“Nergis o sabah uyandığında yanında yatan adam, zaten yıllarca yatağın aynı tarafında yatmıştı. Fakat yıllardır da ayrı yatıyorlardı. An itibarıyla sırtı ona dönüktü. Nergis’in boş bakan gözleri kocasının ensesinde bir noktaya kilitlendi. Saçların bittiği yerde dışarı doğru fırlayan iri tümsek de neyin nesiydi? Kızılımsı kahverengi iğrenç bir çıkıntı. Kafka’yı hiç okumamış olsa da, uyku sersemi Nergis, ilk anda bunun bir böcek olabileceğini düşündü. İrkildi.”
Romanlarda karakterler ile aramızdaki mesafeyi ne belirler? Karakterler bir anda kapı komşumuz, ablamız, kardeşimiz, eşimiz, annemiz, babamız… hatta kendimiz kadar yakın olduğunda mesafeler daralır mı?
Cüceler’de mesafeler adeta ortadan kalkıyor. “Kutsal ailenin dokunulmazlığı”na cesurca dokunan bu romanda, bir kız çocuğu, bir abla, mevki sahibi bir adamın karısı ve de iki çocuk annesinin bugüne kadar kimsenin pek de merak etmediği hayat hikâyesine, başka deyişle bir kadının var olma devinimine tanık oluyoruz ve bu tanıklığımıza romanın sıra dışı kurgusu ve anlatım tarzı da eşlik ediyor.
NEŞE CEHİZ, 1958’de Ordu’da doğdu. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirdi. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Biyokimya Bölümü’nde 18 sene çalıştı. Öykü ve şiirleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlandı. Baba Evi, Aşka Sürgün, Hayat Bağları, Zerda, Asi, Erkekler Ağlamaz, Ihlamurlar Altında, Kasaba gibi TV dizilerinde senaryo yazarlığı yaptı. İlk kitabı Evlilik Cüzdanlarını Buruşturan Öyküler’le, 1991 Akademi Kitabevi Ödülü’nü kazandı. 413 Yaşadı mı? (1993), Yalan Roman (1995) adlı romanlarının yanı sıra Çukurda, Bakire Kızlar ve Ötekiler, Beni Odana Götür, Kanlıca’da Çılgın Aşk adlı öykü kitapları vardır.
başlangıç
“Ocak ayının ortalarıydı, kar yağışı bütün gece sürdü,” diye yazdım sırtı spiralli çizgili defterime. “O pazar sabahı çok erken uyandı N.Ü. Rüyasını hatırlayamadı. Tekrarlayan bir rüya onu böyle uyandırıverirdi bazen. Dö nüp yüzükoyun yatmış uyuyan kocasına yan gözle baktı. Baktığı yerde hiçbir şey görmüyormuş gibiydi.”
Gülümsedim kendi kendime. Bu defa fena başlamadım, diye düşündüm.
Nergis’in yüzünde gülünesi bir ifade vardı belki. Belki de acınası bir ifade. Kesin bir şey söylemek olanaksız. Aslına bakarsanız hiçbir zaman hiçbir şeyden emin olunamıyor. Yazarken de, yaşarken de. Ama “Nergis” dediğim hayal ürünü değil. Nergis’i ve kocasını tanıyorum. Sahi söylüyorum çok iyi tanıyorum onları. İstanbul’da, Pendik sahilinde nasıl tanıştıklarını, evlenmek için nasıl hevesli olduğunu da biliyorum. Yani işkembeden atmıyorum hikâyeyi. Öyleyse Nergis diyelim ona bundan böyle.
Nergis sabah beşte uyanmıştı. Evin içi sıcak mı sı- caktı. Öyle ki pamuklu pembe geceliğinin sırtı, memelerinin altı ıpıslak olmuştu terden. Sağ dirseği uyuşana dek –süre belirsiz– kımıldamadan kaldı. Kafası boş. Tamamen boş. Ama aynı zamanda sinsi sinsi yaklaşan bir şeyler var.
Başucu lambasını yaktı. Alev alev yandı kızıl perçemi. Eğilip baktığı yer gölgelendi. Bütün ağırlığını verdiği dirseği iyiden iyiye hissizleşti. Uzun zamandır hiçbir şeye bu kadar dikkatle bakmamıştı. Sıcacık yatağında kocasına sımsıkı sarılıp mışıl da mışıl uyumak yerine hiç de onaylanmayacak bir şey geçiyordu kafasından.
“Öldür onu!”
Bırak da adam eceliyle ölsün, dedim içimden. Cart diye yırttım attım sayfayı. Ne diye yanlış tanıtı- yorum ki Nergis’i. Biraz düşünmeli. Kahve mi içsem? Ya da bir çay demlemeli. Çakmak nerede? Önce suyu doldurmalı çaydanlığa. Her şeyi sırasıyla anlatmalı.
Ocağın altını yakıp doğrulduğumda mutfak saati ile burun buruna geldim. Gece yarısını üç geçiyordu. İyi.
Baştan başlıyoruz.
“Nergis o sabah uyandığında yanında yatan adam, zaten yıllarca yatağın aynı tarafında yatmıştı. Fakat yıllardır da ayrı yatıyorlardı. An itibarıyla sırtı ona dönüktü. Nergis’in boş bakan gözleri kocasının ensesinde bir noktaya kilitlendi. Saçların bittiği yerde dışarı doğru fırlayan iri tümsek de neyin nesiydi? Kızılımsı kahverengi iğrenç bir çıkıntı. Kafka’yı hiç okumamış olsa da, uyku sersemi Nergis, ilk anda bunun bir böcek olabileceğini düşündü. İrkildi. Daha dikkatlice bakıp bir kıpırtı bekledi. Yüzünü iyice yaklaştırmıştı. Meçhul zımbırtı bir santime yakın çaptaydı. Nergis ne olduğu belirsiz yuvarlağa UFO görmüş gibi bakıp kaldı. Epey sonra tedirgince uzandı parmağı. Ne olduğunu anlamak istiyordu. İlkin dokunmaya yeltenip geri çekti elini. Sonra başucu lambasını yaktı. Şimdi tam seçebiliyordu. Birazcık rahatladı. Altı üstü bir et beni, diye geçirdi içinden. Ancak tam rahatlayamamıştı. Yatağının kenarına oturdu şaşkınlıkla. Derken uyurgezer gibi parmak uçlarında yürüyerek halıda ilerledi. Beş-altı adım kadar da grimsi tahta döşemede yol aldı. Ve bu uzun yolculuk pencere önünde son buldu. Aman Tanrısı! Kar taneleri birbirleri arasında dolanıyordu pencerenin dışında. Pıtır pıtır köpükcükler pıt pıt cama vurup duruyordu. Hayatı- nın en mutlu anlarından birini yaşadığını düşündü Nergis. Tam o sırada arkasında bir hışırtı duydu. Dönüp baktığında, alacakaranlıkta daha da heybetli görünen kıvır kıvır saçlı kocasıyla yüz yüze geldi. Gözleri karardı, bayılacak gibi oldu. Bir anlığına ne yapacağını bilemeyen adam sağ eliyle, sendeleyen karısının sol koluna yapıştı. Ama Nergis kocasının elini hafifçe silkeleyip attı. Yirmi yıllık kocanım, korkuyor musun benden, diye söylendi adam. Bir süre karısının bir şey söylemesini bekledi. Nergis konuşacak halde değildi. Gözlerini kocaman açmış karşısında duran adama bakıyordu. Cevap versene, dedi kocası. Ne oluyor sana? Nergis loş odada elini sus gibisinden salladı. Yirmi küsur yıldır evli olduğunu ancak idrak etmişti. Sindirmeye çalışıyordu. Zar zor gülümseyen kocası, Kötü bir rüya mı gördün, diye geveledi. Nergis buz gibi bir ifadeyle, Niye sordun, diye sordu. Soruya soruyla yanıt verilince afalladı adam. Bilmem, öylesine, gibisinden mırıldandı. Bunun üzerine Nergis öyle içten bir kahkaha attı ki böyle bir kahkaha bu evde duyulmayalı yıllar olmuştu.”
Fakat bu histerik kahkaha benim de pek hoşuma gitmedi. Bariz bir sorunu işaret ediyor gibi. Şöyle bir baktım da gece lambasının kızılımtırak ışığında deli deli bakıyor gözleri.
Sanırım Nergis’in çocukluk yıllarıyla kafam karıştı. O yıllarda… Hayır anlatmayacağım. Trajik konulara girmemeli. Aklıma gelince feci efkârlandım. Biraz da gözlerim doldu. Bozuyorum sigarayla ilgili kuralımı. Saat başı bir taneydi bu kural.
Dışarıda ayaz ıslık çalıyordu pencere aralıklarından. Bir bardak çay alayım derken mutfak saatiyle tekrar göz göze geldim. Aradan kırk dakika geçmiş. Çay daha içmeden bayatladı. Tazesini demledim. Nerede kalmıştık?
“Kocası yastığını kapıp gidince derin bir soluk aldı Nergis. İki kolunu iki yana açtı kocaman. Bacaklarını da dümdüz bitiştirdi. Tepeden bakınca bir kartala benzedi- ğini düşündü. Kartal halsizce kanatlarını kıvırdı, bacaklarını toplayıp yana doğru devrildi, uykuya daldı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini kalın kadife perdeler yüzünden kestiremedi. Tam beş saat uyumuştu. Demin kısık olan gözleri fal taşı gibi açılıverdi. Rüyasını ilk kez hatırlamıştı. Değişik versiyonlarını tekrar tekrar gördüğü rü- yayı yeniden başlattı. Büyük bir kapıdan giriyordu rüyasında. Ağır, demir bir kapı. Heyecanlıydı içeri girerken. Hani epeydir beklediği bir şeye kavuşma öncesiymiş gibi mutlu bir telaş içindeydi. Girdiği yer, genişliğiyle ferahlığıyla Harbiye’deki açık hava sahnesine benziyordu. Tekrar gözünün önüne getirdi. Aspendos sanki burası. Etrafta bina olmadığına göre kuvvetle muhtemel. Fakat girer girmez etrafında bir koşuşturmadır gidiyor. İçerisi ana baba günü. Bu sırada sahneye klasik müzik çalgılarıyla büyük bir orkestranın elemanları girmeye başlıyor. Ama o kadar kalabalık o kadar kalabalık ki, oturma yerleri hızla doluveriyor. Nergis tatlı bir hevesle boş bir yeri gö- züne kestiriyor ama oturamadan birileri kapıyor yerini. Yer kapmaca o kadar hızlı gerçekleşiyor ki Nergis koskoca Aspendos’ta kendine sığışacak tek bir yer bulamıyor. Çok seri davrandığı halde! O kadar gayret gösterdiği halde. Sipsivri ortada kalakalıyor. Büyük bir boşluğa düşmüş gibi! Öyle bir his. Hepsi bu kadar.”
On biri geçiyordu, yazdığı kısacık veda mektubu bittiğinde. Tam bu aşamada birkaç gün geriye gitmekte fayda var.
Perşembe günü hayat normal seyrinde. Tarçın rengi tunik biçimi kazak, streç pantolon, içi kürklü deri montuyla kuaföre giriyor Nergis. Fazlasıyla nazik ziyadesiyle sevecen müşteri gülücüklerle karşılanıyor. Boynu bir tarafa eğik, bedeni kalıp gibi duran ve bir yana dönmek istediğinde bütün bedeniyle dönmek zorunda kalan, bu haliyle epey havalı görünen, gür uzun saçlı, ankilozan spondilit denilen hastalıktan mustarip meslek erbabı Hüseyin işinin başına geçiyor. Durdum. Kuaförden kime ne? Bir araba boş laf.
Sırtı spiralli çizgili defterimden sayfa koparmak kolay olsa da bu kez biraz ağırdan aldım nedense. Tırt tırt tırt tırt tarzında bir ses geliyor sayfa koparken. Yirmi dört kez tırtladı spiralden kopan yaprak. Bir sayfa daha Hakk’ın rahmetine kavuştu.
“Perşembe günü akşamüstüydü. Kocası telefonla aradığında Nergis kuaförde saçını boyatıyordu. Keskin peroksit kokusuyla hapşırıklara boğulmuş haldeyken çaldı cep telefonu. Ezeli beri alerjisi vardı bazı tozlara, bazı kokulara, bazı kimyasallara. Hapşıra tıksıra, Alo, dedi. Arayan ses, Boğaz’da tek başına kafa dinlediğini, eve geç geleceğini söylüyordu. Elbette ki kocasıydı arayan. Telefonu kapattıktan sonra, Acaba tek başına sıkılmıyor mu hiç, diye düşünmeden edemedi Nergis. Aynada kafasındaki bulamaca bakarken arayıp sormak istedi. Tam da bu sırada kuaför Hüseyin omzuna dokundu. Birlikte saç yıkama bölümüne gittiler.”
Olay kahramanı kadın yıllar sonra ilk kez saç rengini değiştirir, küllü sarıdan kıpkızıl bir renge geçiş önemli, diye not almışım. Son beş yıldır saçlarını Hüseyin tarıyor. Adamın ilk günden beri ona asıldığını hiç fark etmemesi de önemli.. Her neyse… Çok daha önemli şeyler var. Bu kadın cumartesiyi pazara bağlayan sabah zehir gibi soğuk bir havada kaybolup gitti. Sırlara karıştı. Yok oldu. Kaybolan ve sırrı çözülemeyen çorap tekleri gibi.
Durmaksızın eksilen çay kaşıkları gibi. Yeraltında olduğu bilinip de cesedine ulaşılamayan maden işçileri gibi. Faili meçhuller gibi. Anlık ve sebepsiz bir öfkeyle alelacele karar verdiğini sanmayın. Ve arkanıza yaslanın, kemerleri bağlayın. Bardak dolu olmasa taşar mı tek bir damlayla. Hele de çamur kıvamındaysa son damla. Günlerdense mübarek cuma. “Cuma günü öğlene doğru elektrik süpürgesi çalıştı- ğından, ısrarla çalan telefonunu zar zor duydu Nergis. Telefon şirketi ya da kablo TV şirketlerinden birileri faturaya on ya da yirmi lira eklemek için paketler önerip dil dökecekti muhtemelen. Bu yüzden biraz bıkkın biraz da sinirli olabilir, alo derken ki tonlaması. Umduğu gibi olmadı. Tanımadığı bir kadın sesi ona bir şeyler söyledi. Hatta bir iki talimat verdi. Şayet Nergis o cuma günü o telefonu açmamış olsaydı, hayatındaki her şey olağan olarak kalacaktı.” Gürcü hizmetliye kalırsa kötü bir haber almıştı hanı- mı. Alma elektrik süpürgesinin başında beş dakika kadar beklemişti. Hanımı telefon konuşmasını bitirdiği halde, dönüp, Devam edebilirsin, dememişti. Sonra merakını yenemeyip birkaç adım ilerlemişti Alma. Bütün dikkatini hanımına vermişti. Aynadan rahatlıkla görebiliyordu yüzünü. Tir tir titriyordu çenesi kadının, hatta bütün bedeni zangırdıyordu. Yanında birdenbire beliren Alma’nın şefkat gösterisini görmezden gelip hızla çıkmıştı salondan. Az sonra sokak kapısının kapandığını duymuştu Alma. Ev sahibesi mesafe koyup cevap vermedi diye içerlediğini anlatmadı. İçinden kötü şeyler geçirip hızlıca haç çıkardı- ğını da söylemedi. Ardından elektrik süpürgesinin düğmesine basıp işine devam etmişti. Ayrıca pazar sabahı alacakaranlıkta hanımının valizini hazırladığını da kapı aralığından görmüştü. İki gündür ateşler içinde yatan Nergis’in çevikliğine hayli şaşırmıştı. Sonradan polise verdiği ifadede hiç söz etmedi bunlardan. Sonra sessizlik. Çaydanlığın tıkırtısı. Buğulanan camlar. Kendimi anlatıyor olsam, “Huzursuzca sandalyede kıpırdandı çünkü zaman önemliydi. Çünkü her an anahtar kilitte dönebilirdi. Kapı açılır ve yazdığı hikâye başlamadan bitebilirdi,” diye başlardım kolayca.
…