“Hacı Raif’le Paşa İsmail bir zaman daha, yaklaşan umutlu günlerden konuştular, keyiflendiler. Paşa İsmail geç vakit kalktı. Hacı Raif onu kapıya kadar geçirdi. Evin sahanlığından ikisi de ta aşağılara, Müezzinoğlu’nun Cevizli Bahçesi’ne doğru baktılar. Konağın ışıkları şakır şakır yanıyordu. Çalgı çengi sesleri duyuluyordu.”
Yeşil Gölge İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, çok partili hayata geçiş sürecinin bir Anadolu kasabasındaki yansımalarını halkın renkli yaşayışıyla birleştirerek ele alır. Arkasını iktidara dayayan kasabanın güçlü adamı Müezzinoğlu, her türlü haksızlığı yapan bir adamdır. Öte yandan kasaba eşrafından kimi isimler de içten içe Müezzinoğlu’na muhalefet etmekte, onun kasabadaki nüfuzunu kırmaya çalışmaktadırlar.
Birinci bölüm
B… kasabası, … Çayı boyunda, birkaç yüz kilometrekarelik bir ova üzerinde kurulmuştur. Meşe, kestane ağaç larıyla örtülü yüksek dağlar çevirmiştir bu ovayı. Yedi kilometrelik bir ırmak yolu Karadeniz’e, on beş kilometrelik bir şose, demiryoluna bağlar kasabayı. Öyleyken kasaba halkı kendi âleminde yaşar; daha doğrusu ırmakla, şoseyle dışarıdan gelen görenekler, modalar, kasaba sınırında renge boyanmadan içeri bırakılmadığı için kasaba böyle görünür. İstanbul’a yumurta, kereste gönderen tüccarların oradan getirttikleri Kurbağalıdere kayıkları, ırmak kıyısında kalafatlanmadan, martukalarını boyadıkları şu bildiğimiz sülümen boyasıyla boyanmadan: “Miki”, “Albatros” gibi adlar silinerek onların yerine “Hüdaverdi”, “Denizkızı” gibi isimler yazılmadan bu kayıklara ırmakta dolaşma izni verilmez. Akşamları sandal teferrücü yapan kadınlar, İstanbul modasına uygun elbiseler giyerler ama, üzerlerinden ipek Laz çarşaflarını çı- karmazlar. Onları, buralı olmanın bir alametifarikası gibi sırtlarında taşırlar. Kadınlar roplarından söz açarken de, başka taşra kasabalarındaki gibi, İstanbul adıyla övünmekten hoşlanmazlar; modele, o elbiseyi ilk giyenin adı- nı takarlar, “Asiye’nin urobundan dikti’düm,” derler. Yahut da elbisenin dikildiği mahallenin ismini verirler, “Irmakaltı modası bir ceket yaptı’dum,” derler.
Burada ne İstanbul’a ne de Ankara’ya hasret çekilmez. Onlara göre, “Ben B…lıyım!” demek üstünlük için yeter. Kasabaya dışarıdan gelen bekâr memurlar, öğretmenler bile –çoğu zaman niçin gideceklerini, orada ne yapacaklarını bilmeden, belirsiz bir umut ve özleyişle yola çıkan başka taşra kasabalarındaki memur ve öğretmenler gibi– İstanbul’a kaçmak için tatilleri gözlemezler. Kasabanın kadınları güzeldir, oynaktır; Karadeniz uşağı olmayan, yani hovardalık, küfürbazlık, kavgacılık nedir bilmeyen erkeklere horlukla bakarlar. Bu yüzden kasabanın vukuat bilançosu oldukça kabarıktır. Lügatçesi de küfür bakımından çok zengindir hani. Burada kü- fürsüz laf edilmez: Severken sövülür, gülerken sövülür, ağlarken sövülür, överken sövülür, kınarken sövülür. Bu küfürler ancak sesin tonuna, yüzün biçimine göre iyi ya da kötü bir anlam taşır. Kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı küfür dağarcığı yoktur. Kadınlar da erkekler gibi ana avrat düz giderler. Şunu da eklemeden geçmeyelim, babasının yanında, onun kocalık haklarını çiğneyerek anasına sövmeyen delikanlı, pısırık yetişmiş sayılır. B…lılar ağzı sıkı insanlar değillerdir. Sır saklamak ne söz, iki başlı dedikodu ile bile yetinmezler. Duyduklarına o saat koşma düzerler, sonra da her koşmaya yatkın, özel bir çiftetelli havasıyla bütün kasabaya yayarlar. O zaman, hemşeri bir sanatçı olduğu için durmadan Sadi Yaver Ataman’ın plaklarını çalan gramofonlar susturulur, usanç getiresiye dek, kaş göz işaretleriyle tuzlanıp biberlendirilerek hep bu türkü söylenir bir süre. B… kasabası üç büyük semtten meydana gelmiştir. Bunlardan Kışla Mahallesi ırmak kıvrıntısının dışındadır, Arıt Dağı’nın yamaçlarına doğru tırmanmış evleriyle kasabadan uzak kalmış bir hali vardır mahallenin. Halkın çoğu göçmendir. Fazla cam parası vermesinler diye pencerelerinin yarısını kerpiçle örmüşlerdir. Tezek dumanı, mısır koçanı kokusu sinmiş izbelerinde kendi hallerinde yaşarlar. Zaman zaman yağlarını ya da dağdan kaçak getirdikleri kömürü satmak için ırmak üzerindeki köprü aştıkları olur.
Öteki iki mahalle: Çarşı semtiyle Gülbucağı insanları, dışarıdan gelen her şeyi kendilerine uydurmada pek becerikli oldukları halde, birbirleriyle bağdaşmada bu hünerlerini gösteremezler, durmadan didişirler. Çarşı semti ile Gülbucağı’nı ırmağın “S” kıvrımı birbirinden ayırır. Çarşı semti. Kışla Mahallesi ile Gülbucağı arasındaki büyük yarımada üzerinde kalır. Hükümet Konağı, cami, çarşı, pazaryeri hep bu yarımada üzerinde bulunduğundan Çarşı semti halkı, kendisini gerçek kasabalı sayar; öteki semtlerde oturanlara köylü gözüyle bakar. Ama ırmağın öbür kıvrımı içinde kalan Gülbucağı’nın dut, ceviz ağaçlarıyla gölgeli bahçelerinden yükselen kıvrak kadın kahkahaları, neşeli oynak türküleriyle Çarşı semtinden daha çekici bir yanı vardır. Karanlık gecelerde hükümetin, Çarşı’nın, hatta caminin ileri gelenleri de kendilerini bu çekilimden kurtaramazlar. Çarşı semtinin namuslu kadınları, Gülbucağı’nın günahkâr üstünlüğünü pek iyi bilirler. Ne var ki bu aşağı- lık kompleksi ile Gülbucağı’nı kötü semt diye dillerine dolarlar, kınamaya, yermeye çalışırlar. Haftanın belli günlerinde yanan hamamda iki semtin kadınları ayrı ayrı bölmelerde yıkanırlar. Çoğu zaman iki bölme arasında kinayeli türküler söylenmesi yüzünden, hamamtaslarıyla kadınların birbirlerine girdikleri görülür. Çarşı semtinde, Gülbucağı’ndaki bahçelerin bir par- çası gibi görünen Müezzinoğlu’nun Cevizli Bahçe’si yarımadanın en yeşil, en canlı köşesidir. Cevizli Bahçe’nin büyük kapısı çarşı meydanına açılır. Hükümet Konağı ile cami de tam Cevizli Bahçe’nin karşısına düşer. Cevizli Bahçe’nin bir ucu ırmağa dayanır. Irmağın kıyısındaki iskelede küçük bir sandal Müezzinoğlu’nun Cevizli Bah- çe’sini Gülbucağı’na, büyük köprüden çok daha güvenle bağlar. Onun sayesinde Müezzinoğlu, ünlü yosma Güllü Hacer’in evine gitmek için aysız geceleri kollamak zorunu duymaz.
Müezzinoğlu’nun Gülbucağı’na bakan köşkü, ceviz ağaçlarının kuytuluğunda bir şato gibi yükselir. Müezzinoğlu kasabada bulundukça köşkün kapıları, pencereleri hep açık durur. Gündüzleri köşkte hep mevlit okunur. Öteki günler esnaftan, köylüden birçok kişilerin, ellerinde kâğıt tomarları, Hükümet Konağı’ndan önce Cevizli Bahçe’ye uğradıkları görülür. Geceleri de pencerelerinden, yiyip içen, eğlenen insanların sarhoş kahkahaları, kasabanın en yeni çapkınlık serüvenlerini yayan türküleri dökülüp taşar.
İki yıldan beri Cevizli Bahçe, derin bir yasa gömülmüştü. Kapıları kapanmış, panjurları örtülmüştü. Müezzinoğlu’nun Cevizli Bahçe ile Güllü Hacer’in evi arasında gizli gece yolculuklarında, üşüdüğünden mi hastalandığını; yoksa köşkün salonlarında kaymakamlara, müfettişlere sık sık verdiği ziyafetlerde, Hacı Kadir’in şarabına fazlaca iltifat ettiğinden mi çarpıldığını kestirmek güç- tür. İl doktorları, ciğerlerinde açılan yaranın ancak İstanbul’da iyileşebileceğini söylediler. Müezzinoğlu, ağzından kan gelmeden doktorlara inanmadı. Günün birinde işlerini, haydut yapılı kâtibine emanet ederek kasaba ileri gelenlerinin, hemşirelerinin hayır duaları, sağlık dilekleri ortasında kendisini ırmak ağzına götürecek motora bindi, İstanbul’un yolunu tuttu.
Müezzinoğlu gittikten sonra Cevizli Bahçe’den mürüvvet görenler de görmeyenler de bir zaman Müezzinoğlu’na acıdılar. İnce hastalıktan kurtulamayacağını, hayrül halefi olmadığından malının mülkünün, kapanın elinde kalacağını, Cevizli Bahçe’nin sönüp gideceğini acınarak söylediler. Bir zaman sonraysa bütün eğri işlerini ortaya dökmeye başladılar. Bunda Nalbur Hacı Raif’in büyük etkisi oldu ama kendisi her zaman gölgede kaldı. Kasabayı Müezzinoğlu’nun aleyhinde konuşturmakta büyük hü- ner gösterdi. Onun sofrasında yiyip içmiş olanlar bile Müezzinoğlu’nun başına gelenlere mazlumların alınmış bir çeşit intikamı gözüyle bakmaya alıştılar. Müezzinoğ lu’nun yasını yürekten tutanlar, salt Gülbucağı’nda oturanlar oldu. Hele Güllü Hacer, al uskufasını bir daha hiç giymedi. Havuz başını bakımsızlıktan ot bürüdü. Hayır işlemiş olmak, hem de avunmak için küçük bir evlatlık aldı. Hatırlı memurlar zorlamadıkça evinde içkili âlemler yapılmasına bile razı olmadı. Güllü Hacer uzun, sıkıntılı iki yıl geçirdi. Ne zaman avluya çıkıp Cevizli Bahçe’ye doğru baksa gözleri doluyordu. O kapalı panjurların mahzun yüzleri ona, hastane köşelerinde canıyla uğraşan Mü ezzinoğlu’nun hasta suratını hatırlatıyordu. Panjurlar kapalı kaldığı sürece, Müezzinoğlu’nun iyileştiğini söyleyen kâtibine de inanmadı; İstanbul tangolarıyla düşüp kalktığından kasabaya dönmediğini söyleyen Saniye orospusuna da.
Dün sabah ırmaktan su almak için inmişti. Türkü söyleyerek köşkün camlarını temizleyen hizmetçi kadınları görünce birden inanamadı gözlerine. Ama su taşıyan hizmetçi kızlardan biri, ağalarının yarın sabah köşke geleceğini ırmağın öbür yakasından bağırarak haber verince, Güllü Hacer bu sevinç haberine dayanamadı, düştü bayıldı. Müezzinoğlu’nun sağ selamet geri döneceğini duyanlar, dünden beri gene onun arabasına binmişlerdi. Varsa yoksa Müezzinoğlu… Fakir fukaranın koruyucusu, dulların, yetimlerin babası, mazlumların kurtarıcısıydı o. Onu kasabaya bağışladığı için Tanrı’ya kurbanlar kesseler yeriydi.
Tabii, Müezzinoğlu’nu getiren motor kasaba halkının büyük gösterileriyle karşılandı. Hastalığı sırasında Müezzinoğlu’nun ardından en fazla kuyusunu kazan, damadını Halkevi başkanlığına yerleştiren Nalbur Hacı Raif Efendi bile, haydut yapılı damadına Müezzinoğlu motordan inerken, ayağı bastığı yerde bir kurban kestirdi. Müezzinoğlu şişmanlamış, yanakları bura elmaları gibi kızarmıştı. Sağına soluna selamlar dağıtarak, iltifatlar yağdırarak iskele boyunca serilmiş halılar üzerinde yürüdü. Öğleden sonra Cevizli Bahçe’nin çarşı meydanına bakan portasının geniş kanatları ardına dek açıldı. Köşk arı kovanı gibi işliyordu. İçeri dolan kalabalık arasında, en iyi giysileriyle kasaba ileri gelenleri göze çarpıyordu. Caminin imamıyla müezzinleri, cüppelerini uçurarak köşkün merdivenlerini çıkarken etrafa ağır bir gülyağı kokusu yayılıyordu.
Konuklar önce selamlık odasına girip Müezzinoğlu’ nun elini öpüyorlar, sağ selamet dönüp gelmiş olmasından duydukları memnunluğu belirtiyorlar, Müezzinoğlu’ nun hatır soruşlarına, sağlığına duacı olduklarını söyleyerek el kavuşturuyorlar, sonra geri geri giderek dışarı çıkı- yorlar, ayakkabılarını bir kenara bırakarak, iri tüylü halılar serilmiş salona geçiyorlar, duvar diplerine diz çökerek sıralanıyorlardı. Salonun başköşesinde mevlit okuyacak hocalara yer ayrılmıştı. Bir rahle çevresine toplanan hafızların sayısı oldukça kabarıktı. Salona açılan odaların tül perde ile örtülü kapıları gerisinde, peştemallı, başörtülü kadınlar fark ediliyordu.
Hizmetçiler ortalıkta dolaşarak gelenlere gülsuyu serpiyorlar ya da odanın dört köşesine konulmuş sedef kakmalı sehpalar üzerindeki buhurdanlara amber dökü- yorlardı. Mavi duman halkalarından odaya bayıltıcı bir koku yayılıyordu. Kâhyanın kapıdan verdiği bir işaret üzerine hafızlardan biri bir aşır okudu. Sonra hep birlikte bir ilahi söylediler:
Allah adın uludur
Emrin tutan kuludur
Müminlerin yoludur
Allah Allah kerim Allah rahim Allah
Aman Allah deyelim yahu.
Dinleyiciler yavaş yavaş tanrısal bir duyguya gömü- lüyorlardı. Kadınların bulunduğu odadan hıçkırık, inilti sesleri geliyordu. İlahi biter bitmez, hafızlardan biri davudi sesiyle Süleyman Dede’nin mevlidine geçti:
Allah adın zikredelim evvela;
Vacip oldur cümle işte her kula
Hafızın yanık sesi, ufka devrilen geniş ışıklarıyla par- ça parça tutuşmuş ceviz ağaçlarının kuytuluğunda ırmak kenarına doğru yayılıyor, oradan ırmağı atlayarak Güllü Hacer’in avlusuna dek sokuluyordu. Ne var ki Güllü Hacer’in evinde bu kutsal şiire kulak verecek kimseler yoktu. Güllü Hacer’in hizmetçisi Ayşe Bacı ile evlatlığı Kevser, iş şalvarlarını entarileri üzerine geçirmişler, ellerinde kovalar, avlunun ortasındaki havuzun sularını habire bo- şaltıyorlardı. Bu sabahtan beri Güllü Hacer’in evinde bir telaş, bir kıyamet gidiyordu. Müezzinoğlu sağ salim gelir de Güllü Hacer’i rahat kor mu? Artık ziyafetleri ziyafetler kovalayacaktı. Bundan böyle her an Müezzinoğlu’nun emirlerine hazır beklemek gerekirdi.
Güllü Hacer’in evlatlığı Kevser, yeni serpilmeye baş- lamış, etli canlı bir kızdı. Yanakları çalışmaktan kıpkırmızı kızarmıştı. Menekşe renkli gözlerinde yorgunluk yerine tatlı bir şehvet ürpertisi vardı. Kovayla suyu boşaltmak için eğildiği zaman kalçaları semiz semiz geriliyordu. Ay şe Bacı onun bu taze, hayat dolu güzelliğini kıskanç gözlerle arada bir yokladıkça ona çatmaya vesile arıyordu, “De kız, ne durdun? Davran! Kıçını kaldır a’cık. Akşam oluyo!” diye çıkışıyordu. Ama Kevser’in tındığı yoktu. Sık sık şalvarı arasına elini sokuyor, entarisinin cebinden kü- çük bir ayna çıkararak kâküllerini düzeltiyordu. Kevser’in terden ıslanmış pembe yüzüne tutkun bakışı Ayşe Bacı’yı büsbütün kızdırdı, “Şuna bak! Kâkil de bırakmış haspam… Sen hele yazmanı doğru dürüst bağlamasını öğ- ren bi’yol da, kâkilin kusur kalsın!” dedi.
Kevser bir suç işlemiş gibi yazmasıyla kırkmalarını
örttü:
“Kâkil makil bırakmadım ben… Nereden uydurdun?”
“Bi de beni yalancı çıkaracak… Şuna bak! Kâkil bırakmışsın, bırakmamışsın, benim ne umurum? Sen onları Güllü’den gizle, gizleyebilirsen. Bi görürse, alimallah, kız benimle yarışa çıkmış, diye saçını dibinden kestirir, hani masallardaki keloğlanlara dönderir seni.”
“Sen munafıklamazsan bi şeycik olmaz.”
“Delinin zoruna bak! Başka işim kalmadı zahar.”
Ayşe Bacı, Kevser’i söyletmek için, “De bakam, kimin için kestin bu kâkilleri kız?” dedi, “Ahmet için mi?