Râna ve Mühtedi’nin yazarı, bu kez bizi 1930’ların gerilimli atmosferine götürüyor.
İstanbul’un değişen sosyal yönü, dünya siyasetinde kararan ufuklar, ikisi Türk diğeri Yahudi üç komşu aile, ergenlikten gençliğe yol alan iki yaban gülü: Nesteren ve Ester.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin sarsıntılarını, İstanbul’un değişen sosyal hayatını, doludizgin büyük savaşa koşan dünyayı soluksuz okurken Gürmen’in kahramanlarını çok yakınınızda hissedeceksiniz.
Gürmen, çok okunan ve sevilen romanı Râna’da Cumhuriyet döneminin ilk sancılı yıllarını ele almıştı… Yaban Gülleri, Râna’nın bıraktığı yerden başlıyor -ama bambaşka bir hikâyeyle. Usul usul gelişen, zarif ve duygulu bir anlatı bu:
“Aramızdaki yaş farkına rağmen aynı yolun yolcusuyuz; sevdaya nurlu bir yüz arayan senle, yıllar boyu tasvirde sevdayı arayan ben!”
François Xenaxis’in de dediği gibi, “Osman Necmi Gürmen’in yazısı konuşuyor, patlıyor, dokunuyor!”
***
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce şehr-i İstanbul’un Anadolu yakası Osmanlı döneminden kalma rehaveti korumak ister gibi yayılırdı Pendik’e kadar uzanan Bağdat caddesi boyunca. Avrupa yakasından gelen yolcu Kadıköy’de vapurdan indikte, saati dakikası belirsiz, tosbağayı andıran, vişneçürüğü rengindeki ufarak otobüslerle Feneryolu’nda ana caddeyi kesen kör tren hattı kavşağındaki konağa üç çeyrek saate yakın bir zamanda varabilirdi ancak. Kavşaktan denize doğru yollanan, nereye varmak istediği belirsiz bu kör hat Deli Fuad paşa korusu diye bilinen sahipsiz, esrarengiz bir koruluğu sıyırıp geçerdi.
Bu Fuad paşa, sultan Abdülaziz zamanında Arnavutluk’ta, Kerkük’te ayaklanmaları bastırmış bir mirliva; sultan Abdülhamid döneminde Tuna ordusunda Ruslara karşı çarpışmış bir ferik; müşir payesiyle başkumandan vekilliği yapmış, yaver-i ekremliğe kadar yükselmiş, cesaretinden ötürü “Deli” diye anılan gözü pek bir askeri paşaymış. Deli yakıştırmasına layık görülmüş her insan gibi ölçülü bir yaşamın ayrıksı uçlarında gezinen bu paşa vatan mücadelesi, top tüfek dışında, fırsat eline geçtikte bir an için huzur bulma ümidiyle, o zaman şehir merkezinden uzak bu ıssız bölgede satın alıp duvarlarla çevirttiği koruluğun içine saray bahçelerini süsleyen ağaççıklar diktirmiş, gölcükleri andıran havuzlar yaptırmış, havuzlar arası kanalcıklar açtırmış, kanallar üstüne köprücükler kondurmak suretiyle yeryüzünde gönlünü dinleyecek sessiz sakin bir cennet köşesini yaratmaya çalışmış. Çalışmış, özenmiş ama taksirat ona bu emeli çok görmüş. “Padişah yaveri” payesine eriştiği bir dönemde, sultan Abdülhamid’i tahtından indirmeye teşebbüsle suçlanıp Trablusşam’a sürülmüş Fuad paşa. O zamanın Feneryolu’nda benimsenmiş rivayete göre, yirminci yüzyılın başında dönüşü olmayan sürgüne giderken meşrute olarak, yani satılmaması, dahası el sürülmemesi kaydıyla koruluğu Sûfî lakaplı şayanı itimat komşusu Şecaeddin efendiye ferağ etmiş tapuda. Abdülhamid’in hal’inden sonra yetmiş yaşını aşkın kimsesiz bir piri fani gibi yurda dönen talihsiz paşayı kadirşinas Şecaeddin efendi ağırlamış, o korulukla cadde arasında bulunan asırlık konağında.
Nesteren hatırlıyordu, hayal meyal, son yıllarında çok yaşamış olmanın usananı belirten bakışıyla geleceği kara toprakta arar gibi iki büklüm olmuş o doksanlık paşayı. Kütüphaneyi andıran odasında, gümüş topuzlu bastonuna dayanarak ayaklarını sürüye sürüye pencere kenarındaki sedire varır, diktiği fidanlarla cennetten bir köşe haline gelmiş koruluğu seyrederdi gün boyu. Yeşeren yaprakları seçer miydi yılların yıprattığı buğulanmış gözleri?
– O artık gönül gözüyle görüyor hilkatin haşmetini, demişti ilim irfan sahibi sevgili dedesi.
Leyleklerin çınar ağacının tepesindeki yuvaya döndükleri bir sabah, korucunun yardımıyla bahçeye inen o yıllanmış askeri son kez görmüştü ince ruhlu tazecik: oturduğu sekide, sırtı duvara dayalı, açık duran feri sönmüş gözleriyle bulutları sorgular gibi yaşam denen öyküye veda etmişti paşa.
Cumhuriyet’in onuncu yılında on bir yaşına basmıştı Nesteren, evin küçükhanımı. Kalp romatizmasından mustarip bu esmer güzeli ahu gözlü kızını okula göndermemiş; Birinci Cihan Harbi sonrası ekalliyet okullarından birine felsefe öğretmeni olarak gelmiş, işgal kuvvetlerinin çekilip gitmesinden sonra İstanbul’da kalmayı yeğlemiş matmazel Tereza’yı mürebbiye olarak ev sakinleri arasına katmıştı beybabası Sûfîzade Halim bey. İçli olduğu kadar cin gibi akıllı bu sevimli yumurcak altı yaşından bu yana, beş yıl içinde elifbayı, ardından yeni Türkçe harfleri, Fransız alfabesini öğrenip, her sabah çekçek arabasıyla okula giden akranlarına nazire okumaya adamıştı kendini. Yorulmadan, heyecanlanmadan, sıkıntıya düşmeden ergenlik çağını atlatabildiği takdirde bu hassas kızın rahmetli paşa kadar uzun ömürlü olacağını söylemişti kalp mütehassısı profesör Neşet Ömer beyefendi. On bir yaşına basan, büyüdüğüne kail olan Nesteren kendisine mahsus bir oda isteyince, doktorun tavsiyesini göz önünde bulunduran anası koruluğa bakan, yüklük olarak kullanılan genişçe bir odayı boşaltmış, içine bir çini soba kurdurup kızına tahsis etmişti. Karyolasız yer yatağı, çiçekli perdeler, rengârenk, irili ufaklı yastıklar, başucuna bir gece lambası, gerekli eşyası için çekmeceli bir konsol, iki raf, can yoldaşı cüsseli oyuncak ayısına bir köşe… gönlüne göre dayayıp döşediği odasında artık matmazelin gözetiminden uzak, dilediği saatte yatacak, dilediği saatte kalkacak, istediği kitabı okuyacak, ikide bir “gene nerelere daldın” diye uyarılmadan düşlerine dalacak özel bir mekânı vardı.
Kısacık ömrünün on birinci baharında şakıyan bülbülün nağmeleriyle uyandığı bir gece sabaha karşı yataktan fırlar gibi kalktı, bir acele gidip pencereyi açtı, alacakaranlıkta gökten inip doğayı saran gizemli pusun içinden yükselen o İlahî çağrıyı dinledi tanyeri ağarana kadar. Güneşin ilk ışınlarıyla çözülmeye başlayan pusun ardında uyanan doğanın çiçeklerle donanmış dallan, yılların zulmüne uğramı; insan eli yapımı yapay nesneleri örten sarmaşık gülleri, burcu burcu kokan leylâklar, salkımsöğütler altında gölcükleri kaplayan nilüferler arasından su içen kumrular… Bir an için benliğini unutup doğayla kaynaştığını, açılan gonca gül, yeşeren yaprak, daldan dala konan kelebek gibi onun bir parçası olduğunu hissetti Nesteren. Gözleri buğulanan paşa için dedesinin: “O artık gönül gözüyle görüyor doğanın görkemini” demesine bir anlam verememişti o zaman. Anlıyor gibiydi şimdi: arş-ı âlâya giden yolda, değil herhangi bir aracıya, göze kulağa dahi gerek kalmıyordu Yaradan’ın doğasıyla hemvücut oldukta.
O günden itibaren her sabah rüyalarında çileyen bir meleğin sesiyle uyanan Nesteren o tarifi imkânsız ânı bir kez daha yaşamak umuduyla battaniyesine sarınıp çöküyordu pencerenin önüne. Günü müjdeler gibi bazen ezan sesinden önce, bazen karanlığın içinde yükselen o dokunaklı çağrıyı nağmeleriyle yanıtlar gibi ezan sesinden sonra, şakıyan bülbülü dinliyor, gölgeleri üfleyen seher yeli evirgen bir hattat gibi nakşediyordu gönlüne doğanın görkemini. Sabah namazına kalkan korucu Mürsel ağa onu açık camın önünde görüp durumu anasına bildirince,
– Niye öyle yapıyorsun, üşeteceksin kızım! diye takaza eden sevgili anası Ruhsar’a nasıl anlatacaktı doğayla birleştiği o müstesna anları!
Şecaeddin efendinin ömür boyu biriktirip gözü gibi sakındığı dinî, felsefî eserleri ilâve etmesiyle müteveffa paşanın kitaplığı meraklı kız için bir ilim irfan ocağı haline gelmişti. Yeme içmeyle arası pek hoş olmayan Nesteren zoraki kahvaltı sırasında okullarda öğretilen Fransızca metinler üzerinde matmazelle çalıştıktan sonra kütüphanede dedesinin yanında alıyordu soluğu. Eski, yeni, her iki dilde okumayı yazmayı öğrendikten sonra bitmek bilmez sorularıyla ev halkını taciz etmiyordu artık. Zaten öğrenmek istediklerine çözüm getirecek bilgiden de yoksun görünüyordu aile efradı. Bülbülün ne biçim bir yaratık olduğunu sorduğunda, ulema-i bâtın’dan ¹ sayılan dedesi bile:
– Vallahi yavrum ne desem? Yıllar yılı her sabah namaza kalktığımda onun nağmeleriyle Huda’ya varmama rağmen, nasıl bir yaratık olduğunu görmedim, diye âczini ifade etmişti.
Her canlının dışyüzü kadar içyüzünü de merak eden, sorulara yanıtları artık kitaplarda arayan Nesteren akşam namazının sonunda selâm veren dedesine:
– Dede, bülbül altunî göğüslü minicik bir kuşmuş, diyerek sokuldu.
– Ya, gördün demek sen onu?
– Kendisini değil, resmini kitapta gördüm ama… hakkında yazılanları pek anlayamadım!
– Ne yazılmış hakkında?
– Güle âşıkmış bülbül, olur mu?
– Olur, niye olmasın yavrum? Nesteren ne demek biliyorsun değil mi?
– Hayır dede, araştırmak hiç aklıma gelmedi.
– Dünyaya geldiğin gün yabani güle verilen o ismi kulağına ben üfledimdi yavrum.
– Ya! Peki ben gül isem, her sabah pencereden seslenen bülbül bana âşık mı dede?
– Her sabah onun sesiyle bediî bir âleme göçen sen de bülbüle âşık değil misin Nesteren?
– …?
– O sevdaya erdikte senlik benlik erir gider, gönüller bir olur benim sevgili yavrum.
Torununun gözle görülür, elle tutulur nesneler dışında bir şeyler arandığını sezen eski toprak:
– Fransızcayı hatim ettiğine göre “sembol”ün ne demek olduğunu biliyorsun değil mi? diye sordu.
– Evet, biliyorum tabii!
– E işte, asırlardır sevdayı dile getirmeye çalışan ince ruhlu şairlerin kalemiyle bülbül sevenin, gül de sevilenin sembolü haline geldi. İkisi bir olunca…
– Dedeciğim!
– Efendim kızım?
– Seven aklını mı kaçırır?
– Nerden çıkardın bunu yavrum?
– Kitapta “bülbül-ü şeyda”, aşk yüzünden aklını kaçıran bülbül diye yazılı.
Şecaeddin efendi, bülbülün delirmesini garipseyen torununun saçlarını okşayıp,
– O İlahî sevdaya varan mecnun… diye teşbihi açıklamak isterken,
– Ha tabii, o Mecnun’un başına geleni de okudum, diye atıldı Nesteren. O da Leylâ’yı sevmiş, sevince de delirmiş. Onun için mi aklını kaçırana mecnun diyorlar şimdi?
– Mecnun, çılgın, zırdeli… delinin türlü türlüsü var yavrum.
– Paşa baba hangi nevidendi peki?
– Rahmetli paşamız mı?
– Evet, Deli Fuad paşa değil mi adı?
– Cennet mekânı olsun! Cemaatin gözüyle bakacak olursak, rahmetliye çifte kavrulmuş deli de denebilir.
– Neden çifte kavrulmuş dede?
– Mucizevî cesaretinden ötürü, şeref madalyası kabilinden, deli lakabını takmışlar ona. Şu gördüğün koruluğu gönlüne göre tanzim edip inzivaya çekilince, zırdeli değilse de, çılgın deli vasfını eklemişler paşaya.
– Ama olur mu dede?
– Olur, maalesef oluyor yavrum. Günlerin hayhuyundan el etek çekene cemaat, peşin hükmüne göre, ya veli ya deli gözüyle bakar.
– El etek çekmeyene de deli diyorlar ama!
– Sen deliyi nerde gördün Nesteren?
– Gördüm dede, Selamiçeşme’nin önündeki o acayip kılıklı adama Deli Hafız diyorlar.
– Acayip kılık dediğin o şalvarı sarığı sen dünyaya gelmeden önce herkes giyerdi kızım. “Kıyafet kanunu” var şimdi.
-Kanun varsa…
– Bak kızım, ismi üstünde, Deli Hafız! Görmedin mi, olmayan cemaate vaaz eder bütün gün. O, bildiği, benimsediği bir hayat tarzının değişmesini kabullenemeyen bir meczup. Sözünü ettiğimiz mecnunla…
– Ondan başka da var dede!
– Peki, başka kim var bildiğin?
– Atlı Muazzez diyorlar, o hanım da deliymiş.
– Şu atla gezen saçı başı dağınık çizmeli taze mi?
-Evet
– Bak o hanım Hafız’ın tam tersi. Değişiklik, serbestî derken ipin ucunu kaçırmış. Leylâ’nın Mecnun’uyla alâkasız numune bunlar.
On bir yaşının deneyimsiz, kitabî bilgisiyle aklını kaçırmışlar arasındaki farkı anlamaya çalışan evin küçükhanımı kıyaslama sonucu:
– İçlerinde en kötüsü Mecnun’un hastalığı öyle değil mi dede? diye acınır gibi sordu.
– Neden yavrum?
– Paşa baba katmerli deliymiş ama gene de malı mülkü, evi bahçesi varmış. Muazzez hanımın da atı var, çizmesi var… konağı da varmış, beybam biliyor, o söyledi. Mecnun ise nesi var nesi yok hepsini bırakıp yalınayak başı kabak çöllere düşmüş zavallı.
– Evlâdım, Mecnun bu âlemin banisi Yaradan’a olan sevgisinden dünya nimetlerini umursamaz olmuş. Aslında deli değil veli o.
– Veli ne demek dede?
– Allah’ın sevgili kulu demek.
– Allah’ın sevgili kulu değil miyiz hepimiz?
– Hepimiz O’nun kuluyuz ama sevgilisi olmak herkesin kârı değil yavrucum.
Düşünekalan torununa o sevgiyi biraz olsun açıklama çabasında:
– Sen her sabah er saatte kalkıp bülbülü dinliyorsun değil mi? diye üsteledi Şecaeddin efendi.
– Evet dede, onu dinlerken unutuyorum her şeyi, güneş doğarken de bazen çiçek bazen kelebek gibi hissediyorum kendimi. Hep o anı yaşamak istiyorum.
– İşte yavrum, Allah’ın sevdiği kuluna bahşettiği müstesna bir cemiledir o an. Bülbülün sesini duymak herkese nasip olmaz.
Öten bülbülü kim duymaz diye düşünürken,
– Hadi kızım! diye çağıran sesi işitince dedesinin elini öpüp bir koşu beybabasının yanına vardı Nesteren.
Yeni kurulan Kadıköy Adliye’sinde kâtibiâdl ² olarak görev yapan Halim bey her cuma günü ³ paraçol tabir edilen iki kişilik tek atlı arabasıyla gezmeye götürürdü kızını. Geleni görünce kişneyen Sarıkız’ın alnındaki akıtmasından öpüp, avucundaki şekeri ona ikram eden evin küçükhanımı arabada beybabasının yanına oturup dizginleri kavradı.
– Beyba, Erenköy’e doğru gider miyiz bugün?
– Hayrola kızım, ne var Erenköy’de?
– Yol üstünde o atlı hanımla, çeşme başındaki hafızi görmek geçiyor içimden.
– Ne işin var o meczuplarla kızım?
– Merak ettim beyba, dedem onların Allah’ın sevgili kulu olmadığını söyledi.
Böylesi hassas bir konuda kızının fazla üstüne varmak istemeyen Halim bey:
– Oraya kadar gitmişken çömlekçiden ufak bir küp alalım bari, diye konuyu değiştirmek istedi.
– Ne için beyba?
– Beş gün sonra Hıdrellez arifesi. Niyetlerle dolu küp gül ağacının altında Hızır aleyhisselâm’ı bekleyecek o gece, unuttun mu?
– Hayır unutmadım beyba ama geçen seneki küp samanlıkta duruyor!
– Durmasına duruyor da, aklına ne estiyse Dudu kadın turşu kurmuş o küpün içinde.
—-
¹) Şeriatın görünür hükümlerinden başka, açık olmayın hükümlerine de vakıf olan âlimler.
²) Noter
³) 27 Mayıs 1935’ten önce haftanın tatil günü Pazar değil Cuma’ydı.