…Ve işte o esnada, yani Feveran sisler arasında uzaklara doğru sürüklenip giderken, bindiğimiz bot ardında köpüklü dalgalardan bir iz bırakarak hızla kıyıya doğru yaklaşırken, benim de kalbime düştü birkaç sözcük. Yaşadıklarını arzulayan belki, belki de yadsıyan, ama her şeye rağmen içindeki o umutsuzluğu silip atarak: “Hayır! Hiçbir şey sona ermedi daha ve elbette bir çıkış vardır, bir yol üzerinde yürünüp gidecek. Öyle ki şaşıracaksın tanık olduğunda, bir mucize gibi önüne açılan kapıları gördüğünde yada dilinden dökülen sözcükleri duyduğunda… çünkü gerçek yolculuklar, tam da yolların bittiği yerde başlar! Gerçek sözcüklerin de, tam da sözlerin bittiği yerde dudaklardan dökülmesi gibi…
***
BÖLÜMLER
SANATORYUM……11
İKİZİM……37
FEVERAN……43
İLK SEFER……49
SİCİLYA……63
İSPANYA……75
FAŞİSTLER……83
SÜRGÜNDEN MEKTUP……103
SEAMAN HAUSE……111
İHANET……119
NE OLUR……129
FIRTINA……133
CİBRALTAR……137
ERMENİLER……143
DÖNÜŞ……149
ÖLÜM……157
***
Aliya İzzetbegoviç, “Özgürlüğe Kaçışım, Zindandan Notlar” adlı kitabında, romanla ilgili, benim de öteden beri söylemek istediğim bazı düşünceleri dile getirmekte: “Her gerçek sanatçının eserinin esas olarak otobiyografik olduğunu söylediğimizde, kahramanlarının başından geçen maceraların yazarın kendi hayatından alınmış hadiseler olduğunu kesinlikle kastetmeyiz. Sadece dâhili yaşantılar, çelişkiler, şüphe ve elemler, -özellikle de elemler- ile ilgili tasvirlerin kişinin kendi hayatıyla ilgili olduğunu kastederiz. Çünkü hiç kimse başka birinin elemini tasvir etmemiştir; bu mümkün değildir. Her yazarın tasvir ettiği elem kendisinindir; geçmişte veya gelecekte olabilir fakat başka birine değil, sadece kendisine aittir. Bu anlamda her roman, esas kısmı itibariyle otobiyografiktir.”
Doğrusu bu ya, “Gemi”yi yazmak, tasarladığım bir şey değildi. Benim üçlemem, “Rüya”, “Yeşil Vadi” ve “Kitabevi”nden ibaretti ve orada da bitecekti. Bunu bir “dörtleme”ye dönüştüren ise, sevgili kitap dostu Ramazan Sarıkaya’nın kışkırtması oldu. Her üç roman yanında, “Gemi”de de, otobiyografik yönlerin varlığı açıktır. Ancak bu açıklıklardan hareketle, aslında romanlarımda ağırlıklı olan kurgular da, çoğu okur tarafından otobiyografiye dâhil edilmekte. Açıkçası, kimi yönlerden sakınımlı bir biçimde yazdığımı itiraf etsem de, bu konuda kendimi çok da zorlamakta değilim.
Çünkü benim açımdan roman, temelde bir edebiyat türü olmaktan öte, kendini ifade etmenin bir yolu. Ancak bu “kendilik” mevzuu çok da yalın bir mesele değil. Tüm sorunlar da belki oradan neş’et etmekte. Öyle ya, yaşadığımız süre içerisinde ister istemez üzerimize yapışmış olan olumlu ya da olumsuz olguların ne kadarı bize aittir? Ya da bize ait olmasını tahayyül ettiğimiz ve uğrunda onca çaba sarf ettiğimiz hayallerimizden ne kadarını gerçekleştirmiş durumdayız? Peki, neden bu istemeden üzerimize yapışan unsurlar bize aittir de, o bir türlü gerçekleş-e-meyen hayallerimiz bize ait değildir; bu anlamda “biz” ya da “kendilik” tam olarak nedir? İşte benim de bu romanlar yoluyla anlatmak istediğim şey belki de bunlardı. Bu ise anlatıyı ister istemez varoluşçu bir kazımaya, bir soykütük araştırmasına ve de, belki de daha da önemlisi, bir gelecek arayışına ve “insan”ın gerçekte ne olduğunu bir anlama, dahası gerçekleştirme çabasına sürüklemekte.
Daha da genişletirsem, belki de bir anlamda “Âdem” ve “Musa ve Yol Arkadaşı”nda da yapmak istediklerim bunlardı. Aksi halde, yani salt “soyut” bir öyküyü ya da bir kurguyu anlatmaya çalışmak, benim açımdan bir abesle iştigaldir. O nedenle, evet, belki de daha anlatacaklarım bitmedi ve belki de hiç bitmeyecek. Dolayısıyla bu romanda da, kimi otobiyografik yönler olsa da, son tahlilde bu bir roman, bir anlatı, bir ara-ştır-ma çabası. Hepsi bu!..
Bu arada, romanın ilk okumasını yapan Fatma Akdokur’a, son okumasını yapan Ramazan Karatoprak’a ve Kaptan Ömer Asmalı’ya da bu vesile ile teşekkürlerimi sunarım. Ve elbette siz kıymetli okura da…
-Bir insan yaşamadığı bir şeyi yazamaz mı yani?
-Tam olarak bu değil söylemek istediğim ama sanki hakkı yoktur buna ve her ne söylerse söylesin sahici olmayacaktır dedikleri. Aksi halde konuşmak ya da yazmak ne anlam ifade eder, ne işe yarar ki?
-Ya düşünmek? İnsan, düşünerek, tam da yaşamadığını yaşamaz mı? Yani insan, yaşamadığını söyleyebilmek için düşünmekte değil midir?
-Düşünmekle yaşamak arasındaki o incecik de olsa farktan sarfı nazar etmek, hiç de tasavvur edemeyeceğimiz sonuçlara yol açar; çoğu kez hazırlıklı olmadığımız, olamadığımız sonuçlar…
-Mesela Anadolu’nun alt üst olduğu o yılları, Balkan ve Kafkas göçlerini, Ermeni Tehcirini, mübadeleyi, o kaos yıllarını yazamaz mıyım yani, sırf orada değildim diye? Orada olmamak konuşma hakkımı ve sorumluluğumu elimden almakta mı; yoksa muaf mı kılmakta beni bu şahitlikten?
-Sorun şahitlik mi; yani bunun için mi yazıyorsun, sadece bazı işaretler bırakmak için mi geride?.. Ama senin o anlamda bir geçmişin, bir hafızan bile yok! Şuraya bak; şu yüzüne bakan ne diyebilir senin hakkında? Yüzüne bakarak ne okuyabilir? Hiçbir kıvrım, bir hiyeroglif yok orada. Peki, senin yüzünde bir şeyler yazmıyorsa şayet, ne yazabilirsin ki?
-Geçmiş dediğin bu mu yani, yüzüne çöken o garip hiyeroglifler mi, atlatamadığımız şu buhranların işaretleri mi?
-Bir buhran yaşamadıysan sen neyi yaşamış olabilirsin ki? Bir buhranı atlatmış değilsen, yaşamın özüne dair ne bilebilirsin ki? Sadece okudukların ya da duydukların, sana bunları anlatma hakkı verir mi? Ermenileri ya da Çerkezleri yazmaya kalkışabilirsin ama onların ve daha nice benzerlerinin yaşadıkları buhranları nasıl anlayabilirsin ki, daha hayatında buna yakın bir emare olmadıkça? Sıradan bir tarihçi gibi salt kronolojiyi anlatmak, her şeyin en üstündeki o duygulardan yoksun çizgiyi izlemek, ne kazandırır okuyanlara? Dahası, sana?
-İnsan olmanın tam da bu olmadığını ortaya koyan da işte bu değil mi? Duyabilmek yani, sadece uzaklara bakarken ve oradakileri anlamaya çalışabildiğin sürece. Onun da ötesinde yazmak ise, bir sorumluluktur. Şayet orada değilsem ve yapılanlara engel olamıyorsam, hiç değilse bunu, yaşananları, o acıları anladığımı anlatabilmek. İster itiraz, isterse destek anlamında. Tarih orada değil çünkü, el’an burada, bizim düşüncelerimizde ve edimlerimizde yaşamakta. Bunun için ne bir geçmişe ne de kırışıklıklarla dolu bir yüze sahip olmamız gerekiyor. Duyan bir kalp, düşünen bir zihin yeter de artar sanıyorum.
-Gidiyorum ben; hem de çok uzaklara!..
-Hepimiz uzaklardayız zaten, bunun için illa da bir yola çıkmamıza gerek var mı?
-Göreceksin dostum; ama çıkmadığın sürece asla…
SANATORYUM
Bir ikilem içerisine sıkışmak mı denirdi buna, yoksa bir açmaz mı? Belki de ikisinden de söz edilebilirdi ama her ne olursa olsun, sonuç benim durumumu değiştirmemekteydi. Okulum bitmişti ve babam tarafından evden ayrılmakla -atılmak da diyebilirdik buna- tehdit edilmekteydim. Öyle ya, yıllarca süren bir fedakârlık, artık daha ne kadar sürdürülebilirdi. Kanatlanmış ve uçma vaktim gelmişti. Bundan sonra, bir yüktüm artık ailemin omuzlarında. Üstelik bunun tersi olması gerekmez miydi? Yani artık benim çalışmam ve ailemin sıkışık durumunu biraz olsun ferahlatmam icap etmez miydi? Ama bu olmadığı gibi, aylak aylak, kararsız ve amaçsız dolaşmaktaydım; ne yapacağını bilemeyen insanlar gibi.
Oysa benim açımdan durum hiç de böyle değildi. Sorunun özü, belki de prestijli bir bölümde okumanın sonuçlarına katlanamamamdı. Okumuş ve okulu bitirmiştim ama benim ideallerim vardı ve bunlar arasında bir şantiyeye ya da fabrikaya gidip mekanik aletler arasında kaybolmak yoktu. Elbette tüm bunları babama anlatmam da imkânsızdı. Neden okumuştum yıllarca, kendi zamanımı ve ailemin imkânlarını heba etmiştim? Bunu anlamak için mi? Pahalı bir tecrübe olmamış mıydı bu? Tüm tecrübeler pahalı değil midir zaten?.. Görüldüğü gibi, sorular ve cevaplar, daha en baştan belliydi ve bu sorun, salt bir mantık yürütme ve bir haklı çıkma sorunundan ibaret değildi. Haklı olmak bile sizi belli edimler ve yükümlülüklerden muaf kılmamaktaydı.
O zaman işte, tüm gücümü toplayarak, beni “okumak” ve “yazmak” konusunda destekleyen profesörün kapısını çaldım. Onun güçlü bağlantıları vardı ve ben, her ne kadar bu da umutsuz bir girişim olsa da, ona başvurmaktan geri durmadım. Böyleydi işte. Kimi kez insan, zihninde evirip çevirirdi olacakları. Kimi de bizzat duysun, yaşasın isterdi; olacakları bile bile. Belki de gelecekteki davranışları için bir mehaz olsun diye. Her ne türden olursa olsun, yürüttükleri faaliyetleri üstlenmeye, kendimi buna vakfetmeye hazır olduğumu, yeter ki babama muhtaç kalmadan yaşayabilmeme destek sağlamasını istedim ondan. Sakince yüzüme baktı ve “seni severim, yazmaya da istidadın var. Ama hepsi bu! Belki bana güceneceksin ama dost acı söyler. Ve, biz Müslümanız. Gerçekleri açık açık konuşmalıyız. Faaliyetlerimiz açısından senden beklediğim, bekleyebileceğim hiçbir şey yok maalesef. Bu anlamda ne bir tecrüben, ne ilmin, ne de çevren var. Arapçan bile yok.” “Etrafınızdaki Arapça bilenlerin size ve faaliyetlerimize ne katkısı var sanki?” “Arapça bilmek, Müslüman bir dava adamı için olmazsa olmazdır. Şimdi bir de kendini savunmak için Allah’ın dilini mi önemsizleştirmeye çalışıyorsun?” “Allah’ın dili mi? Arapça, bildiğim kadarıyla sadece Arapların dili. Peygamberimiz Arap olduğu ve Araplara hitap ettiği için, Kur’an da Arapça vahyolunmuş. Ve hatta şunu bile diyebiliriz: İlahî vahiy, peygamberimiz tarafından Arapça olarak konuşulmuştur.” “Bak sen, dilin de bir pabuç gibi uzun maşallah! Daha doğru dürüst bir ilmin olmadığı halde, boyunu aşan konulardan ahkâm kesmekten de geri durmuyorsun. Bu halinle bir de kendini vakfetmekten falan söz etmektesin. Sen ancak bizimle cedelleşmekten başka bir iş yapmazsın. Bize ukalalık yapanlar değil, itaatkâr ve haddini bilen insanlar lazım. Sen, iyisi mi bırak bu işleri de git kendi mesleğine yönel. Evine bir ekmek götür. Bu işleri de erbabına bırak. Hem bu işler senin gibilerin üstüne vazife değil. Tamam, okudun ve iyi kötü bir diploman var. Ama bir mühendissin sen, âlim değil. Sana tavsiyem, bir iş bulup çalışman. İstersen, bir arkadaşımın şantiyesi var, seni oraya göndereyim, biraz tecrübe kazan, eline de üç beş kuruş geçsin.”
İşte böyleydi. Duymam gerekenleri, bunları salt düşünmem yetmemişti ki, duymuştum da. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü sanki. İkarus gibi, göklerde süzülen kanatlarım erimiş, yere, yani ait olduğum yere çakılmıştım. Oradaydım zaten ve birisinin bunları bana söylemesi gerekmişti. Aşağılanmam, nefsimin kırılması, bir yol mu açmaktaydı önümde, yürümem için. Ama işte oradaydım, olmam ve yürümem gereken yerde. Kalbimdeki o cılız isyanlar ve itirazlar ise, tutunacak bir dal bulamadıklarından susmuşlar, kendilerini yüreklendirecek gerekçeleri beklemekteydiler. Buna fırsat vermeyebilir, tahayyüllerimdeki yolu, kendi cesaretimin işaret fişekleriyle aydınlatabilirdim; ama belli ki, bu tür bir cesaretten yoksundum. Bu tür bir niteliğe sahip değildim ve bu gerçekliği, ister istemez kabullenmek mecburiyetindeydim.
Göksel varlıkların dünyasından beşerî dünyaya düşmenin acısıyla bir süre kendime gelemedim ve ait olduğum dünyaya alışmaya çalıştım. Sonuçta onun bu sözleri var olanı azaltıp ya da çoğaltmakta değildi; sadece işaret etmekteydi buna. Var olan zaten yeterince azdı. Yine de başka bir yolunu bulabilirdi belki söyleyeceklerinin; canımı daha az acıtacak ve yalın gerçekliğimi başka bir biçimde anlatabilecek sözler. Sözgelimi peygamberimizin Ebu Zer’e söylediği gibi, “sen bunu kaldıramazsın”, nahif birisin, falan gibi. Ama ben de dik başlı davranmış, ricacı olduğum kişiye akıl öğretmeye çalışmıştım. Yine de o, benim bu “ukalalıklarıma” aldırmamış olacak ki, söylediğini yaparak beni arkadaşına tavsiye etmişti. Ben de, istemeye istemeye de olsa, en azından babamı susturmak için önerilen bu şantiyeye gittim. Ama orada aylarca kalacağım bir yer ve karın tokluğuna çalışmaktan başka bir kazancım olmadı. Yeniden kapısını çaldığımda ise, suçlanan yine ben oldum. Efendim “işe dört elle sarılmıyormuşum, işçiler üzerinde bir otoritem yokmuş, işin inceliklerinden haberdar değilmişim, bu nasıl mühendislikmiş, mesai saatlerinde ortalıktan kayboluyormuşum ve hatta kimi zaman kitap dergi okuyor ve çalışanları da buna zorluyormuşum”, falan. Baktım olacak gibi değil, bıraktım bu işi ve yeniden döndüm eve. Bu defa ise babam, “hiç değilse askere git; ondan sonra doğru düzgün bir işe girebilirsin belki”, diye tutturdu. Çaresiz askerlik şubesine müracaatımı yaptım. Sağlık raporu için muayeneye gönderdiler. Formalite icabı bazı muayenelerden geçirilmekteydik. Akciğer filmi çekilmiştim. Herkes sırasını savıp gittiği halde ben bekletilmekteydim. Artık dayanamayıp kapıdaki görevlilere bağırmaya başladım. Askerî doktor içeriden çıktı ve beni çağırdı. “Seni bekletiyordum çünkü daha detaylı bir muayene yapacaktım. Ne diye bağırıp duruyorsun. Bir de üniversite bitirmişsin. İnsanlara iyi örnek olacak yere, eğitimsiz insanlar gibi hareket ediyorsun.” “Af edersin” dedim “ama sinirlerim çok bozuk, artık ayakta duracak mecalim kalmadı.” “Kalmaz tabi, çünkü tüberkülozsun, yani namı diğer verem. Halsizliğin de, asabının bozukluğu da bu yüzden. Nasıl geldin bu hale? Sigaran içkin var mı?” “Yok.” “Allah’tan ki yok. Aksi halde duman olmuştun. Durumun çok kötü değil ama bu halinle seni askere gönderemem. Tedavi olmalısın. Hiç değilse biraz sanatoryumda yat, iyi gelir.” “Nerede?” dedim. “Bir sanatoryum… Validebağ olabilir mesela. Doktorunu tanıyorum. Fahreddin Bey. Ona selamımı söyle, yardımcı olur. Kendine de iyi bak. Yemene, içmene, uykuna dikkat et. Sıcak suyla banyo yapma. Dikkatli davranırsan bir yıla kalmaz iyileşirsin.” “Ne! Bir yıl mı?” “Bu bir şey değil. Şayet günümüzün ilaçları olmasaydı, birkaç yıl sürebilirdi tedavin. Ama yaşama biçimini değiştireceksin. Düzenli uyku, düzenli yemek, temiz havada yürüyüş; her şeyden önemlisi de bu asabi tutumunu bir yana koymalısın.”
Tüm bunları söylemek kolaydı elbette. Yemek, içmek…. Ama nasıl? Hangi imkânlarla? Bir de evde senin eline bakan, senin onların değil, onların senin bakımına muhtaç olduğu bir hava varken. Hadi gel de asabi olma, düzgün uyu, iyi beslen. Ama sonuçta kimsenin umurunda değildi bunlar. Bütün bunların üstesinden gelmek zorunda olan ise, bu her nasıl olursa olsun, sendin; hem de yalnız başına. Acımasız bir dünyada öylesine yalnızdın ki, bu bile insanı verem etmeye yeter de artardı. Ama yine de insanlar şen şakrak sürdürmekteydiler hayatlarını, belli bir umursamazlıkla. Her şeyin sırrı buydu belki. Bu tür bir umursamazlığa gömülebilmek, bırakmak kendini hayatın akışına. Ama yapamıyordum. Babamın dediği gibi, üstüme vazife olmayan ne varsa oradaydım. Orada olmasam bile onun derdini içimde taşımakta, o dertle dertlenmekteydim. Sanki benim içten dertlenmem, birilerinin dertlerine derman olabilirmiş gibi. Sonunda ise bu dertlere derman olmayı bir yana koyun, işte o dertler benim içimde büyümekte ve bir yerlerden patlak vermekte; manevî olan, maddî olanda zuhur etmekteydi.