Ne benim sözüm geçer bu iklimde
Ne de senin
Böyle gelmiş böyle gider
Son söz TÖRE’nin!
Birbirlerine delicesine düşkün iki kardeşin,
Pembe ile Yusuf’un sızılı ve çarpıcı öyküsü.
Ezenler ve ezilenlerin amansız savaşımı.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın değişmez kaderi…
Törenin kara gölgesi renklerin üzerine çökerken, içlerinde en gariban gördüğü “pembe”ye vermişti önceliği.
Soluğu kesildi “pembe”nin, beti benzi attı. Güzelim rengini yitiriverdi. Varlığını sürdürmekle yok olmak arasındaki ince çizgide asılı kaldı.
Tıpkı yaşamın içindeki gerçek PEMBE’ler gibi…
***
Yusuf
Bileklerine kadar çamura belenmiş, ilk bakışta asker postalını andıran yüksek konçlu, kaba potinler var ayağında. Saçı başı darmadağın, bakışları tedirgin. Bililerinden ya da bir yerlerden kaçarken, beklenmedik bir şekilde önüne çıkan mucizevi sığmağa kendini atıvermiş gibi.
Gözleri, ÂDEMOĞLU PANSİYON yazısının üzerinde, “Yeriniz var mı abi?” diyor.
Recep’in, yanıt vereceğine, tepeden tırnağa kendisini süzmesine farklı anlamlar katarak ekliyor hemen:
“Param var!”
Cebindeki kâğıt para tomarını çıkarıp bankonun üstüne koyuyor.
Belli belirsiz gülüyor Recep. Kaç yaşında var şu oğlan? On altı, on yedi? Bilemedin on sekiz. Yok, o kadar değildir! Neyse… Hangi rüzgâr attıysa onu buralara, belli ki fena hırpalamış.
“Koy o parayı cebine!” diyor tatlı sert. “Çıkarken hesap görülür bu pansiyonda. Ne kadar kalmayı düşünüyorsun?”
“Bir gece” diyor oğlan. “Yok yok, iki gece” diye düzeltiyor hemen. “Belki de daha fazla” diyor dişlerinin arasından.
“Adın neydi?” diye soruyor Recep, duvardaki panoya asılı anahtarlardan 6 numaralı olanı uzatırken.
“Yusuf.” Bir iki saniye duraklayıp ekliyor: “Yusuf Yedekçi.”
“’Tamam Yusuf. Koridorun sağ tarafındaki en son oda senin.”
Hayret, nüfus cüzdanı bile istemedi! Kayıt kuyut, hiçbir şey yok.
“Hepsi bu mu?” diye çekinerek soruyor Yusuf.
“Evet. Ne olmasını bekliyordun?”
Sert mi çıktı biraz? Zaten gariban oğlan!
Anahtarını alıp odasına yollanmaya hazırlanan Yusufun arkasından sesleniyor Recep.
“Bu gece fasıl var pansiyonda. Bekleriz.”
Duyduklarını algılayamamış gibi, donuk bir bakış fırlatıyor Yusuf. Recep’in, çamurlu ayakkabılarının üzerinde yakaladığı bakışlarına sessiz bir yanıt veriyor gözleriyle.
“Ne faslı be abi!” diyor içinden. “Ayakkabılarıma bulaşanın ne olduğunu sor önce. Mezarlık çamuru o! Bilir misin nasıldır mezarlık çamuru? Aha böyle boz renkli, sıvışık, yapışkan… Orada yatanların ruhlarından kopan haykırışlarla ağdalaşmış. Bugün ablamı gömdüm ben! Kürek kürek toprak attım üstüne. Canımın yarısı orada kaldı… Sen hiç ablanı gömdün mü abi?”
“Açılırsın, ferahlarsın” diye ısrar ediyor Recep. Yusufun iç dünyasında yaşadıklarının bire bir tanığıymış da, onu avutmaya çalışıyormuş gibi.
“Küfür mü ediyon be abim!” diyecekken, “Bilmem ki…” dökülüyor Yusufun ağzından. Başım önüne eğip odasına doğru yürüyor.
Keder
Kimi yerde keskin dönemeçlerle zikzaklar çizip kimi yerde düzleşen, engebeli araziye uyum sağlamak istercesine bir daralıp bir genişleyen tozlu sokakları yalayıp kavuran ağustos sıcağı, yüksek avlu duvarlarının içine kapanmış evleri de ihmal etmiyordu. Yazın sıcağını, kışın soğuğunu göğüsleyen taş duvarlar, üstlerine çöken ateşten şeffaf bir topun hükmüne boyun eğmiş, yanaklarında gezinen kavurucu alevlere teslim olmuşlardı.
Hamdullah Bey’in evini çevreleyen duvarlar, diğer evlerinkinden daha yüksekti sanki. Aile mahremiyetini ketum bir tavırla içinde saklamak ister gibi. Ne çok emek vermişti bu eve Hamdullah Bey… Siyah bazalt taşların arasına beyaz şeritler halinde çekilmiş derzlerin, pencere ve duvarların üzerindeki motiflerin, sürme ve nakışların fikir babası ve mimarı oydu.
Ve şu anda ölüm döşeğindeydi Hamdullah Bey. Avlu ile evin arasındaki üç tarafı penceresiz, ön yüzü avluya kucak açmış, avlu zemininden iki basamakla çıkılan çift gözlü eyvana sermişlerdi yatağını. Burada bekleyecekti ölümü.
Dış dünyadan soyutlanmış, kendi mahremiyetine gömülmüş ev halkı, kaçınılmaz sonun farkındaydı. Hamdullah Beyin karısı Fatma, kızları Fikriye, Miriye ve Dürdane, gelini Zehra, erkek kardeşleri Hamit ve Celil, açıktan açığa dile getiremeseler de, aylardır yatağa çakılı vaziyette, hayatla olan bağı cılız bir nefesten ibaret kalmış, seksen yaşın üzerindeki Hamdullah Bey için ölümün tam anlamıyla bir kurtuluş olacağının bilincindeydiler. Ama bu gerçeği göremeyen, daha doğrusu kabullenemeyen biri vardı aralarında: Hamdullah Bey’in biricik oğlu Servet!
Hamdullah Bey’in üç kızının ardından, kucağına aldığı tek erkek evladıydı Servet. Kıymetlisiydi. Adı gibi, hayatının biricik servetiydi. Servet de onun devasa sevgisini karşılıksız bırakmamış, marazi bir tutkuyla bağlanmıştı babasına. Dünya bir yana, babası bir yanaydı Servet için.
Avludan eve girişte, sağır duvarlara yaslanmış merdivenlere, o merdivenlerle çıkılan odalara, avlunun ortasındaki sekiz köşeli şadırvanlı havuza dalıp giden yaralı bakışları, sessiz bir isyanı haykırıyordu. Babasının elinin ve gözünün değdiği her köşe, dayanılmaz bir acı yumağı oluşturuyordu yüreğinde.
Öfkeliydi Servet. Çevresini saran kayıtsız şartsız teslimiyet içindeki tüm yakınlarına, onların ölümü davet eder tarzdaki davranışlarına öfke kusuyor, bu arada kendini de acımasızca sorgulamaktan geri durmuyordu.
Babasına layık bir evlat olabilmiş miydi? Hayır! Ona adını taşıyacak, daha da önemlisi o adı sürdürecek, Hamdullah diye çağırabileceği bir erkek torun verememişti ne yazık ki. Makûs kader, anası gibi kansı da kız doğurmaya şartlanmıştı sanki.
Üç yıl olmuştu evleneli. Üst üste iki kız doğurmuştu Zehra. Hamileydi gene. Sekiz aylık. Biraz daha dayanabilir miydi babası? Bu sefer oğlu olurdu belki Servet’in.
Hayır, o günü görmeden ölmemeliydi babası!
Gözü, avlunun çevresinde halkalanmış kalabalığa çay ve su dağıtan Zehra’ya takıldı. Zehir misali tehditkâr bakışlarla süzdü karısını. “Ya oğlan doğurursun ya da…” der gibi.
Fatma Hanım’ın bakışları da gelinin üzerindeydi. Bu beceriksiz taze, bu sefer oğlan doğurup Servet’in gitgide yaklaşan acısına bir nebze derman olabilseydi bari.
Kaynanasının ve kocasının, üzerine sabitlenmiş bakışlarından rahatsız olmuştu Zehra. Boşalan bardakları tepsiye sıralayıp mutfağa attı kendini, içi çekiliyordu. Tepsiyi tezgâhın üzerine bıraktı. Yaprak gibi titreyen bedenini duvara yasladı. İçindeki garip hareketlenmeyi neye yoracağım bilemiyordu. Bükülüveren dizlerinin üzerine çöktü, yığılıverdi oracığa.
“Ne oldu kız? Doğuruyor musun yoksa?”
Fikriye’ydi. Büyük görümcesi. Renginin solduğunu, halindeki garipliği görüp peşinden gelmişti gelininin.
Zehra’nın bacaklarından inip mutfak taşında yol yol iz bırakan bulanık sıvının üzerinde birleşti gözleri.
“Kesen patlamış!” diye haykırmasıyla avluya koşması bir oldu Fikriye’nin. Doğruca anasının yanına gitti. “Zehra doğuruyor” diye fısıldadı kulağına. “Kesesi patladı.”
Oturduğu yerde hafifçe doğruldu Fatma Hanım.
“Tam sırası!” diye söylendi. “Kesesi yerine kendi patlasaydı meymenetsizin.”
Ebe çağıracak durumda değillerdi. Mutfağın yanındaki ara odada yere yatırdılar Zehra’yı. Çaresiz, görümcelerinin el yordamı ebeliğinde çekecekti doğum sancısını…
Olanların farkında bile değildi Servet. Oradaki herkesle ve kendi içsesiyle kavga halindeydi. Hamdullah Bey’in başında Kuran okunmasına bile tepkiliydi. Kuran okumanın, babasını ölüme daha da yaklaştıracağını düşünüyordu.
“Ne gerek var?” diye kafa tuttu. “Görmüyor musunuz, yaşıyor babam.”
Fatma Hanım öfkeyle baktı oğluna. Bunca yıl aynı yastığa baş koyduğu kocasını ebediyete uğurlayacak olmanın acısı üzerine, içeride gelini doğum sancıları çekerken, bir de bu deli oğlanla mı uğraşacaktı? Tam ağzını açıp bir şeyler söyleyecekti ki, Hamdullah Bey’in küçük kardeşi Celil Bey araya girdi.
“Tövbe de oğlum! Okunan Yasin duası Kuran’ın kalbidir. Sekerattaki faniye gideceği yolun kapılarını açar. Dua etmek zamanıdır artık.”
Evet, sekerattaydı Hamdullah Bey. Ne kaim bir sis perdesi gibi üstüne çöken boğucu sıcağın farkındaydı, ne üzerine sabitlenmiş umutsuz bakışların, ne de çaresizlik içinde kıvranan biricik oğlunun nafile çırpınışlarının.
Gözleri babasının mum gibi erimiş sapsarı yüzünde, sayıklar gibi, “Keşke onun yerine ben ölseydim!” dedi Servet.
Bu kez, “Ağzından yel alsın!” diyerek, Hamit Amcası susturdu Servet’i. “Böyle konuşma” dedi. “Allah’ın gücüne gider. Ölüm de hayatın bir parçasıdır oğlum. Yaşayacağı kadar yaşadı baban. Allah sıralı ölüm versin. Sen de kendini bu sonuca alıştır ve toparlan artık.”
Bitmek bilmeyen upuzun bir geceydi. Hem Hamdullah Bey’in başında bekleyenler, hem de içeride acılı feryatları duyulmasın diye yumruk yaptığı ellerini dişleyerek doğum sancısı çeken Zehra ve ebeliğini yapan görümceleri için.
Sabah ezanıyla beraber, Hamdullah Bey’in kasılı kalmış kolları ve bacakları, beklenen huzura kavuşmuş bir halde gevşeyiverdi. Böyle durumlarda ne yapılması gerektiğini iyi bilen Hamit ve Celil Beyler, ağabeylerini önce yüzü kıbleye gelecek şekilde sağ yanına yatırmayı denediler. Olmadı. Başının altına küçük bir yastık yerleştirerek yüzünü ve ayaklarını kıbleye çevirdiler.
Hamit Bey alçak sesle Kuran okurken, Celil Bey kurumuş dudaklarını ıslatıyordu ağabeyinin.
Az sonra son nefesini verdi Hamdullah Bey. Hıçkırıklara boğulan Fatma Hanımın, kendini yerden yere atan Servet’in, günlerdir için için bu anı bekleyen ve şimdi abartılı haykırışlarla üzüntülerini dile getiren uzak yakın akrabaların aksine, Hamit ve Celil Beyler son derece soğukkanlı hareket ediyorlardı.
Önce gözlerini kapatıp çenesini bağladılar Hamdullah Bey’in. Çevresindekileri dışarı çıkardıktan sonra, sırtüstü yatırdıkları ağabeylerini kollarını, bacaklarını düzleyip iki yanına getirdiler. Henüz soğumamış bedenini soyarak karnının üzerine bıçak koydular, beyaz bir çarşafla örttüler üstünü.
Gereken yapılmıştı. Ağabeylerine huzur içinde ağlayabilirlerdi artık…
Aynı anda ince bir çığlık yükseldi evin içinden. Yeni bir bebeğin doğuşunun, hayata merhaba deyişinin müjdesiydi bu çığlık.
Ama Zehra için müjde değil, kapkara bir yasın habercisiydi bebeğinin çığlığı. Kahır yüklü bir inleyişle içini çekti.
Doğurduğu bebek kızdı!
* * *
Erkek taziyesi üç gün, kadın taziyesi yedi gün… Böyleydi âdet. Konu komşu, eş dost, akraba, Hamdullah Bey’i seven sevmeyen tüm tanıdıklar ev halkına başsağlığı dilemeyi görev bildiler. Sinilerle, tencerelerle yemekler taşındı ölü evine. Mutfaktaki tezgâhların, taşlıktaki masaların üzeri envai çeşit yiyecekle doldu taştı.
“Kısmeti bolmuş rahmetlinin” dendi.
“Toprağı bol olsun”, “Mekânı cennet olsun”, “Nur içinde yatsın” diye dualar edildi.
İlk üç gün kadınlar iç odada, erkekler eyvan ve avluda oturdular. Kadınların oturduğu iç oda sıcaktı, bunalıyordu insanlar. Üçüncü günün sonunda erkek taziyesi bitince, başsağlığına gelen kadınları avluda kabul etmeyi düşündü Fatma Hanım.
Ne var ki Servet avluyu ve eyvanı gasp etmişti adeta. Hamdullah Bey’in son nefesini verdiği kerevetin karşısına çakılıp kalmış, gözleri kâh kapalı, kâh açık, oturduğu yerde sağa sola sallanarak, kendi kafasında şekillendirdiği tarzda sürdürüyordu yasını.
Fatma Hanım baktı ki oğlunun hali hal değil, vazgeçti kadınları avluya taşımaktan. Varsın sıcak olsundu, taziyeye gelen ziyaretçileri iç odada kabul etmeyi sürdürecekti.
Evin içinde bunalan, canından bezmiş biri daha vardı: Ara odadaki tek kişilik hücrede yaşamaya mahkûm edilmiş, bir suçlu gibi çile dolduran Zehra!
Onun bezginliği sıcaktan değildi ama. İçini saran kor ateşin yalımlarıyla kavruluyordu yüreği. Kucağında üç günlük bebeğiyle hapis kalmıştı bu küçücük odada. Üç gün boyunca âdet yerini bulsun diye kapıdan başını uzatan kaynanası ve görümceleriyle, getirdiği yemek tepsisini bırakıp koşarcasına yanından uzaklaşan kalfa kadın dışında kimseler gelmemişti ziyaretine.
Hepsi bir yana… Ya Servet? Kocası!
Kim bilir nasıl kızmıştı Zehra’ya… Haklıydı! Ne dese, ne yapsa haklıydı.
Kapkara bir yemeni bağlamışlardı başına. Kayınbabasının ölüm anında üçüncü kız çocuğunu doğuran kadına al yazma bağlayacak değillerdi ya.
Taziye evindeki kadınların, kızların siyah yazmayla dolaşmaları âdettendi gerçi. Ama Zehra bu kapkara örtüyü fazlasıyla hak ettiğini düşünüyordu. Bundan sonrasında allı yeşilli fistanlara bürünüp ortalıkta dolanmak haramdı artık ona…
Taziyenin yedinci günü ilk kez yemek pişti ölü evinde. Fıstıklı, bademli helvalar kavruldu, gelen misafirlere ikram edildi. Hamdullah Bey’in giysileri bohçalara sarılıp dağıtıldı. Kapıya gelen fakır fukaraya sadaka verildi, kimse boş çevrilmedi eşikten. Hamdullah Bey’in toprağa verilmesinin ardından işinin ehli iki hoca her gün gelip ses sese vererek Kuran’dan ayetler, sureler okudular.
Servet’se olanı biteni heykel gibi kıpırtısız ve tepkisiz, oturduğu yerden kayıtsızca izliyordu. Yedi gündür, her sabah erkenden babasıyla konuşmak, dertleşmek için mezarlığa gitmek dışında avludan sokağa adımını atmamıştı. Mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmuyor, sorulan soruları kısa yanıtlarla geçiştiriyor, kendiliğinden ağzını açıp tek kelam etmiyordu.
Oğlu için endişeleniyordu Fatma Hanım. Acı hepsinin acısıydı. Kendisi de, kızları da Hamdullah Bey için taziye boyunca yana yakıla gözyaşı dökmüşlerdi. Ama her şeyin bir sınırı vardı, ilk günkü acı törpülene törpülene dayanılır hale gelecek ve geride kalanlar, bıraktıkları yerden eski yaşantılarına döneceklerdi. Alışılagelen buydu.
Ama Servet içine gömüldüğü koyu karanlıktan sıyrılıp günlük yaşamına dönmeye niyetli görünmüyordu. Çaresiz kalmıştı Fatma Hanım. Derdini kayınbiraderleriyle paylaştı.
“Amca, baba yarısı sayılır” dedi. “Söz geçiremiyorum hayırsıza. Beni dinlemiyor, ama sizi dinler. Babası niyetine kulağını büküverin…”
Fatma Hanım’ın sözünü emir addetti amcalar. Servet’i karşılarına alıp, sohbet havasında konuşmaya başladılar.
“Babanın yedisi bitti oğlum” dedi Hamit Bey. “İçin rahat olsun, evlat olarak üzerine düşeni fazlasıyla yaptın. Toparlanmanın, işine gücüne dönmenin zamanıdır artık.”
Söylenenleri anlamamış gibi, boş gözlerle amcasına baktı Servet.
Celil Bey de, “İşyerinin kepengi fazla kapalı kalmaz evlat” diyerek söze girdi. “Bereketi kaçar işin. Daha fazla soğutma arayı. Yarın sabah beni de al, beraber gidelim dükkâna.”
Kısa bir süre durdu, düşündü Servet. Kafasının içinde dolanan çelişkilerini, saplantılarını ölçtü, tarttı… Haklıydı galiba amcaları.
“Olur” anlamında başını salladı. Hatta gülümsedi hafiften.