kurt adam. Hayır, iki. Lanet olsun, bugün kurtadamlar arası birlik ve beraberlik günü müydü?

“Kate?”

Askıdaki havluyu bedenime sarıp küvetten çıktım. Fayansları ıslatan saçlarıma aldırmadan banyo kapısını araladım ve kafamı uzattım. Darbe, o esnada geldi.

Ağır bir botun yüzümün yan tarafına inmesiyle acıyla inledim ve banyoya geri kaçmayı denerken ıslak fayansta kayarak popo üstü yere oturdum. Kalçamdan gelen sese bakılırsa yerimde sıradan bir insan olsaydı kalça kemiğini çatlatmıştı. Kapıyı ayağımla kapatamadan içeri girdiler.

Hemen ayağa kalkarak geriledim. İkisi de benden uzun ve iriydi. Judoda siyah kuşaktım ama yine de benim iki katım ağırlığındaki bir kurt adamla yakın dövüşte sıkıntı yaşardım. Kafamda çalan tehlike çanları şiddetlenerek harekete geçmemi söylüyordu. İkisinin de yüzüne bakma gereği bile duymadan öndekinin, daha iri yarı olanın kaburgalarına tekmemi geçirdim. Adam acıyla bağırdı ve sendeledi. Diğerinin hareketlendiğini göz ucuyla gördüm. Geri çekilip suratına bir tekme atmak üzereyken beni ayak bileğimden yakaladı. Küfredip diğer ayağımla göğsüne bir tekme indirdim. O esnada tekrar yere yapışmıştım. İri yarı olan üzerime atlayıp belimden yakaladı ve beni havaya kaldırdı. Ayaklarımla havayı döverken adam hiç zorlanmadan beni tutmaya devam etti, kolları o kadar sıkıydı ki nefes almakta güçlük çekiyordum.

“Bırak beni seni lanet olası!” Sesimin hırlamayla karışık geldiğini duyunca gırtlağımın kısmi dönüşüm geçirdiğini anladım. Dilimi dişlerimde gezdirdim, uzamış ve keskinleşmişlerdi. Aynaya baktığımda neler göreceğimi hatırlamaya çalıştım.

Her kurt adamın kendine has bir formu olurdu. Standart kahverengi gözlerimizin aksine kürk rengi ve beden büyüklüğü kişiden kişiye değişiklik gösterirdi. Evden ayrıldığımdan beri dönüşmemiştim ve itiraf etmem gerekirse kısmi de olsa dönüşmek çok iyi hissettirmişti. Sanki vücudumdaki tüm kaslar gerilmiş ve gelecek olan dönüşüme aç bir halde beni bekliyordu.

“Sakin ol, Artemis!”

Adımı duyunca beni tutan adamın güçlü kollarından kurtulmak için hala debelenip havaya tekmeler attığımı fark ettim. Adamın kolunu ısırarak beni bırakmasını sağladım. O esnada vücudumdaki havluyu yere düşürdüm. Almaya tenezzül etmeden bu kez de dirseğimi adamın midesine gömdüm. Boğuk bir homurtuyla iki büklüm oldu ve arkasındaki boy aynasına çarparak aynayı paramparça etti.

Tekrar savunma pozisyonu aldığımda diğer adam ellerini havaya kaldırarak konuştu. “Tanrı Odin aşkına, sakin olur musun? Sana zarar vermeye gelmedik.”

Çenemi havaya kaldırarak adamın suratına baktım. Dönüşüm geçirmiş gözlerimle bir insan yüzünü farklı ısı renklerinde seçtiğim için derin bir nefes alıp suratımı eski haline çevirdim. Ve birden tanıdım.

“Adrian?” Gözlerimi kırpıştırıp yanılmış olmayı diledim. Klanda beraber büyüdüğüm ve bana nasıl dövüşeceğimi öğreten en yakın arkadaşım karşımdaydı. Annemin, biricik kızının bir erkek çocuğu gibi tekme atabildiğini duyduğunda ne kadar sinirlendiğini dün gibi hatırlıyordum. Dövüşmenin yanında, dönüşüm geçirdikten sonraki ilk günlerimde kurdumu kontrol etmeyi de Adrian’dan öğrenmiştim. Herkes uyuduktan sonra ikimiz gizlice evden sıvışır ve ormanda özgürce koşarak avlanırdık.

Adrian’ın babası sürümüzün eski Alfasıydı; Victor Lane. Ancak yıllar önce, tam olarak on dokuz yıl önce, babamla beraber çıktıkları bir keşif gezisi esnasında melezler tarafından öldürülmüştü. Annesi ise babasının kaybından sonra ardında Adrian’ı bırakarak sürüden ayrılmıştı. Babam sürü yasaları gereği, öldürülen Alfa’nın Hati’si olarak liderliğe getirilmişti. O günden beri ailem öksüz kurdu aileden saymış, beraber büyütülmüştük.

Adrian onu görmediğim üç yıl içinde bir doksanlık bir kas yığınına dönüşmüştü. Bronz yüzünü saran açık kahverengi saçlarını omuzlarına düşecek kadar uzatmıştı. Yüksek elmacık kemiklerinin üstünde parlayan yosun yeşili gözlerinin tıpkı hatırladığım gibi olduğunu fark ettim. Yine de bakışları, anlamsız bir şekilde daha soğuk ve sabitti. Dizleri yırtık bir kot pantolon ve kaslı üst bedenini saran siyah bir tişört giymişti, ayaklarında çelik burunlu çizmeler vardı.

Kendimi tutamayarak ona sarıldım. Ani hareketimle sendeledi. Başım çenesinin tam altına oturarak kollarımı ona dolamamı kolaylaştırmıştı. Gözlerimi kapatıp kokusunu içime çekerek çocukluk anılarımın sıcaklığıyla sarmalandım. Tanrım, onu ne kadar özlemiş olduğumun farkında bile değildim. Bir saniyelik bir tereddüdün ardından o da kollarını nazikçe bana sardı. Sıcak teninin hissiyatıyla ürperdim. Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım.

“Bütün bunlar ne anlama geliyor? Neden gizlice evime girdiğinizi sorabilir miyim?”

“Lütfen sakin ol ve beni dinle.” Omuzlarımdan tutarak beni kendisinden uzaklaştırdı. Gözleri çıplak bedenime kaydı ama hemen yere baktı. “Ve giyin.”

Ayaklarımın dibindeki havluyla bedenimi örttüm ve diğer adama baktım. Boyu iki metrenin üstündeydi ve omuzları o kadar genişti ki banyo kapımdan zorlukla sığacağını düşündüm. Sol gözü yumruğumun etkisiyle morarmaya başlamıştı bile. Üç numaralı koyu renk saçlarıyla delici bakan gri gözlerin sahibi bu adamı tanımıyordum.

“Bu da kim?” diye sordum çenemle dağ adamını işaret ederek.

“Bu Josh. Klandan.” Adrian saçlarını ensesinde atkuyruğu yaptı. Hareketiyle belirgin göğüs kasları gerilerek açığa çıktı. Saçlarını topladığında boynundaki pençe dövmesi de açığa çıkmıştı. O esnada aklımdan rahatsız edici bir düşünce geçti ama ben üstünde düşünemeden Kate araya girdi.

“Aman Tanrım! Artemis burada neler oluyor?” Kate kocaman açtığı gözleriyle yerdeki kırık ayna parçalarına ve kendisinin iki katı uzunluktaki adamlara baktı. Gözleri Adrian’da daha fazla oyalanınca gözlerimi devirdim. Adrian’ın karşı cins üzerindeki etkisini neredeyse unutmuştum. Yanına gidip omuzlarından tuttum ve bana bakması için kafasını çevirdim.

“Kate, bu adamlar…” Duraksayıp hangi kelimeyi kullanmam gerektiğini düşündüm “Benim kuzenlerim.”

Josh’un arkamda homurdandığını duydum, Adrian sessizdi. Kate ise her an kalp krizi geçirecekmiş gibi görünüyordu.

“Kuzenlerin mi? Sen neden bahsediyorsun? Hemen polisi arıyorum!”

“Bunun için zamanımız yok,” diye gürledi Josh arkamdan. Ne için zamanımız olmadığını sormak istesem de Kate’ye döndüm. Korkuyla açık kalan ağzını kapama zahmetine girmeden Josh’a bakıyordu. Onu suçlayamazdım, Josh gördüğüm en iri kurttu. Lanet olsun, insan ya da kurt fark etmezdi; hayatımda gördüğüm en iri adamdı.

“Evet, kuzenlerim. Bana sürpriz yapmaya karar vermişler. Neden ben giyinirken sen de onlara kahve hazırlamıyorsun? Biz de tam salona geçmek üzereydik.”

Kafasıyla hızlıca onayladı ve topukları üstünde dönüp mutfağa koştu. Derin bir nefes verip arkamı döndüm.

“Pekâlâ, beyler, evime izinsiz girdiniz ve belirtmek isterim ki insan ev arkadaşımın ödünü bokuna karıştırdınız. Neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok ama en azından giyinip saçlarımı taramam için zamanımız olduğunu varsayacağım. Siz salonda uslu bir şekilde beklerken ben de giyinip belki de bir merhem bulmalıyım.” Gözlerimi açarak Josh’ın mor elmacık kemiğini işaret ettim. Adrian kollarını göğsünde kavuştururken Josh sadece hırlamakla yetindi.

Benzer İçerikler

Cepheye Koşan At | Ömür Kurt

yakutlu

Peruk Gibi Hüzünlü | Yalçın Tosun

yakutlu

Kalk Yerine Yat | Şermin Yaşar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy